Alternatifsiz Kriz-Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Soğuk Savaş sona erince alternatifsiz kalan emperyalist kapitalizm, içte daha baskıcı, dışta daha saldırgan politikalara yöneldi.

Yeni alternatifler ise kendiliğinden ortaya çıkmayacak ve çok karmaşık süreçleri izleyecektir.

mtakad@anafikir.gen.tr

Alternatifsiz Kriz

Soğuk Savaş sona erince alternatifsiz kalan emperyalist kapitalizm, içte daha baskıcı, dışta daha saldırgan politikalara yöneldi. Yeni alternatifler ise kendiliğinden ortaya çıkmayacak ve çok karmaşık süreçleri izleyecektir.

Soğuk Savaş 1914’den 1989’a kadar süren uzun küresel mücadelenin üçüncü ve son aşamasıydı. Emperyalist kapitalist blokun sonunda galebe çaldığı bu mücadele sırasında oluşan siyasi ve ekonomik ilişkiler yumağı (örneğin Avrupa Birliği projesi) belli ölçülerde devam etmekle birlikte, önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılacağını daha Berlin Duvarı yıkılmadan epey önce öngören ABD liderliğindeki batılı güçler 1918’de kurulan dünyayı yıkmak için faaliyete geçtiler. Yugoslavya ve SSCB’nin dağıtılmasından sonra sırada Büyük Ortadoğu Projesi var. Daha önce SSCB’ye karşı desteklenen (veya bazı hallerde göz yumulan) İslam ülkelerindeki yönetimlerin değiştirilmesi, Irak ve Afganistan’ın işgali, İran’a ve Pakistan’a uygulanan tam saha pres, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu projeye muhalefet edemez hale getirilmeye çalışılması BOP’un bazı önemli unsurlarıdır.

Adeta evrensel olan bir kural, dışta saldırgan seferlere girişen güçlerin içeride de daha baskıcı olmak mecburiyetidir. Roma imparatorluğa dönüşürken, cumhuriyete karşı komplolar ve diktalar birbirini izlemişti. Aynı şeyi Fransız İhtilali’nden sonra da görürüz. Çağımızın en büyük talihsizliklerinden birisi, belki birincisi, sosyalist rejimlerin daima savaşla kurulabilmiş olmasıydı. Bu durum onların baskıcı bürokratik sistemlere dönüşmesine yol açarak kapitalizmin alternatifini başından sakat doğurttu. Bunun karşısında ise, dünya çapında güç ihraç ederek saldırganlaşan ABD, içte kaçınılmaz olarak çok baskıcı bir sistem geliştiriyor. Şaibeli 9/11’in ardından kurulan Anavatan Güvenliği Bakanlığı ve Yurtseverlik (Patriot) yasaları bu ülkede “Habeas Corpus”u ortadan kaldırmıştır. Halbuki yüzeli yıl önce, korkunç kanlı İç Savaşları sırasında bile bunu korumaya çalışmışlardı. İngiltere de benzer adımlar attı. Ancak, baskıların artacağı daha 1980’lerin sonlarından itibaren hissedilmekteydi. Ayrıca özellikle ABD’de basın üzerindeki denetimlerini örtülü ama etkili bir şekilde geliştirdiler, öyle ki daha ilk Körfez Savaşı sırasında bile karşıt sesleri marjinal hale getirmeyi başarmışlardı. Vietnam Savaşı sırasında oluşan muhalefetin benzeriyle karşılaşmak istemiyorlardı.

Soğuk Savaş her ne kadar 1914-1989 arası mücadelenin 1945 sonrası aşaması olarak görülürse de, kökleri daha 1918’de bir yandan SSCB’ye, diğer yandan da birçok ülkede sosyalistlere karşı girişilen baskılara kadar iner. 1919’dan itibaren ABD’de komünistler son derece ağır baskı altına alınıp partileri etkisizleştirilmiş, Avrupa ülkelerinde faşist rejimler birbiri ardına iktidara koşmuştu. SSCB’de ise dış müdahaleler ve iç savaş ve diğer direnişler son derece baskıcı bir yönetimin oluşmasına neden olmuştur. Herhalükarda çok sayıda faktör vardır. Bürokratik diktatörlüğün gerçek bir tabanı olmaması da etkilidir; öyle ki Sovyetlerin ilk uygulaması işçi muhalefetini en kanlı şekilde yok etmek (Kronstad olayı), daha sonra da sermaye biriktirebilmek için köylüleri ezmek olmuştu. 1932-33 yıllarında Ukrayna’da Holodomor adı verilen (aynı zamanda etnik katliam amaçlı) ürün toplama kampanyasında 9 milyona kadar köylünün öldüğü söylenmekteyse de gerçek rakam 2 ila 3 milyon arasındadır, ama bu da korkunç bir şeydir. SBKP Kalmuklardan Ukraynalılara, çeşitli Türkmen halklarından Baltıklılara kadar sayısız halk üzerinde baskı yapar ve en fazla da gerçek komünistleri katlederken kendi tabanıyla birlikte aynı zamanda (çoğunluğun reel diye bakmadığı) sosyalizmi de yok ediyordu. Birkaç yıl sonra, Hitler Rusya’ya ilkokuldan daha fazla okumuş bütün Slavları katledip bakiyesini tarım köleleri yapma amacıyla girmese, farklı etnik unsurlar coşkuyla karşıladıkları Almanların tarafında kalırdı ama birkaç hafta içerisinde gerçek yüzünü gösteren korkunç bir faşist saldırıya karşı direnmekten başka çareleri kalmadı.

1945 yılında kapitalizmin en zalim yönetimi olan faşizm ezilince, ABD kendisini Stalin’in karşısında buluverdi. Yıkıntılar içerisindeki Avrupa’yı ayağa kaldırıp kendisine güvenilir bir müttefik blok yarattı. Avrupa Birliği’nin ABD tarafından kurdurulması üstü örtülü geçilen ve farklı bir efsane olarak anlatılan tarihi olaydır ve ayrı bir yazının konusudur. Ne var ki bu dönemde Çin de devrimini başarıya ulaştırınca “sosyalist blok” adı verilen büyük bir coğrafya emperyalizmin denetiminde çıkmış oldu. Bu “blok” aslında ilk baştan beri çatlaktı ve Çin Rus çatışması, Yugoslavya’nın farklı tutumu, çok kısa süren üçüncü dünyacılık akımı vs. gibi baskılar karşısında 1960’ların sonlarında “blok” görüntüsünü yitirdi. Buna rağmen bu ülkelerin varlığı ve imajları bile emperyalizmi ciddi ölçüde kısıtlıyor ve anti emperyalist muhalefetlerin üzerinde duracağı bir zemin sağlıyordu. Ayrıca dünya henüz Stalin dönemi cinayetlerinin vahametini tam olarak kavramamıştı. Kruşçef sadece partilerden (çünkü her ülkenin komünistleri zulüm görmüştü) 4 milyon kişinin idam edildiğini açıkladığı zaman iş işten geçmişti ve Stalin Hitler’dan daha fazla komünist öldürmüştü. İspanya İç Savaşı’nda bile Troçkist taburlar birer birer cepheden geriye alınıp imha edilmişti. Bundan sonrası baş aşağı bir yoldu. Doğu Avrupa ülkeleri işgale dayanan rejimlerini hiçbir zaman yürekten benimsemediler. Bütün sosyalist ülkeler ise gerek refah, gerekse de demokrasi konusunda yeterli ilerleme sağlayamadılar. Üretkenliği düşük olan ekonomileri ağır silahlanma harcamalarıyla büsbütün tökezledi. Rus halkı lahanaya talim ederken uzay başarıları onları ne kadar tatmin edebilirdi. Sonunde gelinen noktada Presteroyka ve Glasnost (açıklık ve yeniden yapılanma) bazı kulaklara hoş geliyordu ama sosyalist yeniden inşa anlamında şans kalmamıştı, çünkü bunu yapacak ve nasıl yapacağını bilen bir irade kalmamıştı. Bu saatten sonra bürokratların devrimcilik yapacak halleri kalmamıştı.

SSCB ve Doğu Avrupa’da büyük değişim olurken kapitalizm büyük bayramını yapıyor, artık tarihin sonunun geldiğini ilan ediyordu. Kapitalizm alternatifsiz kalmış, sosyalizmle olan çatışmasının yerini sözde medeniyetler çatışması almıştı. Emperyalizm küresel hakimiyetini pekiştirmek için iki genel politika daha geliştirdi. Bunlardan birincisi olan Büyük Ortadoğu Projesi kendi hedefleri olan bir büyük girişim olmasının yanı sıra, Çin’e karşı geliştirilen uzun vadeli ikinci kuşatma planının da parçasıdır. Ne kadar başarılı olacağı bugünden bilinmez ama dünyanın ve İslam “aleminin” karşısında daima en az elli yıllık planlar yapan bir güç vardır. İslam aleminin talihsizliği aralarında işbirlikçilerin çok fazla olması, iktidarını emperyalizm ile ittifakta bulan yönetimlerin ve diğer kesimlerin kalabalıklığıdır.

Batılılar 1918 sonrasında kurulan dünya sistemine hakim olamadıkları gibi, Versay Antlaşması ile çok büyük hatalar yaptıklarının farkına vardılar. 1945’de oluşan iki kutuplu sistemde ise karşı tarafı aralıksız sıkıştırdılar ve bu dönemin yaklaşık elli yıl süreceğini daha başından bilen uzak görüşlü liderleri vardı. Şimdi içinde bulunduğumuz aşamada ise işimiz daha zor, çünkü çerçeve bile olsa, reel politikanın dışında bir anlayış taşıyan hiçbir elle tutulur güç bulunmuyor. Gerçi SSCB de reel politikanın doruğuna çıkmış, Ribbentrop-Molotof Antlaşmasıyla Hitler’in önünü açmış, ve daha neler yapmıştı ama hiç değilse emperyalizme dur dediği pazarlıklar yapabiliyordu.

Şimdi gelinen noktada emperyalizme karşı mücadele çok daha zor. Bir kere aralarındaki çatlaklardan istifade edilebilecek güç dengeleri kalmadı. Bütün reel politikasına rağmen Vietnam’ı ve Küba’yı destekleyen, Araplara silah gönderen, NATO’yu dengeleyen bir güç yok. Ama bu tali bir noktadır. Alternatifsiz krizin can alıcı noktası günümüzde sosyalizmin manası üzerinde hiçbir genel, hatta nispeten yaygın mutabakat olmamasıdır. Liberalizm sahtekarlığına şakşakçılık yapanların ideolojik saldırıları bağımsızlık ve demokrasi kavramlarını da son derece bulanıklaştırmış, emperyalizmin işbirlikçilerini demokrasi havarileri olarak göstermeyi hiç değilse bazı kesimlerin gözünde becermiştir. Ne var ki insanların bağımsızlık ve demokrasi anlayışlarının, çok çarpıtılmış bile olsa doğruya yaklaşması mümkündür. En azından bunların doğrularını formüle etmek, uluslararası ilişkilerin dayanması gereken prensipleri ortaya koymak ve yurttaşların kendi aralarındaki ilişkilerde olması gereken asgari prensipleri anlatmak o kadar da zor değildir. Ne var ki iş kapitalizme gerçek bir alternatif yaratma konusuna gelince iş çatallaşmaktadır. Gerçi bu da olanaksız değildir ama önce insanların kafasında yer etmiş olan kalıpların kırılması gerekmektedir. Nasıl bir toplum istiyoruz konusunun en başta ekonomik yönlerinde sayısız belirsizlik vardır. Yeni bir ekonominin nasıl örgütleneceği konusunda henüz üzerinde tartışılacak yeterli öneriler bile bulunmamaktadır. Kapitalizmin ideologları bu durumun çok iyi farkındadır ve bunun rahatlığını yaşamaktadır. Sanki sosyalizm 1914-18’in siperlerinde oluşmuş bir bulaşıcı hastalıkmış da artık hem ateş düşmüş hem de buna bağışıklık kazanılmış gibi davranmaktadır. Kuşkusuz ki sosyalist bir ekonominin örgütlenme sorunlarıyla karşı karşıya değiliz, ama bu konuda teorik açılımların olmaması, sosyalistlerin diğer mücadele alanlarındaki şevklerini de yavaşlatmaktadır. Pekala, sonunda ne olacak, “Sandinistlerden Çinlilere kadar, her ülkede zafer kazananlar yerlerini kapitalistlere terk etmediler mi” şeklinde bir kırıklığın yaşandığını gizlemeye çalışmanın kimseye faydası olamaz. Kaldı ki, bağımsızlık ve demokrasi mücadelelerinin biçimleri de bir yandan elbette ki somut koşullara bağlı olarak, ama diğer yandan da bir gelecek perspektifiyle yürütülürse başarılı olur. Bunları yürütmek zor işlerdir ve yola devam edecek olanlara çabuk ve kesin sonuç vaat etmek cinayettir. Ancak insan büyük acıyla düşünmeden de edemiyor, emperyalist savaşlarda ve bunların komplikasyonlarında ölen, faşizme ve emperyalizme karşı direnirken yok olan 100 milyondan fazla insan mali sermayenin cirit attığı, muhafazakarların zafer dansı yaptığı bir dünya için mi hayatını yitirdi?

Bir de metropollerdeki duruma kısa bir bakış atalım. 1929 bunalımından sonra geliştirilen politikalar emekçilere nispi bir refah sağlamış, bu refah dünyanın sömürülmesinden alınan pay ile bayağı artmıştı. Bilenler bilir, 1970’lerin başlarından beri metropollerden en ufak bir dayanışma bile beklenmemesi gerektiğini daima tekrarlamış ve her seferinde haklı çıkmışızdır. Metropol halkı dünyanın sömürüsünden sağlanan payı almaktan çok memnundu. Ne var ki emekçilerin bu ülkelerin milli gelirinden aldıkları pay 1950’den beri sürekli olarak ufak ufak düşmekteyken son yıllarda bu çok hızlanmıştır. İlk nedeni kapitalizmin dünya çapında alternatifsiz kaldığı inancıdır. Buna paralel olarak sendikal hareketler bürokratlaşmış ve çürümüştür. Diğer neden mali sermayenin aç kurtlar gibi halkın birikimlerinin üzerine atlaması ve devletleri mali sermayenin her türlü yükümlülüğünü azaltmaya zorlamalarıdır. Soğuk Savaş’ın doruğunda bunu bu şekilde yapamazlardı. Diğer yandan her ne kadar ABD ve İngiltere’de her iki dolardan birisi devlet sayesinde kazanılır hale gelmişse de, bunun kapitalizmin ayakta durmasındaki rolü muhafazakar kesimler tarafından çarpıtılmaktadır. Bunların giriştikleri dış maceralar için harcadıkları trilyonların yanı sıra devleti borçlandırarak halkın sırtına bindirdikleri ve bu arada iç ettikler başka trilyonlar artık refah devleti döneminin sona erdiğini göstermektedir. Öte yandan yapısal kaynak sıkıntısı da artmaktadır. Tam emeklilik yaşı 67’ye çıkmış, ücretler ve sosyal harcamalar reel olarak düşmüş, işsizlik devasa boyutlara varmıştır. Bu durumda, öngörülen muhalefeti bastırmak için önceden tezgahlanan baskıların tepki yaratması kaçınılmazdı ve naçiz kanaatim odur ki, 2011’deki tepkiler 1930’lardan beri metropollerde gelişen ilk gerçek halk tepkisidir, her ne kadar nereye kadar gideceği belli değilse de. Ama halkın yarısı mutlak olarak yoksullaşırken ve dörtte üçü gelecek kaygısını derinden yaşar hale gelmişken, bu tepkilerin eskiden olduğu gibi sönüp gitmesi zordur. (Batı halklarının yarım yüzyıllık refah sonrasında her şeyin ebediyen iyi gideceği rüyasından uyanırken gösterdikleri şaşkınlık acıma hissinden çok başka şeyler uyandırıyor). Sistemin yeni baskı yasaları sadece dış girişimlerine karşı muhalefeti değil, artan yoksulluğun neden olacağı tepkileri bastırmak için de düşünülmüş olmalıdır.

Ancak, imparatorlukları imparatorluk yapan yedek güçlerinin çokluğudur. Amerika’nın dünyanın yeni imparatorluğu olup olmadığı kendileri tarafından da tartışılıyor. İsimlendirmeye takılmayalım. Çok büyük yedek güçleri vardır ve yenilerini yaratmaya da muktedirdir. Ayrıca bu yedek güçler dünyanın her tarafına dağılmıştır ve bizzat mücadelenin içerisindedir. Keza, imparatorlukların nasıl çürüdüğünü kendilerini pek bir benzettikleri Roma’dan başlayarak inceliyorlar. Ancak hiçbir bilgi de çürümeyi engelleyemez, çünkü bu, imparatorluk rejimlerinin tabiatında vardır.

Alternatifsiz krizi alternatifli kriz haline getirmek ilk adımdır. Sonra ne olacağını ayrı bir meseledir. Manzara kötüdür ama korkunun ecele faydası yoktur. Tek şansımız korkuyu kontrol altına almaktır. Meydan okumanın, onurlu olmanın ve cesaretin keyfi hiçbir şeyde bulunmaz, yeter ki aptal cesareti olmasın. Bu arada hatırımızdan bir an bile çıkarmamamız gereken bir şey daha var. Alternatifsizlik hem sağı hem de solu çürütür. Bundan çıkacak sonuç her şeyin daha berbat hale gelmesidir. Böyle bir alternatifsiz krizden asla iyi bir şey çıkmaz. İşi oluruna bırakırsanız, alternatifli kriz bile çıkmaz.

Mehmet Tanju Akad

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir