Search
Close this search box.

Avrasyacılık ve Reel Politika… (II)- Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Jeopolitikten (ya da jeopolitik gereksinimlerden) bir umut çıkartmaya çalışmak geçerli bir yol sayılabilir mi?

 

 

mtakad@anafikir.gen.tr

Alexander Dugin, “Rus Jeopolitiği ve Avrasyacı Yaklaşım” kitabında Rusya’nın güçlü bir devlet olarak ayakta kalmasını sağlayacak jeopolitik formülasyonlar ararken Rusya’nın başlıca Jeopolitik gereksinimlerinden birisinin imparatorluğun toparlanması olduğunu söylüyor. Bunun olmaması halinde doğusundaki Çin, veya Güneyindeki İslam bloku, ya da batısındaki merkezi Avrupa bloku tarafından zorlanacağını ilave ediyor. Esasen, Atlantik bloğunun kenar ülkeler (rimland) üzerindeki hakimiyeti sayesinde Rusya -veya tasavvur edilen Rusya liderliğindeki Avrasya- üzerindeki baskısının ülkesini tam bir yıkıntıya sürükleyeceğini düşünüyor. Rusya Federasyonunun tam anlamıyla bir Rus devleti olmadığını (nitekim değil), geçici bir çözüm olduğunu ve ileride bir Rus devleti kurulabileceğini söylüyor. Ancak ileride bir Rus devleti olacaksa, bu halklar bileşiminin her zaman bir şekilde var olacağı zaten belli. Dugin bu nedenle Rusya’nın geçmişte hiçbir zaman bir ulus devlet olmadığını ve emperyal bir milli geleneğini sürdürdüğünü söyleyerek gelecek için de bu yolu gösteriyor. Pekala yeni tasavvur edilen Rus Avrasya imparatorluğu diğer halkları nasıl birleştirecek? Bunu ilk aşamada ortak düşmana karşı olma temelinde, sonra da gene Rus merkezli bir uzlaşma olarak sunuyor. Rusya merkezli ana imparatorluk etrafında batıda Almanya merkezli, doğuda Japonya merkezli ve Güneyde İran merkezli ikincil imparatorluklar olacakmış! Oh ne ala! ne ala! Başka ne arzu ederdiniz! Aslında önerdiği yol küçük halkların ya devletleriyle birlikte dağıtılarak ya da başka yollarla uyuma zorlanmasıdır. Büyük halklarla da büyük ağabey önderliğinde ittifak yapılması öngörülüyor. (Avrasyacıların bazılarının Cengiz Han’a kadar dayandırdıkları  birleştirici devlet gelenekçiliğin bir nedeni de budur). Bu ikiyüz sene önce düşünülebilirdi. Hatta yetmiş yıl önce de düşünülüyordu. Bugün tekrarlanabileceğini sanmak ancak boş hayalcilik olarak nitelenebilir. Ama insanlar hayallerin ve hayalcilerin peşine de takılabilir, özellikle de kriz dönemlerinde. Hitler de –bütün başka nitelikleri bir yana- muazzam bir hayalci değil miydi? Biz şimdi Dugin’e dönelim ve önce onun planlarına bakalım.

Dugin’in mutasavver Avrasya blokunun lideri –olacak- olan Rusya’ya esas müttefik olarak batıda Almanya, güneyde İran, doğuda ise Japonya’yı seçiyor ama bu tek taraflı bir seçim. Almanya’nın Atlantik blokundan niçin kopmak isteyeceği konusunda herhangi bir doyurucu açıklama getirmiyor. Sadece jeopolitik gereksinimden söz ediyor. Hatta, Stalin zamanında Almanya-Rusya-Japonya ittifakı yapılsaydı (ki bu en büyük hayali) dünya tarihinin farklı olacağını söylüyor. Ama 20. yüzyılda Slavlar ile Tötonların iki kez topyekün savaşa girdiklerini, birbirlerinin ülkelerini tarihte görülen en büyük barbarlıkla yerle bir ettiklerini nedense hatırlatmıyor. Almanlar Birinci Dünya Savaşı’nda 3’ten fazla, ikincisinde ise 20 milyona yakın Rus öldürdü (yaralılar hariç). Sonra kendileri de yıkıldılar. Ruslar da 4 milyon Almanı öldürdüler, 4 milyon Alman kadına tecavüz edildi. Bunların karşılıklı travmaları öylesine derin ki, iki ulus da üremiyor ve azalıyor.  Evet uluslar düşmanlıklarını ebediyen sürdüremezler ama Almanya, üstelik de avantajları oldukça belirsiz bir jeopolitik gereklilik nedeniyle Atlantik ittifakını terkediyor, Avrupa Birliği ve NATO parçalanıyor ve bu ülkelerin bir kısmı (örneğin İngiltere, İspanya) Atlantik ittifakına bağlı kalırken diğerleri de “Almanya liderliğindeki merkezi Avrupa bloku” şeklinde Rusya’nın tarafına geçiyor. Hadi canım! Böylesi büyük bir politik deprem için ne gibi koşullar gerekeceği konusunda da fikir beyan etmiyor ama Almanya’ya bir hayli rüşvet veriyor. İsveç, Baltık ülkeleri, Ukrayna’nın en batısı, Hırvatistan ile Bosna Almanya’ya bırakılıyor. Rusya ise Finlandiya, Ukrayna’nın büyük bölümleri ve Sırbistan başta olmak üzere Balkanların geri kalanı üzerinde etkinlik kuruyor. Ama bu blokun lideri olan Berlin Alman milliyetçiliğini de dizginliyor! İyi de dünya, Romanovlar ve SSCB dönemlerinde iki kez ve devasa direnişlerle reddettiği bu Rus hegemonyasını niçin üçüncü kez kabul etsin. Esasen bu ülkelerde bu tür bir korkunun tam anlamıyla yok olmadığı kendilerini telaşla Amerika’nın kucağına atıp ancak NATO’ya ve AB’ye girdikten sonra rahat bir nefes almalarından belli olmuştur. Yani, Varşova Paktı’na girmemiş olan Sırbistan hariç hepsi Rusya ile eski-yeni bağlarını kopartıp batıya kilitlenmişlerdir. Gerçi bunda batıdan gelecek fonlarla refahlarını artırma isteği de rol oynamıştı ama, esas endişenin Rus hegemonyasına karşı garanti olduğu bilinmelidir. Hem, sözkonusu tasavvurda Almanlara bırakılacak olan yerlerin hepsi ve halihazırda daha fazlası (Finlandiya ve Balkanlar) zaten Almanların ekonomik ve NATO’nun da politik nüfuz alanıdır. Kendi nüfuz alanlarını niçin tekrar paylaşıma soksunlar ki! İşte bu koşullarda Rusya en sadık müttefikine dönüyor, Avrasya’nın Avrupa’daki ileri karakolu Sırbistan oluyor ve bu ülkeyle coğrafi bağlantıyı sağlamak için Moldovya ve Romanya’yı entegre ediyor.

Rusya, tarihi boyunca Alman hayranlığı ile Alman düşmanlığı arasında gidip gelmiştir. Romanovlar Alman kadınlarla evlenmiş, bunlar arasında II. Katerina gibi büyük imparatoriçeler ve son imparatoriçe Aleksandra gibi nefret edilenler olmuştur. Defalarca savaşmışlar, Boşevikler de onlardan çok şey beklemiş, Lenin Almanların mühürlü treniyle Petrograd’a dönmüş vs. vs. Soğuk Savaş bittikten sonra bile Alman dostluğu peşinden koşan az değildi. Bu garip bir ilişkidir. Öte yandan Rusların mistik bir yanı da vardır. Gapon, Rasputin ve Zugaşvili’nin üçü de papaz mektebinden çıkmışlardı. Rasputin çarlığın yıkılmasında önemli rol oynadı. Zugaşvili de çok şeyi viran etti ve 22 Haziran 1941 sabahına kadar Hitler’e inanmayı sürdüren tek adam olması dünya tarih yazıcılığının tartışmasız kabul ettiği nadir hususlardandır. Dugin işte Hitler’in sözünden dönmesine çok yanmaktadır.

Şimdi Asya’nın öbür ucuna geçelim ve Japonya’ya bakalım. Dugin’in onlara atfettiği anti-Amerikancılık da temelsiz bir varsayımdan ibarettir. Onlara Avrasya ittifakına katılmaları için ikinci Dünya Savaşı’nda işgal ettikleri Kuril Adaları’nı geri vermeyi öneriyor. Japonya’nın da bu hediye paketini kabul edip ABD’ye sırtını dönmesini bekliyor. Peki, deniz uygarlıkları olarak adlandırdığı blokla entegre olmuş haldeki Japonya’nın takım değiştirmesi için bunun yeterli olacağına kim, niçin inanır ki? Rusya’nın petrolü çok olsaydı belki bunu garanti edebilirdi ama rezervleri sadece 20 yıl yetecek gibi görünüyor. Yani halihazırda petrole dayalı refahını dahi ileride bulamayacak görünüyor. Kimse geleceği olmayan, nüfusu hızla çöküşe doğru giden, üretkenliği düşük, berbat bir rejimle yönetilen ve dışarıya doğru muazzam sermaye kaçışı olan bir ülkeye güvenmez. Kendileri bile güvenmiyorlar ki paralarını kaçırıp duruyorlar. (Hadi hiç olmayacak bir şey ya!, Japonlar ve Almanlar kafa kafaya verseler,  “varalım gidelim, Rusya ile bir olup Amerika’nın çanına ot tıkayalım” deseler bile olmaz). İsmayılov etnik Rus nüfusun RF içerisindeki düşüşüne değiniyor ve ayrıca bu coğrafyadaki nüfusun bir zamanlar dünya üçüncüsü iken şimdilerde dokuzuncu sıraya düştüğünü, 2040’a gelindiğinde onüçüncü sıraya inmiş olacağını söylüyor. (İlgilenenler Birleşmiş Milletler’in ülkeler için nüfus projeksiyonlarına da bakabilirler). Her ne kadar nüfus her zaman tek başına belirleyici olmayabilirse de, tarih nüfusu düşen her ülkenin mutlaka güç kaybına uğrayacağını, hatta çöküşe geçeceğini göstermektedir. Nüfusun bileşiminde yaşlıların oranı hızla artıyorsa bu daha da geçerlidir. Genel olarak Avrupa’nın durumu da bundan farklı değildir ve geleceğin Pasifik’e ait olacağı en çok bu nedenle konuşulmaktadır. Avrupa hızla yaşlanmakta olup 1940’lardan beri ABD’nin patronajı altındadır ve bunun yerine Rus patronajını tercih etmesi için ne gibi koşulların gerekebileceği ve bunların olabilirliğini tahmin etmek dahi kolay değildir. Çok kutuplu bir sistem olacaksa, bunun kutuplarından birisi zaten Avrupa olamayacaktır. İşin ilginci Dugin Avrupa’nın ABD kolonisi haline düştüğünü de kabul ediyor, Avrupa ne Rusçu, ne Amerikancı olmak istiyor diyor. Bu nedenle Almanya’ya küçük bir imparatorluk öneriyor. Allah akıl fikir ihsan etsin derim.

Gelelim İran ve İslam meselesine. Dugin kitabının “İslam’ın Kutupları” başlığını taşıyan bölümünde İslam dünyasının jeopolitik açıdan faal kutuplarını kendisine göre şöyle sıralıyor: 1) Atlantikçi batının müttefiki olan Vahhabilik (Suudi Arabistan), 2) Şii İran (Atlantikçiliğe düşman ve Avrasyacı), 3) Baascı rejimler (Irak, Suriye, Yemen, Libya, -kitap 1999’da yazıldığı için böyle ifadeler var. Şimdi ABD bu rejimlerin çoğunu silip geçti, kalanları da sıkıştırıyor), ve 4) Aydınlanmış İslam (Türkiye, Mısır, Pakistan, Cezayir, Tunus, Fas). Bu “aydınlanmış İslam” her ne ise,  tanımlanmadığı için yazar adına spekülasyon yapacak değilim. Kitabın daha önceki Moskova-Tahran ekseni bölümünde ise beşli bir tasnif yapmış (anlaşılan kafası karışık). Bunlar 1) İran, 2) Laik Türkiye (acaba bugün ne diyor), 3) Pan Arabizm (Irak, Libya, Sudan, 4) Suudi Vahhabi köktenciliği, 5) İslam sosyalizminin versiyonları (Pan Arabistlerin sol versiyonları). Bu tasnif konusunda yorumda bulunmak herhalde zaman israfı olur. Bunlar içerisinde İran’ı seçme nedenleri ise anti-Amerikancı tutumu, Vahabbiler ve Pantürkizme karşı mücadele içinde olması ve Rusya’ya sıcak denizlere çıkma imkanı vererek “Rusya’ya sınırsız ufuklar açaçağı” şeklindedir. Ayrıca “jeopolitik olarak Almanya’nın Orta Avrupa olması gibi, İran da aslında Orta Asya’nın kendisidir.” İşte bu tespitte biraz gerçeklik payı vardır ama İran bırakın Dugin’in istediği taşeron Pax Persica’yı kuracak güçte olmak, olsa olsa kendi sınırlarını nasıl koruyacağının hesabını yapacak kadar sıkıştırılmaktadır. Kaldı ki, İran devlet geleneği bu tür bir maceranın kendi ülkelerinin parçalanma riskini sonsuz derecede artıracağının herhalde bilincindedir. İran Şiiliği güçlüdür ama toplum etnik olarak homojen değildir. Ama mutlaka, ABD’ye karşı Rus desteğinden dolayı son derece müteşekkirdir, o başka bir şey.

Burada Ermenilerle ilgili söylediklerinin altını çizmek gerekir. Ermenileri Kürtlerle ırk ve dil olarak akraba olduğunu söyleyerek, bu faktörü Türkiye dahilinde jeopolitik sarsıntıları tahrik etmek için kullanmak gerekir diyor. Rusya Federasyonu içerisindeki Türkler de her yönden denetim alınma alınmalıymış. Bir başka yerde “Türkiye’ye karşı Kürtleri ve İran’a yakın halkları (kim bunlar?) laik Atatürkçü kontrolünden çıkarmak niyetiyle ön plana sürmek gerekir. Buna karşı Türkiye’ye güney yolunda ilerleme teminatı verilmelidir. Dugin merak etmesin. Türkiye’de bu kontrol –şayet- var idiyse de, zaten uzun zaman önce çıkarıldı ama ne teminatı verildi, nasıl verildi işte bunu pek bilemiyoruz. Azerbaycan’ın Ermenistan, Rusya ve İran arasında parçalanması ise zaten işgal altındaki Karabağ’daki Ermenileri destekleyen Rus askeri gücü tarafından gerçekleştirilmiş durumda. Ama İran’ın bu plana nasıl baktığını tam bilmiyoruz. 30 milyon’luk Azeri nüfus İran’ın zayıf tarafı da olabilir, bunu çok iyi bilirler. Onlar (adı lazım değil bir başka ülkenin yöneticileri gibi) her şeyin üzerine atlamazlar. Dugin’in Türkiye için söylediklerine dönersek çoğu anlamsız şeylerdir. Türkiye Avrupa devleti olduğunu görmüş(müş), Eğer NATO’dan vazgeçip Avrasya jeopolitiğinin destekçisi olarak davranırsa Rusya Federasyonu da bölgesel jeopolitik yükümlülükleri açısından tarafsız, yani Türkiye’nin garantörü olacak(mış) mış da mış.

Şurası muhakkak ki, ülkesinin parçalanması ve tehlike altında olması bir insanın yaşayacağı en büyük travmadır. Ülkesinin istikbaline güvenemeyen insanların çoğu sağlıksız bir ruh haline girerler ve her türlü saçmalığa kapılabilirler. Nazizim böyle bir ortamda yayılma fırsatı bulmuştu. Benzer görüşlerin şimdi de Rusya’da ortaya çıkması hiç şaşırtıcı değildir. (2011’de yapılan ve Ocak 2012’de yayınlanan bir araştırma Rusların yüzde 43’ünün aşırı milliyetçi bir tutum içerisine girdiklerini gösteriyor. Milliyetçiliğin yükselişe geçmesi Putin’e geçtiğimiz günlerde“ ayrılıkçılık yeni bir çöküş getirir uyarısını yaptırdı). Nitekim Dugin Nazizme karşı sempatisini gizlememektedir. İsmayılov onun Üçüncü Roma (ki Ruslar bunu Fatih’in İstanbul’u almasından sonra kendilerine yakıştırmışlardı), Üçüncü Reich ve Üçüncü Enternasyonal arasında gizemli birlik gördüğünü ve bunu “diyalektik üçlü” (!) olarak adlandırdığını (acaba baba-oğul-kutsal ruh gibi mi görüyor) ve ırkçı bir kurama sahip olduğunu anlatmaktadır. Esasen mistik kavramlar kullanması da Nazizm ile örtüşmektedir. Ayrıntılarını merak edenler en azından İsmayılov’a bakabilirler. Ancak bunların ötesindeki başka genel söylemleri de Nazilere yakındır. Örneğin “ya kurtuluş ya ölüm” gibi bakışlar faşist bir toptancılığa işaret ediyor. Avrasya halkları karşısında da bir tek “Rusya über alles” demediği kalıyor. Ama fikrinin bu olduğu çok bariz. Keza Yahudi meselesine bakışı, onları hasidik-sabetaycı (doğucu-solcu-Avrasyacı) ve talmudcu-rasyonalist (burjuvacı-Atlantikçi) olarak ayırarak ikinci grubun zaman içerisinde “Nasyonel Bolşevik” (terime bakın) ittifakı bozacak şekilde öne çıkması gibi yaklaşımları da dikkat çekicidir. Ama Dugin’e sadece acınacak bir hayalperest olarak bakmamalı. Yükselen milliyetçi dalganın tehlikelerinin bir işaretidir.

Dugin’in kitabında dikkat çeken bir başka nokta da, kendi ifadesiyle, batının üstünlüğü için çalışan Roma Klubü’nün 1967’de kurulmasını takiben, bu grubun Rusya içerisinde bazı çevrelerle temas oluşturduğu, gene bazı tekdünyacı-Atlantikçi kurumların bu ilişkileri zamanla geliştirerek perestorayka hazırlıklarını hızlandırdığı şeklindedir. O dönemde KGB’nin dünya çapında son derece etkili bir istihbarat örgütü olduğu çok iyi bilinir. Bu yabancı girişimlerin en ince ayrıntısını dahi gözden kaçırmış olmaları imkansızdır. Dugin de bunu bildiği için olayı Sovyet yönetimi içerisindeki ilişkilere ve komplolara bağlıyor. (SSCB’nin Roma klubüne gönderdiği Gvişani adındaki profesörün kız kardeşinin Gorbaçov’un yakın mesai arkadaşı Primakov’un eşi olması gibi filan). Evet, batı dünyasının sayısız toplantı, vakıf, konferans, araştırma kuruluşu vs. ile her ülkede ilişki geliştirdiği çok iyi bilinir ama SSCB’nin yıkılışında bunlar birinci derecede bir rol oynamışlarsa buna inanmak kolay değildir. Bütün doğu blokuna karşı yönetilen propaganda ve örtülü çalışmalar ancak oradaki sistemin zaafları üzerinden etkili olabilirdi. Olsa olsa bu söylenebilir. SSCB böyle bir komploya kurban gittiyse “yazıklar olsun” dan başka ne denilebilir. Nedense aşırı milliyetçiler daima bir Yahudi-uluslararası sermaye komplosu bulurlar. Bu arada unutmayalım, Almanya’da Yahudilerin nispeten güvenle yaşadığı dönemlerde Rusya’da pogromlar devam etmişti. Hatta anti semitizmin SSCB döneminde devam ettiğini gösteren sayısız olay vardır.

Günümüzde her ülkede emperyalizmle mücadele için etrafına bakan gruplar var. Bunların bazıları dünya çapında bir anti-kapitalist dalganın ve işbirliğinin yükselmesini bekliyorlar ki, görünür gelecekte bunu gösteren herhangi bir işaret bulunmamaktadır. Buna bel bağlamak, ben mücadele etmeyeceğim demenin bir başka biçimidir. Üçüncü Dünyacılık ise 1950’lerde çıkıp 70’lerde söndü ve zaten ne kapsamlı bir düşünsel temeli var, ne de bir politik iradeye tekabül ediyor. Bunun ötesinde marjinal çevreci veya “fonlanan” gruplar var. Avrasya meselesi ise Ruslara ait bir tutarsız hayalden ibaret. Ama gene de bize Rus politikalarıyla ilgili bir hayli fikir veriyor. Kısacası, boş umutlara bel bağlamak bir işe yaramaz. Biz kendi işimize bakalım. Dünya çapındaki gelişmeleri yakından izleyelim ama gerçekçi olalım. Kimse kendisini aldatarak bir yere varamaz. Mücadele zeminleri gökten zembille inmez. Büyük siyasi depremleri izleyen hareketlilikler bile ancak iğneyle kuyu kazar gibi hazırlanan zeminlerde kök salabilir.

Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir