Avrupa Birliği bir Soğuk Savaş aracı olarak ABD tarafından kurduruldu. Türkiye’nin AB’ye alınıp alınmayacağı kararı da Berlin ve Paris’te değil,
Washington ve New York’da alınır… ve kesinleşmiş olsa bile biz bunu henüz tam bilemeyiz.
mtakad@anafikir.gen.tr
Avrupa’nın Sorunları ve Türkiye’nin AB’den bir kol mesafesinde tutulması
“Avrupa tarihinin en deriz krizini yaşıyor” başlığı her üç yılda bir olmasa da, her beş altı yılda bir mutlaka sayfalarda yerini bulur. Artık bunlara aldırmıyoruz ama efkar-ı umumiyenin hafızası öylesine nisyan ile malul ki, taife-i muhabiran ve muharriran her zaman bunu yutturacak birilerini buluyor. Diğer yandan yıllardır yazdığımız şeyler de adeta elimizde kalıyor. Bunlardan birisi de borç krizidir. Tabii biz buna kriz diyoruz ama başkaları yiğidin kamçısı diyor anlaşılan. Kamu borçlanması arttıkça artıyor ve biz her sefer artık bundan fazlasını kaldıramazlar diyoruz ama pekala da kaldırıyorlar. Yunanistan ve Portekiz nisbeten küçük ülkelerdir. Bütün yaygaraya rağmen sırf onlar yüzünden euro’yu batırmazlar. Bunun maliyeti daha yüksek olur. Ama İtalya’ya bakın. Çok değil sadece birkaç yıl daha böyle devam ederse mütevazi bir faizle bile (ki giderek yükselme eğiliminde) borcunu ödemesi için milli gelirinin yarısına yakınını buna harcaması gerekir. Diğer Avrupa ülkeleri de hızla buna yaklaşıyorlar. Taşeron patron Almanya’nın o kadar borcu yok ama o da verdiklerini geri alamama korkusunu yaşıyor … (gerçekten mi?). Bugüne kadar verdiği borçlarla ihracatını artırıp zenginleşti. Diğerleri de borç alıp harcarken bir gün bu saadet zincirinin kopacağını düşünmediler. Aslında borç alan her ailede mutlaka ödemeyi düşünen birisi vardır ama alışverişe çıkan diğer aile efradı kartlar ödendikçe bunu akıllarına bile getirmezler. Şimdi Yunanistan ve Portekiz’e kemerleri sıkın dediler ve Yunan ahalisi şımarık çocuklar gibi kıyameti kopardı. Efendi, sen otuz küsur yıldır kazandığından çok daha fazlasını harcıyorsun, senin on yıl önce aldığın maaş artışının, değiştirdiğin arabanın borcunu torunun ödeyecek diyene de kulak asmıyorlar (belki de o kadar fena bir akıl değildir hani). Hatta bazı geri zekalı solcular(!) da bunlara aferin diyorlar, sanki bunlar hak savunması yapıyormuş gibi.
Şimdi Avrupa Birliği tekrar oturup düşünecek. Belki de kararsızlık krizidir bir yandan yaşadıkları. Krizden sonraki toplantıların ortak sonucunun karar alınmasını ertelemek olması, bunun bir göstergesidir. Ya politik ve mali mekanizmalarındaki eksikleri giderecek (örneğin ortak hazine kuracaklar ve ellerini taşın altına birlikte sokarak mali disiplin sağlayacaklar), ya da… ne olacak? Bu eksiklikleri giderse bile borç krizi çözülmeyecek ama bu o kadar önemli mi? Kapitalistler acaba ne düşünüyorlar da bundan korkmuyorlar. Bundan elli yıl önce şimdiki borcun onda biri bile onları iliklerine kadar titretirdi. Ne oldu da borca alıştılar? Sonuçta borç dediğin ödeme vaadine bağlanan ve faiz getirisi beklenen bir servet transferidir ve bazen teminatlıdır, bazen değil. Yunanistan’ın borcunun yarısını bir kalemde silelim dediler, zaten nesini alacaklar. Burada önemli olan sistemin işleyişidir. Kısmet olursa buna ileride döneceğim, şimdi daha ziyade politik konulara bakalım. Avrupa ABD’nin sopasının ucunda oynayan bir kukladır. Oynatmak için İngiltere’ye de gerek yoktur, “Merkozy” ve taifesi zaten onların adamıdır. Bu günlere nasıl gelindiğine bakmak için 1945’e dönmeliyiz.
Savaşın sonunda ABD yardımı olmadan ayakta duracak halde olmayan Avrupa sonsuza kadar Amerikan yardımıyla beslenemezdi. Sistemleri işler hale getirilmeli ve Sovyet yayılmacılığına karşı direnmeleri sağlanmalıydı. ABD’nin Avrupa planı, 1947’de yardımı dağıtmak için merkezi Paris’te olan OEEC’nin (Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü) kurulmasıyla ilk aşamasını kaydetti. 1961 yılında OECD’ye dönüşecek olan bu kurum Avrupa Demir Çelik Birliği ile Gümrük Birliği’nin oluşumunun da yolunu açmıştı. ABD bu aşamada 28 milyar dolar harcadı ki, bugünkü değeri trilyonla ölçülür. Öte yandan ekonomik tedbirlerin siyasi tedbirlerle desteklenmesi için başka girişimler başlatılmıştı. Bunların en önemlilerinden birisi 1948 yılında New York’ta kurulan American Committee for a United Europe (ACUE) adlı oluşumdur. Bu kuruluşun ilk başkanı o günlerde serbest avukatlık yapan eski General William J. Donovan idi, ve bu kişi savaş boyunca OSS’in (Office of Strategic Servives) başkanlığını yürütmüştü. Bu bir tesadüf olabilir denirse, savaştan sonra kapatılan OSS’in yerine kurulan CIA’nin ilk direktörü Beddel Smith ile CIA’nın ikinci direktörü olan A. Dulles’ın da Birleşik Avrupa Komitesi’nin kurucuları arasında olduğunu eklemek gerekir. Amerikan İstihbarat liderleri tam kadro buradaydı. Kaldı ki, eski başkanlardan H. Hoover’dan William Fullbright’a kadar Amerikan politika ve finans dünyasının birçok önemli şahsiyeti Avrupa Birliği’nin kurulması için canla başla buraya koşmuşlardı. Ve Avrupa’nın birlik yolunda attığı bütün adımların bundan sonra somutlaşması ve Monnet ile Schuman dahil, vizyoner olarak sunulan tüm Avrupalıların bu kurum ve vakıflardan aldıkları paralarla faaliyet göstermeleri New York’tan yapılan yönlendirmeyi çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Amerikan güdümündeki politikaların desteklenmesinde basın ve entelektüellerin yanısıra sendikalar da her zaman önemli olmuştu. CIA ve büyük Amerikan şirketleri tarafından finanse edilen ve Amerikan Sendikalar Konfederasyonu AFL-CIO’nun uluslararası yan kuruluşu olarak faaliyet gösteren “American Institute for Free Labour Development” adlı kuruluş Avrupa’da tüm diğer faaliyetleri özellikle “eğitimle” desteklemiştir. Birleşik bir Avrupa oluşturulması yolunda bu çalışmalar geliştirilirken, İngiltere de ABD’nin “en hakiki” müttefiki olarak bu oluşumun içine itilmiştir. CIA bu süreçte bir yandan kamuoyu oluşturan kişi ve basın-yayın kurumlarını finanse eder, sergiler, kongreler düzenlerken, diğer yandan da sendikaları kontrol altına almaya çalışmış, bütün bu işlerde kullandığı sivil toplum kuruluşlarını ise giderek çeşitlendirmiştir. (Güdümlü STK’lar bu dönemden itibaren istihbarat kuruluşlarının en temel araçlarından biri oldu.) En önemlisi burslarla parti ve sendikalarda yetişen müstakbel politikacıları “eğitmeleri”dir. İngiltere’de hem muhafazakar, hem de işçi partisi hükümetlerinde her zaman bu tornadan geçmiş bakanlar yer almıştır. Ancak İngiltere Avrupa’da ABD’nin vekilharcıdır. Esas taşeron daima Almanya olmuştur. Bunun nedeni Avrupa Birliği’nin ister istemez Almanya ve onun yedeğine aldığı Fransa’nın etrafında şekillenmiş olmasıdır. Bu Avrupa’nın Roma’dan beri kadim tarihini yansıtır.
Birleşik Avrupa fikri Roma kadar eskidir ama Romalılar Tuna ve Ren Nehirlerinin kuzeyinde yerleşememişler, sonunda kendi yıkımlarına yol açacak Germen kavimlerine boyun eğdirememişlerdir. Bu ayırım o kadar önemliydi ki, aradan bin yıl geçtikten sonra Ren’in kuzeyi Protestan olurken, Roma kültür çevresinin mirasını taşıyan Akdeniz çevresi Katolik kalmıştır. Ne var ki bazı Germen kavimler güneye inerek yerleştiler ki bunların önde gelenleri Fransa’ya yerleşen Franklar ile Kuzey İtalya’ya yerleşen Lombard’lardır. Charlemagne Kutsal Roma Germen İmparatorluğunu kurarken bu iki mirası birleştirmek istemişti, ama söz konusu ünvan kalırken bu feodal imparatorluk kısa sürede dağılmıştı. Charlemagne’ın oğlu Louis ölünce onun oğulları Charles ve Louis tahtın varisi olan Lothair’a karşı işbirliği yaparak 841 yılında “Strasburg Yemini” adı verilen bir belgeyi imzaladılar ve 843 yılındaki Verdun anlaşması ile Louis Ren Nehri’nin doğusundaki Alman arazilerini alırken Charles’a bugünkü Fransa havalisi kaldı. Batı Frankları Fransa haline dönüşürken doğuda kalanlar da Almanya’yı oluşturdu. Aynı kökten gelen bu iki halk Avrupa’ya hakim olmak için sayısız savaş yaptılar ve yüzyıllar sonra Almanların Birliği fikri I. Napoleon’un Prusya’yı işgali sırasında yaygınlık kazandı ve nihayet III. Napoleon’a karşı yapılan 1870 savaşı ile gerçekleşti. Birinci Dünya Savaşı’nda iki halk topyekün bir savaşa giriştiler. İşte bunun en kızgın noktasında yapılan Verdun muharebeleri öyle bir dönüm noktası oldu ki, büyük kayıplar vermek pahasına direnerek burada Almanlara geçit vermeyen Fransızlar bir daha onlara karşı ciddi bir savaş yapmadılar ve Alman üstünlüğünü –dile getirmeden ana içlerinde- kabul ettiler. Belki de tarihe son büyük Fransız lideri olarak geçecek olan De Gaulle İkinci Dünya Savaşı’nda bu teslimiyeti kabul etmedi ama Fransızların ezici coğunluğu kuzeydeki akrabalarına ruhen boyun eğmişlerdi.
Almanlar 1916’da 330 bin kayıpla on ayda alamadıkları Verdün’ü 1940 yılında sadece birkaç saatte ve 200’den daha az kayıpla alacaklardı. O gün teslim olan Fransız askerleri arasında Mitterand adında genç bir piyade çavuşu vardı ve 1986 yılında ülkesinin cumhurbaşkanı olarak Alman Başbakanı Kohl ile burada bir barış töreni yapacaklardı. Fransa 1940 yılında minimum direnişle teslim olmakla kalmadı, halktan büyük destek alan eski Verdün kahramanı Petain’in Vichy hükümeti Hitler’in yeni Avrupa düzenine tamamen entegre oldu. Derhal Gestapo ile işbirliğine giderek Yahudileri, mültecileri ve direnişçileri takip ve imhaya başladılar. 1940-44 arasında Fransızların Nazi’lerle işbirliğinin tarihi, direniş dosyasından yüz kat daha kalındır. Direniş daha çok Alamein ve Stalingrad’ da Almanların yenilecekleri belli olunca kıpırdanmıştır. Savaş bitince işbirlikçilerin birazı cezalandırıldı, nutuklar atıldı, ama en azgınları dışında çoğuna birşey yapılmadı çünkü çok ama çok fazlaydılar. Dönüşüm hızlanmıştı ve Avrupa’da bin yıllık rekabet artık yerini işbirliğine bırakmaktaydı. Ancak tam da bu anda Avrupa Müttefik (Amerikan diye okuyabilirsiniz) ve Rus işgal bölgelerine ayrılmaktaydı.
Amerika bir yandan Rusya ile soğuk savaşın tedbirlerini düşünürken, diğer yanda da Naziler ellerindeki direniş unsurlarını Amerikalılara satarak durumu kurtarmayı umdular ve bunu başardılar. ABD, Avrupa’nın konvansiyonel bir savaşta Almanya olmadan savunulamayacağını biliyordu. Almanya’yı önce ayağa kaldırıp sonra da NATO’ya alırken Nazi’leri affettikleri gibi, çoğunu da göreve çağırdılar. Bunlar arasındaki en önemlisi Doğu Avrupa’daki istihbarat örgütünü Amerikalılara satan General Reinhart Gehlen idi ki, onun Türkiye’deki uzantıları da 1968’den itibaren siyasi cinayetleri işleyenlerdir. Ve bu uzantılardan bir tanesi ölünce ailesinin kavgayla kapıştığı paracıklarının niçin Almanya’dan bavulla getirildiğini de belki daha iyi anlarsınız. Bu başka bir hikaye.
Naziler sisteme entegre ediledursun, OEEC kurulmakta, Avrupa’da işbirliği için tartışılmaktaydı. Önlerinde duran birkaç yıl önce geliştirilmiş modeli aldılar: Naziler kıtaya hakim olunca, Almanlar ileri teknoloji ürünlerini yapacak, diğer ülkeler de işgücü, gıda ve hammadde sağlayacaktı. Ne var ki 1943 yılında Alman savaş plancıları – başta Albert Speer- Avrupa sanayii ile ortaklık ilişkisi kurmanın daha akıllı olduğuna karar verdi. Bu kaba sömürüden daha verimli bir ilişki olacak, üretimi artırırken Fransız, Hollanda ve Belçikalı sanayicilere de daha fazla kar sağlayacaktı. Bunu düzenleyen kişi de bir Fransız bürokratı olan Jean Bichelonne idi. 1943 yılının Eylül ayında Bichelonne ile Speer buluşarak birçok kişi tarafından Demir Çelik Birliği, Ortak Pazar ve Avrupa Birliği’nin esas başlangıcı olarak görülen planlama ve gümrük indirimi sistemini geliştirmişti. İşte Avrupa Birliği ABD gözetiminde Almanya’nın taşeronluğunda bu esaslar dahilinde gelişti ve Almanya sadece bunun değil, komünizme karşı istihbarat ve örtülü operasyonların da taşeronu oldu.
Türkiye ve Yunanistan bu sürecin başından, yani Marshall yardımından beri Avrupa sürecinin içindeydi ama Yunanistan entegre edilirken Türkiye kademe kademe dışarı itilmeye başlandı. Bunun nedeni AB ile yapısal uyumsuzluk (ki gerçekten büyüktür) veya kültür farkları değil politik ortamın değişmesiydi. NATO’nun güneydoğu kanadı ülkesi olan Türkiye’nin bu konumu artık önemini yitirmiş, yerini BOP’deki ılımlı İslam ülkesi rolüne bırakmıştı. Şimdi bu işin bizim için hayırlı yanı AB’ye girmemiş olmamızdır. Hayırsız yanı ise korkunç bir projenin içine itilmemizdir. En berbat yanı emperyalizm tarafından itilen kakılan bir ülke olmamızdır.
AB opsiyonu, belki çok daha uzun bir süre sürüncemede bıraktırılacaktır çünkü bu da Türkiye üzerinde baskı yapmanın araçlarından birisidir. Bedavadan elde ettikleri böyle bir aracı yok etmeleri kadar aptalca bir şey olamaz. Kültür farklılığına gelince bu da önemlidir ama bu AB için bir sorun olmazdı, şayet radikal İslamcılık pompalanmasa idi. Aslında buna rağmen olmaz, isterseniz Fransa’daki Araplara bakın. Ekonomik yük ve uyum ise gerçekten iki taraf için de sorun olurdu. Düşünün AB ülkelerinin toplamında 7.3 milyon tarım işletmesine karşı Türkiye’de bu sayı 4.1 milyondur. Onlar 135 milyon hektarı 16 milyon kişiyle işlerken biz 27 milyon hektarı 20 milyon kişiyle işliyoruz. Bu muazzam farkın yanına onların hektar başına yaklaşık 750 Euro civarında destek verirken bu rakamın bizde yaklaşık 150 Euro olmasıdır. Kısacası AB’nin en iyi niyetle bile Türkiye’yi entegre etmesi çok zordur. Yani politik nedenlerin yanı sıra ekonomik nedenler de sürüncemeyi devam ettirecektir. (Bu konuda 20 yıldır pek çok iddia kazandığımı söyleyeyim. Bunları parayla yapsam zengin olurdum.) Beni en çok eğlendiren de zaman zaman Amerikan yetkililerin Türkiye’nin AB’ye katılımını destekledikleri yolundaki sözleri ve İngiliz basınında bunun yansıması tarzında yer alan bazı değerlendirmelerdir. ABD isteseydi bu çoktan gerçekleşmiş olurdu. Ama bunu bir yana bırakıp başlamış olan sürecin yaratılmış olan fiili dinamiklerine bakalım.
Şimdi Avrupa’da bir yandan merkezi oluşturan Merkozy (ya da Sarkel) var. Bunlar ana üstlenici ve AB’nin yükünü çekiyor. Öte yanda onlara dans etmeleri için Amerikan müziği çalan İngiltere’yi görüyoruz. Geri kalanı ise Benelüks ve Danimarka hariç büyük borçlular (İspanya, İtalya), küçük borçlular (İrlanda, Portekiz, Yunanistan) ve uyum masrafları süren eski Doğu bloku ülkelerinden oluşuyor. Bunların son derece yavaş işleyen bir karar mekanizmaları var. Gerçi sürecin belirsizliğini en başından kabul etmişlerdi. Schuman daha 1952’de “Avrupa hemen veya tek bir plana göre yapılandırılmayacak. İnşa somut başarılarla sağlanacaktır ki bunun ilk adımı fiili dayanışmadır” demişti. Monnet de “kuralların, politikaların, antlaşmaların ve komisyonların yavaş ve istikrarlı birikiminden” söz etmişti. Bir an için sürecin sadece iç dinamikleriyle işlediğini varsayalım. Avrupalılar salt Soğuk Savaş sırasında söz verdikleri için Türkiye’yi istemeden alacak değillerdir. Şimdiki durum onlar için çok daha ehvendir. Ayrıca AB henüz kendi kurumlarını tamamlamaktan çok uzaktır. ABD İç Savaşı federal hükümetin yetkilerini kabul ettirmek için yapılmıştı. Avrupalılar yetkilerin merkezileşmesi için bırakın iç savaşı, bir uzlaşma bile yapamazlar. Ayrıca onları disiplin altına alacak bir yapının ne olacağı konusunda fikirleri bile yok. Temel sorunlarını çözmek için en iyi ihtimalle 25-30 yıla ihtiyaçları var ve muhtemelen de çözemeyecekler. O halde Anglo-Sakson borusuna uymaktan başka çareleri yok.
Avrupa kültürünün uzun ilerlemesi iki büyük savaş ile sona ermiştir. Öyle büyük travmalar yaşadılar ki, 1945’den sonra onlar için hayatın anlamsızlığını yansıtan egzistansiyalizm ve her şeyin belirsizliğini savunan post-modernizm dışında bir görüş üretemediler. Ayrıca nüfusları azalıyor ki, bu tarih boyunca inişe geçen hemen her medeniyet için genel bir göstergedir. Her yüz çift, nüfusun sabit kalması için 210 çocuk yapmak zorundadır. Avrupa ortalaması 135 civarında. Nüfusları hızla yaşlanıyor ve buna rağmen işsizlik var ve buna rağmen büyük miktarda yabancı işçi alıyorlar. Acayip bir dünyaya doğru koşar adım gidiyoruz. Avrupa’nın önümüzdeki süreçte belirleyiciliği olmayacak ve biz de bekleme odasında kalacağız, bir yandan başka sorunlarla uğraşırken.
Türk yönetimleri de bunu pekala biliyor ama bekleme odasından çıkmak onların da işlerine gelmiyor. Bu nedenle Türkiye’yi teftişe gelen, hatta doğrudan Diyarbakır’a inen küstah Avrupalı heyetlere hiçbir egemen devletin onurla kabul etmeyeceği şekilde göz yumuyorlar. Bu nedenle kolay taviz veremeyecekleri konularda eveleyip geveleyip, taviz verebiliriz, biz uyumlu çocuklarız izlenimi yaratmaya çalışıyorlar. Bu arada vakit geçer, biz de sorunu bir şekilde söndürürüz diye düşünüyorlar. Yani bekleme odası iki tarafın da işine geliyor. İşler bir şekilde yürürdü, şu BOP olmasaydı. Bakalım BOP ilerleyince bekleme odası nasıl sorunlar yaratacak. Sorunların büyüklüğü başka faktörlerin yanında, aramızdaki ruhunu satmış işbirlikçilerin gücüyle de bağlantılı olacaktır.
Üyelikle ilgili nihai kararı henüz bilemeyeceğimize gelince, bunun nedeni emperyalizmin bizi nasıl şekillendirmek istediği ve bizim buna nasıl direneceğimiz konularında henüz son sözlerin söylenmemiş olmasıdır. Dolayısıyla ortaya çıkacak bileşke bugün için meçhuldür ama emperyalizm halen bizden çok daha sıkı ve kapsamlı bir çalışma içerisindedir. Öte yandan bunu tahmin edebiliriz tabii, ama koşullar mevcut kararları da değiştirebilir. Emperyalizmin politikada sonsuz deneyi ve esnek yanları vardır. Israrlıdır ama uzun süreler için geri adım atabilir. Türkiye için 1922’den 1980’lere kadar bekledikleri gibi.
Mehmet Tanju Akad