Search
Close this search box.

Bir Gazetecinin Suriye’de Gördükleri-Düşündükleri

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

TMMOB’un 1 Aralık 2012 tarihinde yaptığı HATAY KENT SEMPOZYUMU’nda

“Suriye’deki Olayların Hatay’a Yansıması”nı ele alındı ve Şubat 2013 tarihinde rapor haline getirildi. Bu sempozyuma katılanGazeteci-Yazar Fehim Taştekin’in konuşmasına yer veriyoruz.

Başlık tarafımızdan konmuştur.

 

FEHİM TAŞTEKİN (Gazeteci-Yazar)- (… …) …bu gerekçe, maalesef, çok temel bir gerekçe değil. Orada öldürülenlerin üçte biri, yaklaşık olarak üçte biri güvenlik görevlilerinden oluşuyor. Yani bu kadar güçlü bir ordu üçte bir oranında da kayıp vermiş. Kayıpların üçte biri kadarı güvenlik görevlileri. Demek ki burada bir iç savaş hali var, bir çatışma hali var. Buna bir nefsi müdafaa demek zor.

Türkiye, Şam yönetimine cephe alırken bir başka efsaneyi kullandı; Alevi azınlık rejimi efsanesini kullandı. Rejimi tahlil ettiğimiz zaman, Suriye’de bir azınlık rejimi var, doğru; ama bu bir Alevi azınlık rejimi değildir. İkisi birbirinden farklı şeyler. Azınlık rejiminden kasıt, bir çıkar grubunun her şeyi tekeline aldığı; iktidarı, parayı ve bürokrasiyi tekeline aldığı bir yapıdır. Ama burada bunun rengi Alevi rengi değildir. Sünni orta sınıf, rejimin asıl payandasıdır, Aleviler değil. Devlet Başkanının Alevi olması, çok fazla Aleviler hesabına yazılacak bir artı değer getirmemiştir. Hatta ben, “En Sefil Azınlık Aleviler” diye bir yazı da yazdım Radikal gazetesinde, epey bir gürültü de kopardı. Bürokraside Sünniler çok ciddi bir hakimiyet sağlıyorlar. Bazı yerlerde yüzde 80, bazı yerlerde yüzde 90 oranında Sünniler bürokraside hakimler. Aleviler sembolik olarak üst düzey kadrolarda belli yerlerde varlar, doğrudur; ama Kabinede en fazla bir ya da iki Alevi bakan oluyor. Başbakan, genelkurmay başkanı, savunma bakanları şimdiye kadar genelde Sünnilerden oldu, çok az da Hıristiyanlardan oldu. Geçmişte ardı ardına dört Kürt başbakan gördü Suriye. Bunlar hiç konuşulmaz. Haliyle, burada, siz daha iyi biliyorsunuz, ama Aleviler çoğu yerde kırsal alanlarda yaşarlar ve devletin iltimasından herhangi bir şekilde faydalandıkları da söylenemez.

Burada çok tehlikeli bir söylem kullanıldı. Türkiye’deki Alevileri de yok sayan ve rahatsız edecek tehlikeli bir dil hunharca kullanıldı maalesef. Türkiye’deki Alevilerin bundan etkilenmemesi için de Nusayri kavramı tercih edildi. Bunun tehlikesini Hatay’da gördük ve Hükümet bu konuda biraz hata yaptığını da anladı.

Tartıştığımız bir başka mesele de şu: Burada, Suriye’de, Suriyelilik kimliği bir ulus kimliği olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye’de nasıl Türkiyelilik kimliği varsa, Suriyelilik kimliği de Suriye’de çok belirgin bir tanımlama biçimidir. Sünni ve Alevi ayrışmasını gözeten bakış açısı, daha çok Türkiye’den ve dışarıdan yapılan bir analist taktiğidir. İçeride bunu çok fazla göremiyorsunuz. Hatta bunu hakaret olarak algılıyorlar. Yani Şam’da birisine, “Siz Sünni misiniz, Alevi misiniz?” derseniz, size ters ters bakar. Kimisi bunun açık bir hakaret olduğunu yüzünüze söylemekten de çekinmez. “Bu soruyu neden sordun?” diye de terslenebilirsiniz. Ben çok terslendim çünkü. Ama bu mezhepçi okuma son birkaç yıl içerisinde, özellikle Türkiye’nin yeni siyasi elidinin çok kullandığı bir yöntem haline geldi. Yani herkesi kuşatıyoruz derken, insanlara mezheplerini hatırlatan bir yaklaşım sergileniyor. Bu bölgenin insanlarının çok da alışık olduğu bir şey değildir bu. Ama böylesi bir yanlışlık yapıldı ve ayrışma şimdi Suriye sokaklarında da kendini göstermeye başladı. Az önce söyledim, bu bir mezhep çatışmasını beraberinde getirmese de, bir ayrışmayı beraberinde getirdi maalesef.

Burada Suriyeli insanlar daha çok meseleyi artık bir Suriye meselesi olarak görüyorlar. Bundan şunu kastediyorum: “Ülkeye yönelik bir komplo var, ülkenin savunulmaya ihtiyacı var. Bu bir rejim savunması değil, bir Suriye savunmasıdır” diye düşünüyorlar. Haliyle, bir üst kimlik olarak, bizim aşiret devleti, Arap devleti diye küçümsediğimiz; ama sonuç itibarıyla Arap milliyetçiliğinin aslında merkezi olan, kalbi olan ve Arap entelijensiyasının ve aydınlanmasının merkezi olan Suriye, kendi kimliğini üretmiş ve bu kimlik bugün bu çatışma ortamında da dağılma ve saldırı karşısında bir koruyucu kalkan görevi görüyor, psikolojik bir kalkan görevi görüyor. “Suriye rejimi neden dağılmadı, neden çökmedi?” sorusuna yanıt alırken, işte bu üst kimliğin bütünleştirici etkisini dikkate almamız gerekiyor.

Azınlık hesabı yapıldığında, “Eğer yüzde 80-85 çoğunluktaki Sünni halk ayaklandıysa, bu rejim çöker” hesabı yapanlar için söylüyorum -ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti bunu yaptı- böyle bir gerekçe sağlıklı olmadığı için, çökmedi rejim. Yani sonuçta ordunun ana kaburgası Sünnilerden oluşuyor. Operasyonları yapan ordunun ana gövdesi Sünnilerden oluşuyor. Ki bunlar kanlı operasyonlar, ağır operasyonlar, ölümcül operasyonlar, yıkıcı operasyonlar. Bunlar Alevi subaylar tarafından yapılmıyor. Hama’yı vuran, Humus’u vuran subaylar Sünni subaylar. Haliyle, “Sünni çoğunluk isyan eder” efsanesi gerçek değil, olmadı, olamadı. Türk Devletinin Şam’a arkasını dönerken, köprüleri atarken, “Nasıl olsa birkaç ay içerisinde bu rejim çöker” derken yaptığı hesap buydu. “Azınlık iktidarı, çoğunluk isyan edince tarumar olur.” Ama böyle bir şey yok, böyle bir şey olmadı.

Çok tartıştığımız bir başka konu, “Bu bir troksi savaşı mıdır, yani vekalet savaşı mıdır, yani bu bir konto mudur?” şeklinde çok sık tartışılan bir şey.

Suriye, az önce dediğim gibi, konjonktürel olarak kendi haline bırakılmayacak bir yer. Hatta eski Amerikan Dışişleri Bakanı Condolisa Rice geçen hafta enteresan bir şey söyledi; henüz coğrafi anlamda harita operasyonunun tamamlanmadığı bir yer olarak bahsetti Suriye’den. Suriye’yi öyle görüyorlar. Yani Suriye ve Irak’ı birlikte değerlendirdiğimiz zaman, Lübnan’ı da dahil edebilirsiniz buna, bu coğrafyaya taşların oturmadığı, haritanın henüz şekillenmediği, yarım kaldığı bir yer olarak bakıyor Amerikanneocon damar. Mesela, burada, tamamlanması gereken haritada bir Kürt devletinin olması gerektiğini düşünüyorlar. Olacaksa, buna bir itirazım yok tabii de, bunun neyin pahasına olacağı önemli, yani bu toplumlara neye mal olacağı önemli. Ben daha çok işin o tarafıyla ilgileniyorum.

Böyle olunca tabii ki bu iş bir vekalet savaşına dönüşebiliyor. İç dinamiklerle başlayıp, iç dinamiklerle devam ederken, birdenbire bu iş vekalet savaşına dönüşüyor. Vekalet savaşından kastımız şu: Bir tarafta Suriye rejiminin destekçileri var, Rusya, İran gibi; örgütsel olarak Hizbullah var, dolaylı olarak Irak var. Bunlar silah ve maddi destekle Suriye rejimini destekliyorlar, bu savaşın bir tarafında yer alıyorlar. Diğer tarafta muhaliflerin destekçileri; Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve Batı var. Suriye, bu iki kampın güç mücadelesinin yaşandığı yere dönüştü, bu iki kampın karşılaştığı yere dönüştü. Biz, Suriye’deki krizi iç dinamikleriyle konuşurken, bir de bu şekilde dış etkileri ve dış cephesi var işin içerisinde. Haliyle, bu bir yanıyla iç savaştır bana göre. Ki Suriye rejimi, iç savaş argümanını kabul etmiyor; “Bunlar çete, bunlar terörist” diyor ve “Ben, teröre karşı operasyon yürütüyorum” diyor, tam da Amerikalıların sağa sola müdahale ederken kullandığı argümanı kullanıyor. Ama bir tarafıyla da Katar’ın, Suudi Arabistan’ın para ve silah desteğiyle, Amerika’nın lojistik ve koordinasyon desteğiyle, Türkiye’nin hepsini birden kucaklayan, tüm bu söylediğim destek mekanizmalarıyla işin içerisinde yer aldığı bir savaş var. Haliyle, bu, aynı zamanda bir vekalet savaşıdır.

Kim savaşıyor içeride? Bu da önemli. Üç tane grup öne çıkıyor Suriye içerisinde. Birincisi, bu rejimle sorunu olan ve bu rejimi değiştirmeye çalışan ve kendilerine Genel Koordinasyon Komiteleri diyen, bunlarla birlikte hareket eden, liberal, laik, sol tandanslı bir grup var. İkincisi, Müslüman Kardeşler’in öne çıktığı ve İslami söylemler kullanan, ama bu laiklerle birlikte de hareket edebilen, yer yer ayrışan, yer yer birlikte hareket eden bir yapı var. Bir de Selefiler var. Bu Selefiler’in sayıları düne kadar 3-4 gruptu, şimdi 14’e çıkmış. Bunlar da ikiye ayrılıyor; bir yerli Selefiler var, bir de dışarıdan gelen savaşçılar var, seyyar mücahitler, küresel mücahitler var. Buların sayıları, dışarıdan gelenlerin sayıları kimilerine göre 5 bin, kimilerine göre 8 bin, kimilerine göre 3 bin. Ama muhaliflere sorarsanız, yüzde 1’i geçmez diyorlar. Ben daha fazla olduğunu düşünüyorum. Ama dışarıdan gelenler ve içerideki Selefiler, bunlar bir bileşke ve ortak hareket ediyorlar. Bunların, dediğim gibi, 14 tane grubu var ve bu gruplar savaşkan, savaşmayı bilen, gözü pek, ölmeye hazır gruplar oldukları için, bu süreçleri çok hızlı bir şekilde çalabildiler, yani inisiyatifi sahada bunlar ele geçirebildiler.

Bunlar içerisinde ordudan ayrılanların oranı… Özgür Suriye Ordusu diye bir üst şemsiye var. Bu üst şemsiye sadece bir şemsiye, böyle bir komuta merkezi, herkesin bağlı olduğu bir yerden bahsetmek pek mümkün değil. Herkes kendine Özgür Suriye Ordusu diyor. Ama dediğim gibi, “Türkiye’de komuta merkezi var” şeklinde bir şey söyleniyor; ancak, bu Türkiye’deki komuta merkezinin hiçbir şekilde içeriyi koordine etme yetkisi, yeteneği, kapasitesi yok, bunu biliyoruz. Hatta Hatay’da rahatsızlıklar başlayınca, hatırlarsınız, onlar, “Biz Suriye içine taşındık” diye açıklama yapmışlardı. İki gün sonra sessiz sedasız geri geldiler, Mustafa Şeyh ile Riyad Esad, Türkiye’de üslenen komutanlar. İçeridekiler, bunlara, “Siz kimsiniz? Defolun gidin” dediler ve bunlar iki gün sonra Halep’te geri döndüler.

Başka süreçler var, vakit kalırsa onları da anlatırım; ama demek istediğim, böyle bir şemsiye örgüt var. Bu şemsiye örgüt, dışarıdan para talep edebilmek, para transferini kolaylaştırmak için herkesin ihtiyaç duyduğu bir şemsiye. Ama içeride herkes kendi konseylerini kurdu. Her şehirde, neredeyse her köyde -muhaliflerin üstün olduğu yerleri söylüyorum- ya da çatıştıkları yerlerde kendi konseyleri var. Sivil konseyleri var, askeri konseyleri var ve bu konseyler organize oluyorlar, bu savaşı yürütüyorlar. Bunların birbirleriyle ilişkileri çok sakat ve potansiyel olarak, eğer rejim devrilirse, o zaman da birbirleriyle savaşacaklar, bu kesin. Çünkü mesela Halep’teki laik liberal savaşçılar, “Evet, biz iktidara geldiğimizde bu Selefiler’i halledeceğiz” diyorlar. Halletmek nasıl olacaksa öyle olacak, muhtemelen kanlı bir şekilde olacak. Bir de bunun sivil kanadı var. Sivil kanatta muhalifler bölünmüş durumdalar. Önce Türkiye, bu işin angajmanıyla, Suriye Ulusal Konseyini kurdurttu. Bu konsey 129 ülke tarafından kabul edildi. Fakat konsey Kürtleri içine alamadı. Konsey, dış müdahaleye karşı çıkan başka şemsiye gruplar var, mesela Heysan Memna’nın öncülük ettiği bir grup var, bunları da içine alamadı ve dar çerçevede, Müslüman Kardeşler’in dominant olduğu bir örgüte dönüştü. Bu örgüt sahada hakimiyet sağlayamadı, sahada organizasyonu güçlü hale getiremedi. En önemlisi, Kürtleri kendi içine alamadı. Bunları yapamayınca, yine Amerika işin içine girdi, müdahale etti ve Doha’da yeni bir koalisyon kurdular. Suriye Ulusal Koalisyonu adını alan bu koalisyonda Kürtler yine yok. Kürtlere ne kadar koltuk ayıracakları belli değil, Kürtler hâlâ olumlu yanıt vermediler. Müslüman Kardeşler, “Daha fazla koltuk isteriz” diye restleşme içerisinde. Yani Suriye Ulusal Konseyinden farklı bir yapı ortaya çıkaramadılar. Ama bir şeyi başarıyorlar gibi; içeride daha mobilize hale geldiler, daha iyi organize oldular. Bu organize olmanın bir taahhüdü var; “Eğer iyi organize olursanız ve inisiyatifi Selefiler’e kaptırmazsanız, Esad rejimine karşı omuzdan atılan, yerden havaya füzeler dahil, bu tür silahları vereceğiz” diye taahhütleri var. İki hafta önceydi galiba, Riyad’da böyle bir toplantı yapıldı; Özgür Suriye Ordusunun temsilcilerine, “Bu Selefi grupları nasıl bastırırsınız ve biz size nasıl daha kolay silah veririz?” diye, Amerikan Büyükelçisi dahil, Batılı büyükelçilerin, hepsinin katıldığı bir toplantı oldu ve burada bunun müzakereleri yapıldı.

Demek istediğim şey şu: Eğer iyi organize olmuş bir muhalefet yapısı ortaya çıkarsa, Amerika, kendisi bizzat vermeyecektir, ama daha güçlü silahlarla bu savaşı büyütecektir. Obama yönetiminin savaşa girmeye, savaşa asker göndermeye ve doğrudan silah göndermeye niyeti yok. Türkiye bunu çok istiyor, ama Amerikan yönetimi bunu istemiyor. İstememesinin nedeni de şu: Suriye, Ortadoğu’nun bir cüzü, yani Ortadoğu’nun bütün unsurlarını barındırıyor. Bu savaşın Suriye toprakları dışına taşması Amerika’yı korkutuyor. Yönetilebilecek bir kriz olarak görmüyor Amerikan yönetimi bunu. Yani evet, Suriye rejimi çökmelidir, çökertmek için elinden geleni yapacaktır; ama öyle bir çöküş olacaktır ki, hani binaları akıllı patlatmayla yıkıyorlar ya, o şekilde içeriden çöküş olacak ve dışarıya değil, içeriye çökecek. Böyle bir çöküş planlıyor, öngörüyor. Kırpıla kırpıla diz çöktürecekler bu rejime. Ama bu rejim yıkılırken, bu savaşın, bu alevlerin mesela Irak’a sıçramaması lazım, Lübnan’a sıçramaması lazım vesaire. Çünkü sıçrarsa, Amerika’nın bölgedeki bütün denklemlerini etkileyecektir. Unutmayalım, Amerika’nın bölgede en az 19 tane kritik üssü var ve bu üslerin hepsi İran’ın füze menzili içerisinde. Bu savaşı büyütüp, işin içine İran’ı almayı göze alamıyorlar. O nedenle de, düşük ateşte rejimi pişire pişire yok etme hedefi güdüyorlar. Füze vermemesinin nedeni de şu: Bu Selefi gruplar bir gün bu füzeleri Amerikan hedeflerine de yöneltebilirler, bundan korkuyor Amerika. Onun için de, CIA, Türk istihbarat teşkilatıyla birlikte, sahada, Türkiye sınırları içerisinde, silahlar kime gidecek, nasıl organize olacaklar, İstanbul’da kurulan silah karaborsasından alınan, Katar ve Suudi Arabistan’ın parasıyla alınan silahlar nereye kanalize edilecek, tüm bu işlere birebir el atmış durumda.

Hakikaten anlatılacak çok şey var. Türkiye’nin neden bu işe bu kadar angaje olduğu çok tartışılıyor. CHP’nin kullandığı bir söylem var; “Taşeron mu, değil mi Türkiye?” diye. Bir taraftan bu işin bir BOP projesi olduğunu düşünen insanlar var, bir taraftan Türkiye’nin taşeronluk yaptığını düşünen insanlar var. Naçizane, birçok kesimle görüşen, yani Batılılarla da, Doğulular da, Hükümet kanadıyla da, Dışişleri kanadıyla da görüşebilen birisi olarak benim okumam, bu gelişmelerden okuduğum şey şu şekilde: Bu bir BOP projesi değildir, Büyük Ortadoğu Projesi değildir, Hükümet de taşeron değildir. Hükümet, kendi adına bir şeyler yapıyor, Amerika ile çıkarları örtüşüyor, Amerika adına hareket ediyor; Amerika ile yeri geliyor çatışıyor, yeri geliyor işbirliği yapıyor ve böyle bunalımlı bir süreci eline ayağına bulaştıra bulaştıra götürmeye çalışıyor. Bunlar kişisel kanaatim. Kolay tanımlamalar ve kolayca işin içinden çıkmamıza yarayan şeyler. Ama iş çok derin ve bu iki saptamayla içinden çıkmak çok zor, çok kolay değil.

Ortadoğu’daki süreçte Büyük Ortadoğu Projesi Amerika tarafından yürürlüğe konulduğu zaman iki şey oldu: 2006’da Filistin’de seçimler oldu, Hamas iktidara geldi. Amerika’nın terör örgütü saydığı Hamas. Lübnan’da seçim oldu, Hizbullah iktidara geldi. O da Amerika’nın terör örgütü saydığı bir yapı ve Bush yönetimi, “Yahu, bu Büyük Ortadoğu Projesi herhalde bizim işimize yaramayacak” diyerek bunu çöpe attı, rafa kaldırdı. Ama Ortadoğu’yla ilgilenmeye devam ettiler. Mesela, Mübarek 82 yaşındaydı ve Amerikalılar, “Bu kadavra nasıl olsa devreden çıkacak, biz bunun yerine ne koyacağız? Bunun yerine Müslüman Kardeşler gelirse ne olur?” diye, bununla ilgili pazarlıklar yapıyorlardı. Fakat hiçbirisinin öngörmediği hızda bir patlama oldu ve mesela CIA burada çuvalladı. CIA, Tunus’u kestiremedi, Mısır’ı kestiremedi.

Size çok tuhaf gelebilir, ama Mübarek’in devrildiği gece, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile bir otel odasında röportaj yapıyordum ve o anda Hillary Clinton aradı, benim yanımda görüşme yaptılar. Şunu anladım: Amerikalılar da burada ne yapacaklarını aslında adam gibi bilmiyorlar. Hani öyle önceden planlar yapmışlar, teker teker bu planlarını uyguluyorlar gibi gelmedi bana. O konuşmalardan çıkardığım sonuç bu. Daha çok, kendiliğinden gelişen bir süreci nasıl tekelimize alabiliriz, nasıl yönetebiliriz, nasıl yönlendirebiliriz ve nasıl rayından çıkarabiliriz diye, bunun hesaplarını yaptıklarını anladım. Mesela, Tunus’ta, evet, halk isyan etti; bu isyan, programlanmış bir isyan değildi. Sonuçta bir işportacı, Muhammed Buazzizi’nin kendisini yakması sonucu ortaya çıkan bir şeydi. Bir onur mücadelesiydi onunki. Çünkü bir kadın zabıta memuresi, herkesin önünde işporta tezgâhına el koymakla kalmayıp, geri isterken buna tokat atıyor. Bu tokadı yediremiyor kendisine Buazzizi. Yani hem işinden oluyor, hem tokat yiyor ve kendini yakıyor. Bu video birdenbire internete düştü ve insanlar artık bıkmışlar, bir doygunluk var, öfke patlaması oldu. Bu bir plan değildi. Bunun etkisiyle, ekonomik daralma, fiyat artışları… Mesela, biz 2009 ve 2010’u şöyle haberlerle geçirdik: “Çok sayıda yerde ciddi ekonomik sorunlar var, fiyat artışları var, gıda fiyatları artıyor ve her yerde bir hareketlilik var.” Ölmüş işçi sendikalarının dirildiğini gördük. Mısır’da, şurada, burada işçi sendikaları var çok ciddi; ama hiçbir fonksiyonu yoktu ve bunlar dirilmeye başladılar. Bu bir süreç. Öyle bir patlamayla bu süreç geldi.

Amerika, bu süreçte tedirgin oldu. Ne yapacak? Oyun bozuluyor. Çünkü Ortadoğu’da Amerika’nın Camp David Düzeni diye bir düzeni var, İsrail’in güvenliğine endeksli bir yapı ve “Bu yapı acaba nasıl bozulacak, bu yapı tehlikeye girecek mi?” diye, bununla ilgili tedbirler alıyor. Burada en iyi kullanabileceği ülke Türkiye. Çünkü her şeye doğrudan müdahale edemiyor Amerika. Amerika’nın kredisi inanılmaz derecede yerlerde sürünüyor ve artık tepki çekiyor. En iyi kullanabileceği ülke Türkiye’ydi ve Türkiye’yi burada sonuna kadar kullandı. Türkiye de Arap dünyasına açılayım derken bu fırsatı lehine çevirmeye çalıştı. Yani Tayyip Erdoğan da bu fırsatta kendisine Arap sokaklarında bir kahraman figürü elde edebileceğini hesap etti ve ona göre hareket etti. Libya bu süreçleri çalmanın bir halkasıydı. Hepiniz o süreçleri yaşadınız. Amerika’nın süreçleri tekeline alma girişimiydi. Suriye’de bu işin zirvesine vardı.

Son bir dakikada ne anlatabilirim size, onu düşünüyorum şimdi. Başlıklar yazmıştım, bunlardan bahsederek konuşurum diye; ama zaman yokluğundan mecburen yarısının üzerine çizeceğim. O zaman, son bir dakikayı Türkiye’ye ayırarak tamamlayayım.

Türkiye, buradan, hızlı bir şekilde, 3 ay gibi, sonra 6 ay gibi bir süre içerisinde Şam’da büyük bir rejim değişikliği olacağını hesapladı, yeni rejimin kurucu unsuru olarak Ortadoğu’da büyük bir güç olacağını vehmetti, hesabını buna göre yaptı. Ama mesela bunun bu kadar uzayacağını düşünemedi ve de Kürt meselesini düşünemedi. Birdenbire Kürtler fiilen kendi bölgelerinde inisiyatifi ele aldılar. Bu, Esad’ın da işine geldi; Esad da yeni bir cephe açmaktansa, oraları Kürtlere bırakmayı tercih etti. Sonuçta Türkiye kucağında devasa bir sorunla karşı karşıya kaldı.

Hatay’dan biraz çekildilerse, bu sizin hassasiyetinizdendir. Bu bir. İkincisi de, Kürt bölgesine ağırlık verdiklerindedir. Resulayn’a niye girdiler? Orada PYD var. PYD, PKK ile ilintili diye, PKK ile özdeş diye, bunun reklamını yaparak, oradaki Kürt hareketini ve Kürt yapılanmasını bastırmaya çalışıyor Türkiye, “İzin vermeyeceğiz” diyor. Kuzey Irak’taki Kürtlerle stratejik ortak oluyor, ama Suriye’deki Kürtlerin haklarını bastırmak için uğraşıyor. Böyle ikiyüzlü bir politika tercih ediyor ve bütün enerjisini o bölgeye verdi. Çok tehlikeli, çok riskli bir oyun tezgahlanıyor maalesef. Resulayn’a binlerce kişi Türkiye tarafından sokuldu, orada Kürtlerin hakim olduğu alana müdahale edildi, PYD ile çatışma yaşandı. Fakat benim öğrendiğim kadarıyla, Resulayn’ın yarısı, batı tarafı Arap. Bu Resulayn’a sokulanlar, Özgür Suriye Ordusundan ayrı hareket eden, onlara bağlı olmayan, komutasında olmayan Nusra Cephesi ile Şam Grubudur. İki tane grup. Selefi gruplar bunlar. Türkiye, bu Selefi grupları otobüslerle taşıyıp, sınırdan geçirdi -başka iddialar da var, ama onları ispatlayamadığım için burada çok açıkça söylemek istemiyorum- ve orada Kürtler ile Araplar karşı karşıya kaldılar. Allah’tan, bir çatışma olmadı. İnsanlar öldü; ama oranın halkıyla, Kürtler ile Araplar değil, dışarıdan gelenler ile Kürtler arasında çatışma çıktı. Baktılar, bu olmayacak, “Özgür Suriye Ordusu Komutanlığı”, bu çatışmayı desteklemediğini, o iki grubun sorumluluklarını üstlenmediklerini deklare ederek, bir şekilde Kürt-Arap çatışması önlenmiş oldu. Ama burada asıl önemli olan, Türkiye’nin müdahalesiyle olası bir Kürt-Türk çatışmasıdır. Türkiye, oradaki Kürtlerin oluşumuna daha fazla müdahale ederse, Kürtler ile Türkler maalesef çatışmaya girebilirler, böyle bir tehlike var.

SALONDAN- Bundan sonraki süreçle ilgili neler öngörüyorsunuz?

FEHİM TAŞTEKİN- Tabii, her şey bundan sonra kimin ne yapacağına bağlı. Suriye muhalefetini yeniden organize eden Batılı güçler, eğer organizasyon şeması istedikleri gibi oluşursa, silah yardımını arttırarak, rejimin çöküşünü hızlandırmak istiyorlar; ama burada işler çok iyi gitmiyor. Az önce söyledim, Doha’da yeni bir süreç başlatıldı ve bu süreçte hem askeri, hem de sivil muhalefeti bütün kesimleri kapsayacak şekilde bir yapıya evriltmeye çalıştılar. Hatırlarsınız, Clinton’un bir lafı vardı; Suriye Ulusal Konseyinin üzerini çizerken, bunların sürgünde yaşayan temsilciler olduğunu, içeriyi temsil etmediklerini, 30-40 yıldır dışarıda yaşadıklarını söylemişlerdi. Halbuki o yapıyı kendileri kurdu. Yani kendi yaptıkları şeyi… Hazreti İbrahim’in hikayesine benziyor biraz bu. Hani helvayı put olarak yapıp, acıkınca yediler. Ona benziyor birazcık.

Yeni yapıda da içeriyi temsil eden, yani içeriden savaşan muhalifleri temsil eden güçlü ve yeni bir çatı örgüt kuramadılar; ama Fransa’nın, İngiltere’nin ve Türkiye’nin -henüz Türkiye elçi olarak kabul etmedi, ama temsilcilik açtıracak- Suriye Ulusal Koalisyonunun elçi atamasına yeşil ışık yaktılar ve elçiler atandı. Bu, şunu gösteriyor: İstedikleri olmasa da, bir meşruiyet zemini oluşturacaklar silah akışı için. Bir resmi temsilci gibi bu muhalefetlere dönüp silah gönderecekleri anlamına geliyor. Helikopterin düşürülmesi, yerden havaya fırlatılan roketlerin sahaya etkili bir şekilde ulaştığı anlamına geliyor. Katar’ın 40 tane omuzdan fırlatılan uçaksavar verdiğine dair bilgiler var son dönemlerde. Bundan ne çıkar, rejimin sonunu getirebilirler mi? O kadar kolay değil.

Dün akşam sohbet ederken söylemiştim; Necef’te Suriyelilerle karşılaştım. “Çöplerinizi topluyorlar mı?” dedim onlara, “Topluyorlar, devlet çöpümüzü topluyor” dediler. “Peki, maaş ödüyor mu?” dedim, “Hâlâ maaş ödüyor” dediler. Demek ki devlet, “fair state” dedikleri iflas etmiş devlet konumunda değil; devlet hâlâ devlet olarak devam ediyor. Bu durum ne kadar sürer, yani bu rejim ne kadar ayakta kalır, bilemem; ama Saddam’ın fişini çektikten sonra Saddam 13 yıl Irak’ta kaldı. Esad rejimi bir tarafıyla kamplaşma nedeniyle halkın bir kısmının rejim etrafında kenetlenmesini sağladı; ama ağır operasyonlar nedeniyle de halkın ciddi olarak öfkesini de çekmeye başladı ve halk, ölüm-kalım savaşı verir duruma gelmiş durumda. Bu gücünü ne kadar sürdürür, bilemem; ama bilebildiğim ve öngörebildiğim tek şey, burada bu savaş bitmeyecek, bu savaş içeride yıllarca devam edecek; yani bir cephe biter, öteki cephe açılır. Araplarla mezhepsel gruplaşmalardan kaynaklanan bir çatışma olabildiği gibi, Türkmenlerle Araplar, Araplarla Kürtler bu bölgede maalesef çatışmaya devam edecekler gibi geliyor bana; kim iktidara gelirse gelsin, rejim devrilsin ya da devrilmesin.

Türkiye açısından, Ankara’nın gözü kararmış durumda; yani sağlıklı bir analiz yapacak insan kalmadı, sağlıklı analiz yapacak insanları da düşman ilan ediyorlar. Onun için, Ankara bu politikalarını ne kadar sürdürecek, onu bilmiyorum. Artık insanlar, “2014’te başkanlık seçimine kadar böyle gider, ondan sonra değişir” demeye başladılar. Akıl sır alır gibi değil hakikaten. Başbakanın her şeyi kişiselleştiren bir tarafı var. Az önce taşeron meselesini konuştuk ya, dış politikada mesele şahsileştirilmez, dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yoktur; yani devletler bir yerde hata yaptıkları zaman çark edebilirler, bu yadırganmaz ya da birisine bir şey yaptıramadıysan, diplomasi kanalları ısrarla devam eder. Makas değişir, politika yine devam eder. Ama Türk dış politikası ve Başbakanın politikası inanılmaz derecede şahsa endeksli, kişisel onura endeksli bir politikaya dönüştü ve bu çok belirleyici hale geldi. Başbakan bu huyundan vazgeçmeyeceğine göre, Türk dış politikası da muhtemelen böyle devam edecek.

Buradaki temel faktör, Türkiye’nin politikasını değiştirip değiştirmemesi. Çünkü Şam’da siyasi süreçle barışçıl bir çözüm için uğraşan BM Temsilciliği şunu söylüyor: “Türkiye silah ve militan akışını durdurmazsa, biz, siyaseten bir çözüm bulma konusunda hiçbir şekilde Suriye yönetimini ikna edemeyiz.” Burada temel eksen Türkiye. Bakıyorum, Ankara politikalarını değiştirecek gibi durmuyor, hâlâ ısrar ediyor. Avrupa frene bastı, Amerika bu işi yavaştan alıyor. Onların hepsinin nedenleri var. Türkiye ise ha bire bastırıyor, işi NATO’nun meselesi haline getirmeye çalışıyor ve NATO’da madara olmuş durumdayız; yani NATO’da Türkiye’nin inandırıcılığı kalmadı. Uçak düşüyor, Türkiye yalan yanlış bilgilerle NATO’dan destek almaya çalışıyor. NATO da müttefik, verecek; ama istemeye istemeye. Rasmussen’in açıklaması çok enteresandır: “Destek verirken müttefiklerin talepleri sorgulanmaz” diyor. Demek ki sorguluyorlar içeride. Türkiye inanılırlığını yitirdi. Pentagon yetkilileri sınırdaki çatışmalar için istiyorlar ki, Türkiye’ye tamamen arka çıksınlar, ama Pentagon yetkilileri şunu diyor: “Böyle sınır çatışmalarında mermiler düşer, kimin attığı da belli olmaz.” Yani Türkiye’yi resmen ortada bırakan… Çünkü Türkiye inandırıcılığını yitirdi. Tamam, Amerika’nın taşeronu filan, ama bir tarafıyla da saçma sapan bir duruma düştü Türkiye. Amerikalılar da, “Bu Türkler ne yapıyor Allah aşkına” demeye başladılar. Çünkü iş çok düzgün gitmedi, gitmiyor, gitmedikçe de, hocamın dediği gibi, Gazze’nin gözyaşları biraz da dış politikanın gözyaşları gibi de algılanabilir hakikaten.

SALONDAN- Onların beceriksizliğinden kaynaklı bir şey mi, yoksa başka bir plan var mı? “Amerika frene bastı, Birleşmiş Milletler frene bastı” dediniz. Tek adamın rolü bu kadar baskın mıdır, yani savaşı sürdürmede ısrar etmekte? Tayyip Erdoğan’ın derdi ne, amacı ne? Avrupa, Amerika işi yavaştan alırken, Tayyip Erdoğan’ın sıkıntısı ne, yarası ne?

FEHİM TAŞTEKİN- Birçok şey iç içe geçti hakikaten. Birden fazla faktörü bir arada değerlendirmekten yanayım, sadece biriyle izah etmek yeterli değil.

Türkiye Suriye’den neden vazgeçti?

Bir, İsrail’le bozuştuğu için, üzerinde inanılmaz bir baskı vardı, Suriye’yi feda etti, fidye gibi verdi. Daha Batı’da, “Türkiye’de eksen kayması oldu, Türkiye Doğu’ya kayıyor” falan filan diye öyle inanılmaz yazılar yazılırken, ne zaman Türkiye Şam’la köprüleri attı, Ortadoğu’nun yükselen değeri, yıldızı Türkiye oluverdi birdenbire, Başbakan Time’ın kapağı oldu. şimdi Time’ın kapağında, “Ortadoğu’nun en güçlü lideri” altyazısıyla Mursi var ve Esad listede var, Başbakan var. Kürecik’e radar koymak İran’a karşı bir hamleydi ve Türkiye bunu yaparak, Batı’nın baskısına boyun eğmiş oldu. Yani Batı bastırıyordu, çok sıkıştırıyorlardı, Washington’da inanılmaz baskılar uyguladılar Türkiye’nin yeni yönelimiyle ilgili; ama bu, sadece dışarıyla ilgiliydi.

Mısır’da bir iktidar doğdu. Türkiye-Mısır ilişkileri hep soğuk olmuştur ve Mısır, Türkiye’yi Ortadoğu’da istemez. Yani Arap sokaklarında Türkiye’nin yeri bir yere kadardır, ondan sonra bloke edilir. Türkiye Libya’da sürece girdi, oyun kurucu olduğunu gördü; Mısır’da sürece girdi, oyun kurucu olduğunu gördü. Bu, müthiş bir haz verdi, yani Ortadoğu’yu şekillendirme hevesine kapıldılar. Aynı şeyi Suriye’de yaptığınız takdirde, bütün Ortadoğu’ya hükmedersiniz; çünkü Suriye, Mısır’ı ona katlar. Siyasi etki açısından Suriye’nin hinterlandı çok derindir. Suriye’yi ele geçiren Lübnan’ı ele geçirir, Suriye’yi ele geçiren Filistin’i ele geçirir; Suriye’yi ele geçiren, Irak’taki Sünni damarı da çok rahat idare edebilir, Ürdün’ü rahatlıkla etkisi altına alabilir ve direkt Suudi Arabistan’la vesaire rekabet edebilir hale getirir Türkiye’yi. Erdoğan bunun hesaplarını yaptı ve çok yanlış okumalar bu hayali çok güçlü bir şekilde baskın çıkardı. Yanlış okuma dediğim şeyi az önce anlatmaya çalıştım. Suriye ordusunu yapısını yanlış okudular, ordunu kapasitesini yanlış okudular, ordunun hava savunma sistemlerine sahip bir ordu olduğunu göremediler; Türkiye’nin 168 tane füzesi varken, Suriye’nin 6 bin 800 tane füzesi olduğunu göremediler. Türkiye’nin savaş uçağı sayısı belli. Onun iki-üç katı daha fazlasının Suriye ordusunda olduğunu göremediler. Bu ordunun Sünni subaylar tarafından idare edildiğini idrak edemediler. Bu ülkenin başbakanı Sünni, genelkurmay başkanı Sünni, daha sonra Hıristiyan, sonra tekrar Sünni vesaire. Bunların hiçbirisini hesap edemediler. En önemlisi siyasi istihbarattır. Başkanının Sünni olduğunu, bütün zulümleri yapan… Bunu açıkça söylüyorum, hakikaten zulmediyorlardı yıllardır. Başkanı bir Alevi değil, Sünni’ydi. Bunların hiçbirisini hesap edemediler, buraya bir aşiret devleti muamelesi yaptılar.

Muhalefete destek veren iki-üç tane aşiret reisi var hakikaten ve bunlar da eski milletvekilleri, sayıları üç ya da dört tane. Sandılar ki, bunları kafalarsak Suriye çöker. Sandılar ki, Libya’daki gibi Bingazi’deki aşiretin adamıyla oturup pazarlık yaparsak, Bingazi çöker. Yani aşiret saf değiştirdi, aşirete bağlı bütün ordu unsurları da saf değiştirdi, birden ordu bölündü. Burada böyle bir şey olmadı. Başından beri, “30 bin tane Özgür Suriye Ordusunun askeri ordudan ayrıldı” dediler. Hepsi yalan. Ordudan ayrılan askerlerin hepsi savaşa katılmadı. 40 bin de değil, onun 10’da biridir ancak. Onların bir kısmı Ürdün’e gitti, bir kısmı Türkiye’ye geldi. Hepsi yalan. Böyle bir yanlış okuma üzerine siyaset bina ettiler. Büyük Fatih olacaktı.

Bir profesör, tarihçi, bir konferans sırasında, Suriyeli muhaliflerin İstanbul’da düzenlediği -beni de davet ettiler, gittim- konferansta, “İnşallah birinci Tayyip dönemini ilan edeceğiz” diye bitirdi lafını. Bunu diyen profesör, muhatabı da Başbakan. Başbakan hakikaten birinci Tayyip olmak istiyor, ama Şam’a gidemezse olamaz. Şam’a gidemeyen kimse birinci sultan filan olamaz.

Stratejik olarak Türkiye’nin en büyük hatası şu: Kendi iç sorunlarını çözmemiş bir ülke, Alevi sorunun çözmemiş bir ülke Suriye’ye vaaz edemez; Ermeni sorununu çözmemiş bir ülke Lübnan’a vaaz edemez, Suriye’ye vaaz edemez, Kürt sorununu çözmemiş bir ülke Suriye’ye vaaz edemez, nereye giderseniz ayağınıza bunlar takılır. Gidersiniz, Türkmen mahallesinde kendinizi alkışlattırırsınız, Sünni bir mahallede kendinizi alkışlattırırsınız. Başbakan Lübnan’a gitti, kuzeyde, Sünni bölgede kendini alkışlattırdı. “One munite”in inanılmaz psikolojik bir getirisi oldu, çünkü Arap dünyasındaNâsır’dan beri Filistin davasına adam gibi sahip çıkmış bir tane adam yok. Başbakan “One minute” diye çıkınca, bütün krediyi satın aldı. Ama Araplar aptal değiller, çok akıllı insanlar ve “one munite”in bir aldatmaca olduğunu anladılar. O Arap sokakları tersine döndü şimdi. “Türkler konuşur, ama iş yapmazlar. Türkler konuşurlar, ama eyleme geçmezler” yargısı oluştu ve Başbakan kaybediyor, Ortadoğu’yu kaybetti, kaybetmeye devam edecek.

Türkiye niye böyle yaptı? Birçok faktörden bahsediyoruz, konuşuyoruz. Davutoğlu faktörü önemli bir faktör. Davutoğlu’nun hayal dünyasını bilmek lazım. Davutoğlu benim hocamdı üniversiteden, lisansta hocamdı. Kendisini yakinen tanıyorum. Onun tahayyülü açısından böyle bir politika bana sürpriz değil. Hâlâ Davutoğlu işlerin çok başarılı yürüdüğüne inanıyor. Böyle de bir durum var. İnanılmaz bir şey, ama maalesef böyle.

SALONDAN- Bu güzel sunumunuz için teşekkür ederim.

Biraz da sahada çalışan birisi olarak bir soru sormak istiyorum. Ben, konuyu sadece Suriye açısından ele almak istemiyorum. “Mısır’sız savaş. Suriye’siz barış olmaz” diye bir laf vardı. Acaba Suriye’ye ya da Türkiye’ye yansıyacak mı bu? Suriye açısından sormuyorum, özellikle Mısır konusunu öğrenmek istiyorum sizden. Tahrir Meydanı’ndaki bu sıkıntılar Suriye’ye ya da diğerlerine nasıl yansır?

FEHİM TAŞTEKİN- Mısır’da Müslüman Kardeşler eğer başarılı bir toplum modeli çıkarabilirlerse -ki, çok zor- bu, Ortadoğu’da lider olmak, model olmak açısından büyük bir sükse yapabilir. Çünkü İhvan-ı Müslimin’in siyaseten Akdeniz boyunca; yani Kuzey Afrika’dan, Ortadoğu’dan Suriye’ye uzanan bir şerit içerisinde en örgütlü yapı olduğunu dikkate aldığımızda, önemli bir siyasal dönüşümü beraberinde getirebilir, AK parti vesaire hikaye olur. Yani AK Partiyi model olarak sunuyorlar. Asıl model potansiyeli taşıyan İhvan-ı Müslimin’dir. İhvan-ı Müslimin’in test alanı kuşkusuz Mısır ve burada şu anda çok ciddi sıkıntılar var. İhvan iki şey arasında kaldı. Bir taraftan Selefi gruplar yüzde 20 oy aldılar. Selefi gruplar çok daha radikal bir anayasa için bastırıyorlar. Mursi, bunlara bir şekilde yanıt verme ihtiyacı hissediyor. Bir tarafta Hıristiyanlar ve laikler var; onlar da daha seküler, daha farklı bir yapının korunmasından yanalar ve onların da talepleri var. Bu ikisi arasında sıkışıp kaldı. Bir de rejim unsurları var, yani rejimin hâlâ kurumsal bir üstünlüğü var. Eski rejimi kastediyorum. Anayasa Mahkemesi, yüksek mahkeme ve diğer birçok yerde eski rejimin adamları var ve bunlar da buradaki bölünmüşlüğü ve çatışmayı fırsat bilerek, birtakım süreçleri bloke etmeyi başardılar. Mursi, bir anayasal deklarasyonla üstün yetkilere sahip olarak bu süreci ilerletmek istiyor, ama burada kritik soru şu: Bunu yaparken, azınlıkları, laikleri, diğer ılımlı kesimleri, Müslüman Kardeşler ve Seleflerindışındaki kesimleri kucaklayabilecek mi? Anayasa Komisyonunu terk ettiler bu kesimler ve kucaklayamadılar. Çok ciddi bir sorun şu anda. Bir devrimin -bunlara devrim filan demiyorum- çalınması söz konusu diye bir kaygı var; bu kaygılar da yersiz kaygılar değil, haklı kaygılar. Ama buna karşı diğerleri de diyorlar ki, “Rejim, Anayasa Mahkemesini vesaireyi kullanarak, bütün bu süreçleri boşa çıkarmak istiyor, bizi adım atamaz hale getirmek istiyor.” Onun da haklı yönleri var. Yani Nasreddin Hoca gibi, herkes haklı burada. Ama burada eğer bu krizi barışçıl bir şekilde aşamazlarsa, Hıristiyanları kucaklayamazlarsa, onları kucaklayacak bir model ortaya çıkaramazlarsa, bu Arap Baharı efsanesi önemli ölçüde biter.

Suriye için daha fazla kaygılanmak gerekecektir; çünkü Suriye’nin iç dinamikleri çok daha farklıdır, çatışma potansiyeli çok daha yüksektir. Suriye’deki Müslüman Kardeşler Mısır’daki gibi de barışçıl değildir, geçmişlerinde kan vardır. Mısır İhvan’ı sistem içi kalmayı başarmıştır, ama Suriye İhvan’ı sistem içi kalmayı başaramamıştır ve birtakım suikast politikalarıyla, şiddet politikalarıyla var olmaya çalışmıştır. 82’deki Hama katliamıyla da bunlara çok ağır bir yanıt verilmiş ve inanılmak büyük bir katliamla bu hareketin önü alınmış, diasporik bir harekete dönüştürülmüştür. Yani Mısır İhvan’ı içeride kalarak sistem içi muhalefet yaparken, İhvan dışarıya kaçmıştır ve diasporik bir topluluğa dönüşmüştür.

İkisinin verdiği tepkiler farklı. Yani Mısır’daki İhvan, Hıristiyanları daha rahat anlayabilir, daha içeriden çözümler üretebilir, bu potansiyeli var. Bunu ne kadar başarılı bir şekilde kullanabilir, bilmiyorum; ama Suriye için o kadar iyimser değilim.

SALONDAN- Son dönemlerde Türkiye’nin özellikle bu patriot füzelerini talep etmesi, bu bölgede uçuşa yasak bir saha oluşturmaya çalışmasından mı kaynaklı ya da neyin kaygısı acaba, bunu yorumlayabilir misiniz?

FEHİM TAŞTEKİN- Kürecik’e kurulan radar istasyonu, kalkan bir radarı var, bir de avcı grubu var; ikisi birlikte olmak zorunda. Yani Kürecik’teki radar, fırlatılan bir cismi; yani füze, roket, her neyse, bunu tespit etmeye yarar, bunun hareketini görmeye yarar. Gördün, ne yapacaksın peki; bunu vurman lazım. Türkiye’nin vurmak için herhangi bir şeyi yok elinde, Suriye’nin var. Yani aradaki üstünlük farkı buradan kaynaklanıyor.

Bunun birinci nedeni İran’dır. Çünkü NATO buraya bir radar kurunca, bunun arkasından gelmesi gerekiyor. Amerika, Akdeniz’deki gemileriyle, savaş uçaklarıyla bu görevi görebilir. Obama’nın böyle bir planı var. Bunun orijinali, Çek Cumhuriyetine radar, fırlatma füzelerini de Polonya’ya, yani avcı grubunu da Polonya’ya kurmak vardı; fakat Polonya arıza çıkardı, sonraTürkiye’ye kurdular. Bunun hedefi İran’dır, olası İsrail savaşında İran’dan gelecek füzeleri gözetlemek ve vurmaktır. Ama Türkiye bir taşla iki kuş vurmak istiyor; yani hedef İran, ama Kürt bölgesiyle de … ederken bu iş büyürse, bu savaş bir şekilde Türkiye’yi daha fazla etkilerse, Suriye’ye karşı da caydırıcı etkisi olsun diye bu patriot’lara ihtiyacı var. Bunların menzili Suriye açısından çok etkin olmayabilir, sadece caydırıcı etkisi olabilir.

Tampon bölge zaten şu anda var; yani Suriye tankları, Suriye uçakları bizim sınırımıza çok fazla yaklaşmamaya çalışıyorlar. Yaklaştıklarında da Türkiye’nin yapacak bir şeyi yok maalesef. Yani böyle bir yanıt vermesini istemiyorum da, elinde böyle bir hava savunma sistemi de yok Türkiye’nin. Türkiye sadece uçak kaldırabilir, uçakla bir yeri vurabilir; ama gelen bir füzeyi karşılayacak bir mekanizması yok Türkiye’nin. İran’ın var, Suriye’nin var, Rusya’nın var; ama bu bölgede Türkiye’nin yok. Bir paket var burada; bir tarafı Suriye’yi ilgilendiriyor, bir tarafı İran’ı ilgilendiriyor; ama kalıcı olarak hedef, NATO’nun gönderme nedeni Suriye değil, İran.

MERYEM KILIÇ (Emekli-Sen Hatay Şube Başkanı)- Konuyu iki yönlü düşünmek ve bu konuda görüşlerinizi almak istiyorum. Birincisi, Suriye’nin konumu Ortadoğu açısından iki yönüyle önemli. Bildiğiniz gibi, Suriye, Ortadoğu dengelerinde çok önemli bir yere sahip; Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde Irak’tan aldıkları petrolleri Akdeniz’e taşımak açısından oradaki bir engeli kaldırmak, ayrıca Hamas ve Hizbullah gibi örgütleri de tasfiye etmek anlamında önemli bir tehdidi yok etmek. Çünkü Hizbullah olsun, Hamas olsun, İsrail’e ciddi kayıplar verdiren iki örgütlenmeydi. Dolayısıyla bunları tasfiye etmek, bunun yanı sıra da İran’ı yalnızlaştırmak gibi bir çabaları vardı. Buradaki düşüncelerinize aynen katılıyorum.

Patriot konusunda basından şunu öğrendim: Hatay’da 3 tane füze rampası konulması planı var; Yaylacık, Kırıkhan ve Hassa. Bazı haber ajanslarında var bu. Bugün patriot ekibi Hatay’da. Basından okuduğumuz kadarıyla tüm Anadolu’nun NATO’nun toprakları olduğunu onların ağızlarından da duyuyoruz. Demek ki bizlere çok büyük görev düşüyor ki, ülkemizin NATO’ya peşkeş çekilmesine karşı duruş geliştirmek zorundayız.

Ben, Emekli Sendikası Başkanıyım. Yeşilpınar’daki etkinliğe de gelmiştiniz, sizi oradan da tanıyorum. Gazetenizde de takip ediyorum düşüncelerinizi.

Bununla ilgili Türkiye’de ciddi bir karşı koyuş olmadı. Hatay’da hem esnafın, hem vatandaşların çok yönlü karşı koyuşları vardı. Demokratik tepkilerimizi dile getirdik, bu tepkilerimize rağmen devlet bize 1 Eylül Dünya Barış Gününde ve 16 Eylülde gaz bombalarıyla plastik kurşunlarıyla alabildiğine saldırdı. Nispi anlamda Hatay’da bir rahatlama varmış gibi gözükse de, Suriye’den gelen o mülteciler bir şekilde Adıyaman, Konya veUrfa gibi illere yönlendirildiler. Hâlâ rampalarına izin veriliyor. Kızılçam köyünde onlara ait bir şey olduğunu öğrendik. Ömer Övünç’ün haberiydi. Bizim demokrasi güçleri olarak yapmamız gereken şeyler nelerdir sizce? Bu füze rampalarının Hatay’a yerleştirilmesi konusunda 3 tane rampadan bahsediliyor bazı haber ajanslarında. Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyim?

Teşekkür ederim.

Prof. Dr. ADNAN GÜMÜŞ- Ben, Kürt meselesiyle beraber bahsettim biraz. Anladığım kadarıyla haritanın üzerinde Resulayn, Kürt bölgesi diye tabir edilen bölgenin ortasında duruyor. Bir tarafı Kamışlı tarafı, bir tarafı da Afrin tarafı. Duyduğum kadarıyla Resulayn’ın alt tarafındaki operasyona Türk istihbaratından subaylarının da katıldığına ilişkin şeyler var. İnternette böyle deniliyor yani. Ne kadar doğru, ne kadar değil, bilemem. Yani Türkiye’nin o bölgedeki Kürt yerleşimlerinin özerkleşmesini engellemek, sadece doğu tarafını onlara bırakıp, batı tarafında operasyonu engellemeye yönelik bir askeri yaklaşım içinde bulundukları söyleniyor. Bu Resulayn’a yönelik operasyonun bir nedeninin de bu olduğu söyleniyor.

Bununla beraber, Irak’ta ne oluyor, Irak’ta yaşanılan gelişmeler, İran’la Suriye arasındaki bağlantıları değerlendirmek gerekiyor. Sizin daha sıcak haberleriniz vardır diye umut ediyorum.

SALONDAN- Türkiye’deki Kürt sorunu, PKK-KCK operasyonları, PYD’nin pozisyonu ve son dönemdeki bu açlık grevleriyle şey gibi düşünür müsünüz siz de? Öyle bir teori de var; yani PYD’nin elini rahatlatmak adına KCK’nın veya PKK’nin oyunu Türk sahasına çekmek adına başlattığına dair bir iddia da var. Yani bu gündemler birbirinin içine girebilir mi hakikaten?

SALONDAN- Suriye’deki Kürtlerin mevcut yapısı nedir? Artı, Suriye’deki Kürtlerin tavrı, yani mevcut rejimle işbirliği yapanlar veya uzak duranlar, bunun sonucu ne olur, sonucu etkiler mi?

FEHİM TAŞTEKİN- PYD, PKK’yla paslaşabilir. PKK, PYD’yi rahatlatmak için birtakım operasyonlara kalkışabilir, PYD de tam tersini yapabilir. İdeolojik olarak PYD’yle PKK arasında böyle bir bağ var, yani Öcalan PYD’nin de ruhani lideri sayılabilir; ama organik bağları yok, yani Öcalan’dan aldıkları emirlerle hareket etmiyorlar. Benim edindiğim izlenim ve bilgiler bu yönde. Ama bütün Kürt hareketler bir şekilde birbirlerini kollayarak davranmak ihtiyacı duyuyorlar. Tabii, KCK eylemlerini ya da KCK’dan tutukluların açlık grevlerini PYD’yi rahatlatmak için yaptıklarını sanmıyorum, yani direkt ona bağlamak o kadar kolay değil; çünkü kendi sıkıntıları çok daha büyük, yanişu anda PYD’yi düşünecek halde olduklarını sanmıyorum. Ama PKK’nın operasyonları Suriye’deki krize paralel olarak arttırmış olması bu Kürt sorununun çözümünde sadece Türkiye’yi değil, bütün coğrafyayı ilgilendiren bir konsept oluşturma çabası gibi geliyor bana, yani “Sadece PKK’yı muhatap al, Türkiye’yle bu işi çöz” meselesinin ötesine çıkıyor. Kürtler artık bir coğrafyayı; yani sadece Türkiye’yi, Güney Kürdistan’ı, Batı Kürdistan’ı değil; hepsini bir arada konuşmanın zamanı geldiğini düşünüyorlar, buna göre de hamleler yapıyorlar. Haliyle birbirlerini gözeten tavırlar sergileyebilirler.

Bu Kürt meselesine devam edeceğim, ama unutmaktan korktuğum için hanımefendinin sorusuna yanıt vereyim, sonra Kürt meselesini ve Kuzey Irak meselesini anlatmaya çalışacağım.

Patriot’ların sayı olarak 3’ten fazla olma şansı yok şu anda, 3 tane patriot gelecek. Bunu Almanya ve Hollanda veriyor. Bu 5 olamıyor, çünkü teknik olarak onların şu anda kullandırılabilir patriot sayısı fazla değil. Bunlar için yer belirleyecekler. Bunlardan bir tanesi Hatay olmayabilir; yani daha içerideki bölgeler, Kürtlere yakın bölgelere kurma ihtimalleri daha yüksek. Patriot değil de, Türkiye’nin kendi elindeki imkanlarla buraya başka türlü füze rampaları koyuyorlar. Bunlar da bildiğimiz uzun ve orta menzilli füzeler değil, daha kısa menzilli. Çok askeri şeylere giremiyorum, yani o kadar fazla donanıma sahip değilim; ama uçaksavar tarzı birtakım sistemler bunlar, yani konvansiyonel savaş yürütmeye yarayacak sistemler değil.

NATO’ya karşı ya da hükümetin bu politikalarına karşı sivil duyarsızlık var. Sadece Hatay meselesi değil. Hatay’ın sesine ses verecek başka kentlerden eylemler, gösteriler, tepkiler yükselmezse, Hatay’ı çok kolay izole edebilirler. “Etnik çatışma çıkar, mezhep çatışması çıkar” korkularıyla herkesi sindirebilirler. Hatay’ın sesinin çıkması, Konya’dan, Ankara’dan, başka kentlerden seslerin çıkmasına bağlı. O nedenle belki örgütsel olarak Makine Mühendisleri Odası vesaire odalar bu anlamda en şanslı yerler, çünkü her yerde bağlantıları var. Bu mobilizasyonu sağlamak lazım. Bu mobilizasyonu sadece sol tandanslı kesimlerle değil, diğer muhafazakâr kesimlerle birlikte büyütmezseniz de başarı şansınız olmaz. Yani “Biz onlarla çalışmayız” gibi bir yaklaşım bence burada çok işe yaramayabilir. Herkesle çalışmak gerekiyor; İslamcılarla, muhafazakârlarla, sağcılarla, bu konuda kim duyarlıysa onlarla. AK Partinin yüzde 65 civarında kendi tabanı bu hükümetin gidişatını beğenmiyor. O zaman onların örgütsel yapılanmalarını da bu meseleye dahil etmenin yollarını aramak gerekiyor. Çünkü bu gidişat hepimizi yakacak bir gidişat maalesef. Kabak başımıza çok fena patlayacak. O nedenle daha büyük bir mücadele vermek gerekiyor.

Kürtler meselesine gelince, Suriye’deki Kürtler geleneksel olarak rejimle en sorunlu etnik yapıyı oluşturdu şimdiye kadar. Ki, Türkiye’den gitmişolanlar çoğunluğunu oluşturuyor, vatandaşlıkları da yok. 300 bin rakamı telaffuz ediliyor. Aşağı yukarı buna yakın bir rakam olabilir. Kürtler 2004’te Kamışlı’da böyle bir olay yaşadılar, rejime karşı kafa tuttular ve ağır bir bedel ödediler. Ondan beri de ne rejime güveniyorlar, ne de Arap muhalefetine güveniyorlar. Araplara güvenmemelerinin nedeni, bir, çok milliyetçi bir yaklaşım içerisindeler ve Kürtlere herhangi bir şekilde haklarını verme konusunda cesur davranmıyorlar. Yani Suriye, Arap Cumhuriyetindeki Arap ifadesini bile tartışmaya açmak istemiyor. Haliyle Kürtler burada üçüncü bir yolu tercih ettiler; ne rejime destek oldular, ne muhalefete destek oldular, kendi alanlarını kontrol etme kararı aldılar. Burada 14 tane parti Suriye Kürt Ulusal Konseyini kurdu. PYD onlardan ayrı bir şemsiye yapısı oluşturdu küçük bir-iki partiyle birlikte, iki tane farklı yapı ortaya çıktı. Ama PYD’nin silahı var, toplumsal tabanı güçlü, gençlerle birlikte hareket etme yeteneğine sahip, PKK’nın Suriye’deki tabanını kullanabiliyor ve haliyle daha etkili. Yani silahı olan daha fazla söz hakkına sahip, mobilizasyon gücü daha fazla. Diğer 14 partinin yapabileceğinin daha fazlasını yaptı. Barzani burada bir ağabeylik yaparak, Kürtleri bir araya getirdi ve bu 14 parti ile PYD Erbil’de bir anlaşma yaptılar. O anlaşma çerçevesinde bir Yüksek Kürt Konseyi oluşturdular. Bu Yüksek Kürt Konseyinin bir silahlı kanadı olması itibarıyla halk koruma komiteleri diye bir komite kurdular ve diğerlerinin silahı olmadığı için PYD dominant hale geldi. Birlikte hareket edip bu kentlerin kontrolünü sağlama konusunda anlaştılar ve öyle yaptılar. Temmuzdan itibaren 6 yerde Kürtler kontrolü ele geçirdi. Esad’ın işine yaradı bu. Esad, gönüllü olarak buraların kontrolünü verdi; çünkü bir de Kürtlerle savaşmak istemiyor, yani işine geliyor. Kürtlerle bir şekilde uzlaşabileceğinin ve anlaşabileceğinin sinyalini verdi. Fakat şimdi Kürtler Özgür Suriye Ordusunu bu kentlere sokmak istemeyince karşı karşıya geldiler, Halep’te çatışma oldu. Türkiye’nin de bu işte parmağı var.

Selahattin Tugayı diye bir tugay var Özgür Suriye Ordusu içerisinde, Kürtlerden oluşuyor, Türkiye’yle dirsek teması olan Kürtlerden oluşuyor. Onlar Kürtlerle çatışmaya girdiler. Selahattin mahallesini, Eşrefiye mahallesini almak için Kürtlerle çatışmayı göze aldılar; ama Kürtler de sıkı çıktılar, çok sert yanıt verdiler, büyük bir krize dönüştü. Aynı şey Resulayn’da yaşandı şimdi. Geri adım attılar haliyle, yani Özgür Suriye Ordusuna bağlı o yapılar geri adım attılar; ama kriz devam ediyor. Kürtler kendi aralarında PYD’yi suçluyorlar; PYD’nin kendi başına davrandığını, inisiyatifi ele aldığını söylüyorlar. Çünkü PYD’nin silahlı bir gücü var. Barzani bunu dengelemek için, Kuzey Irak’ta 600-700 Kürt’ü Suriye peşmerge gücü olarak eğitti. Bu eğitilen insanların geri dönüp dönmediğine dair spekülasyonlar var. Ama sonuç itibarıyla Barzani burada bir ağabeylik yapsa da, mutlak olarak Kürtleri kontrol edebilecek bir gücü de yok; yani PYD’ye “Şunu yapacaksın” diyemez, geçmişte PKK’ye “Şunu yapacaksın” diyemediği gibi. Ancak, PYD’nin Barzani’ye ihtiyacı var, Barzani’nin de PYD’ye ihtiyacı var. Herkes birbirinin sınırlarını biliyor ve görüyor, ortak hareket ediyorlar. Barzani en son Erbil’de bunlara dedi ki, “Eğer birlikte hareket etmezseniz, benden yardım yok.” Çünkü Barzani dediğiniz kişi, parası olan, gücü olan, kapasitesi olan, uluslararası meşruiyeti olan bir liderliktir; yani böyle bir gücü Kürtler göz ardı edemiyorlar, haliyle Barzani “Şunu yapacaksınız” deyince de işlerine geldiğince yapıyorlar. Her şey sütliman değil, her şey çok rahat değil; ama Kürtlerin tarihte ilk kez böyle iki farklı coğrafyada birlikte hareket ettiği görülüyor. Kürtler ilk kez çok stratejik taktikler üretiyorlar. Kendi kentlerine savaşları çekmeden kazanım elde etmenin yolunu tercih ettiler ve bunu başarıyorlar. Ama burada Türkiye, Barzani’ye baskı yapıyor; “PYD’yi elimine etmesi, ortadan kaldırması Kürt Ulusal Konseyini Suriye Ulusal Konseyine dahil etmesi için baskı yapıyor. Ama bu iş yürüme, yürümüyor, Barzani’de böyle olmayacağını biliyor. Garanti verilmeden, Kürtler herhangi bir şekilde geri adım atmaya niyetli değiller.

Türkiye iki şeyi bir arada yapamıyor, yani “Hem Kürtlerle anlaşayım, güzel geçineyim, hem de Bağdat yönetimiyle güzel geçineyim” anlayışını birlikte yürütemiyor; ama Fars kültürü, Fars derinliği bunu yapmayı başarıyor. Hem Bağdat’ta Maliki’yle ortaklık kuruyor, hem de Barzani’yle birlikte çalışıyor İranlılar. Bakarsanız, İran PJAK operasyonunu bitirdi, yani orada PKK’nın bağlantısı olan PJAK’la bir çatışması yok. Ağır bombardıman yaptı, yani müthiş top atışlarıyla PJAK’ı geriletti, sonra PKK’yla masaya oturdu, anlaştılar, “Ben operasyonlara son vereceğim, sen de benim sınırlarımdan uzak dur” diye anlaştılar. Bu anlaşmayı sağladıktan sonra sıra Erbil yönetimiyle ticari ilişkileri arttırmaya geldi ve çok yağlı ballı ilişkiler devam ediyor. Bir taraftan da Maliki’yle çok güzel ilişkiler kuruyor, devam ediyor.

Türkiye ne yaptı; Barzani’yle stratejik ortak oldu, Maliki’ye düşman oldu. Maliki’ye düşman olmasının nedeni, Türk siyasi aklının dereyi geçerken boğulmasından kaynaklanıyor. 2010’da seçim oldu, Türkiye tutturdu Sünni blok -başlarında Şii bir lider var, Allavi- iktidar olacak diye tutturdu, onun için kulis yaptı, Maliki’yle diğer Şii grupları küstürdü; yani mezhepçilik yaptı burada. Maliki de “Amerikalılar gittikten sonra benim içişlerine karışan İran değil, Türkiye” diye bütün dünyaya Türkiye’yi gammazladı, “Türkiye benim içişlerime müdahale ediyor” diye rahatsızlığını deklare etti ve Türkiye’yle Irak yönetimi arasında köprüler tamamen koptu, yani bir savaş ilan etmediğimiz kaldı. Kerkük’e mesela Dışişleri Bakanı geliyor Bağdat yönetimine haber vermeden. Kerkük’e gidilir mi böyle? Ateş topu gibi bir yer Kerkük. Bağdat yönetimine meydan okur gibi gitti. O da ne yaptı; “Gelirse tutuklarım” dedi. Bu kadar basit. Bu kadar basiretsiz, akılsız, kendini hakikaten Osmanlı padişahı sanan bir akıl, Bağdat yönetimiyle -ki, bize çok muhtaçlar; yaniyeniden yapılanıyorlar, her açıdan ihtiyaçları var- en iyi partner olacakken düşman haline getirdiler.

Kerkük’ü ne yapacağız? Kürtler istiyorlar. Irak ordusuyla peşmergeler karşı karşıya geldiler. 6-7 tane tartışmalı bölge var. Bağdat yönetimi, “Ben hükümetim, ben Irak ordusuyum, her yerde olmam lazım. Oraları kontrol altına alacağım” diyor, peşmergeler de “Hayır, olmaz. Burası tartışmalı bölge. Önce referandum yapılacak, nüfus sayımı yapılacak, buralar Kürtlere verilecek” diyor. Türkiye ne yapacak peki? Kerkük’ün hamisi olan Türkiye burada Maliki’yi mi tutacak, Barzani’yi mi tutacak? Büyük bir bunalım.

SALONDAN- Bundan sonraki süreçte Rusya ve Çin’le ilgili yorum almak istiyorum sizden. Bir de Davutoğlu’nun öğrencisi olmaktan mutlu musunuz?

FEHİM TAŞTEKİN- Davutoğlu benden mutlu değil, yani bundan eminim. Aslında bir şeyi itiraf edeyim. Davutoğlu’nun inanılmaz bir birikimi var, medeniyetler tarihi üzerine çok deha bir adam; ama bunu dış politikada devlet politikasına tahvil ettiği anda her şey birbirine karışıyor. Bir de Davutoğlu eskiden dinlerdi; şimdi hiç kimseyi dinlemiyor, öyle bir sorunu var. Yoksa, medeniyetler tarihi üzerine çok ciddi bir birikimi vardır ve Türkiye’nin bu alanda yetiştirdiği en kıymetli adamlardan birisidir. Keşke siyasete hiç girmeseydi ve bu alanda kalmayı başarsaydı; ama siyasete girdi, mahvetti kendini.

Rusya’nın Suriye politikası Tartus’taki askeri üsle bağlantılıdır, ama Suriye politikasını belirleyen mutlak neden değildir. Rusya’nın Suriye meselesindeki tutumu bir devlet siyasetidir ve konjonktürel değildir, yani Rusya’yı “Sana bir tane daha Tartus verelim” deseler bile ikna edemezler. Rusya burada geri adım atmayacaktır. Ama Rusya, Esad’ın şahsından vazgeçebilir. Rejim devam eder, Esad yerine bir başkası gelir. Rejimden vazgeçmez, bu politikadan vazgeçmez; ama Esad’dan mutlu da değiller, yani Esad’ın bu işleri iyi yönetemediğini düşünüyorlar.

Çin çok önemli değil. Çin, pazarlık edilebilir bir ülkedir. Ama burada asıl sorun Rusya. Çünkü Rusya, silah sağlayan, para sağlayan bir ülke. Ki, en son 240 ton para basılmış. Türkiye’de el konulan uçakta da para olduğu söyleniyor. Bu para hibe olmayabilir, yani Suriye para bastırma ihtiyacını duyuyor. Daha önce başka bir ülkeye yaptırıyordu, Avusturya’ya yaptırıyordu yanılmıyorsam, şimdi de Rusya’ya yaptırıyor. Bu lojistik destek, para desteği, silah desteği devam ederse, Esad’ın ömrü uzar. Putin, Amerika’yla çok derin bir hesaplaşma içerisinde. Bunu yaparken de çok kararlı bir şekilde yapıyor. Yani Putin’i geri adım attırabildikleri yerler oldu daha önce; ama Libya’da Rusya’ya kazık attılar, o nedenle de Suriye’de çok sağlam duruyor ikinci kazığı yememek için.

SALONDAN- Fehim beyin PYD konusundaki düşüncesi beni çelişkiye düşürdü de, o açıdan, kafama takıldığı için soruyorum. Biliyorsunuz, Esad’la olan mücadele yaklaşık 19-20 aydır devam ediyor, ama Esad kendi ülkesindeki seçimde yüzde 87 gibi bir oy aldı. O oy aldığı sırada PYD farklı bir duruştaydı; fakat süreç içerisinde yapılan anayasa değişikliklerinde, artık Suriye’de bir Baas yönetiminin olmadığı anayasanın 1. maddesine konuldu ve oradaki anayasanın değişik maddelerinde, “Ülkenin yönetiminde bütün etnik azınlıklar, dinsel ve farklı mezhepsel azınlıklar yasa karşısında eşittir ve hiç kimse diğerine üstünlük beyan edemez. Bu, anayasal suçtur” şeklinde cümleler var. Bunun yanında, “Halk meclisinin yarısı işçi ve köylülerden oluşur” gibi ibareler var. Bundan sonraki süreçte de PYD’deki bütün insanlara kimlik veriliyor. Siz “yok” dediniz. Bir de Baas konusunda şey söylediniz, o açıdan kafamda çelişkiler oldu. Yani PYD’lilere kimlik verildi okuduğum kadarıyla. İkincisi, artık Suriye’de bir Baas cümlesi yasalarından kaldırıldı. O açıdan kafamdaki çelişkileri gidermenizi rica ediyorum. Acaba yanılıyor- muyum?

FEHİM TAŞTEKİN- Evet, sorularınız cevaplarını da içeriyor. Bir tarafta İsrail’in güvenliği var ve İsrail’in güvenliğini garantiye almak için uluslararası bir ittifak var, Türkiye de bu ittifakın bir parçası. “Hamas’ın dişlerini sökmek bizim görevimiz, Türkiye’nin görevi.” Amerika’nın beklediği misyon bu. Yani silahlı kanatları bertaraf edecek bir süreç işletiliyor. “Hamas’a etki edin” derken Türkiye’den beklenen bu. Orada İsrail var, dokunulmazlığı olan bir ülke var. Suriye ise, yıkılması gereken lanetli bir ülke! Yani ikisinin arasındaki fark bu; birisi şer ekseninde yer alıyor. Amerika açısından böyle. Türkiye’nin en büyük çelişkisi ve en büyük günahı, bir barışçıl sürece destek vermemesidir, yani Esad güçleriyle muhalefet güçlerini masada buluşturacak bütün süreçler dinamitlemesidir. Bunun net ifadesi budur. Çok uzadığı için ayrıntılarına girmek istemiyorum. Mesela Suriye Dostları Grubunda Kofi Annan’ın çabalarına destek ifadesi deklarasyona girmeden 10 dakika önce Başbakan aynı toplantıda açılış konuşmasını yaparken, “Esad rejimiyle masaya oturmayı gerektirecek bütün süreçlere karşı çıkıyoruz” dedi. Bu nedir; “Ben çatışma istiyorum” demektir, “Ben silahla devireceğim” demektir. Haliyle Gazze’yle iki farklı ve çelişkili tutum. Aynı çelişki Bahreyn’de de geçerli.

Bahreyn’de muhalefet Şii’dir. Hepsi değil, ama nüfusun yüzde 65’i Şii’dir. Orada da bir iktidar değişikliği olduğunda, 280 yıldır orayı idare eden Sünni hanedan gidecek, Şii iktidar gelecek. Bahreyn nedir; bir surdur. Neyin önünde; İran’a karşı Suudi Arabistan’ın önünde bir surdur. O sur yıkılacak. Suudi Arabistan’ın doğusundaki Şiiler bu sefer hak talep edecek, ayaklanacak ve Suudi Arabistan’ın keyfi kaçacak. O nedenle apar topar Bahreyn’e tankları gönderdiler, zırhlı araçları gönderdiler, oradaki gösterileri bastırdılar. Çok fazla insan ölmedi, ama sonuçta orada da insanlar öldü ve hâlâ devam ediyor bu. Onların suçu da Şii olmak ve orada İran’ın olması.

5. filo orada, Amerika’nın 5. filosu orada. Amerika, böyle stratejik bir yerde filosu varken, İran’ın etkisi altında bir yönetime izin verir mi? Haliyle onları görmeyecekler, görmezden gelecekler. CNN International ekip gönderdi, Bahreyn’de çalıştılar. İnsan hakları ihlallerini, muhalefete yapılan baskıları, gözdağı, ne varsa her şeyi belgelediler. CNN International bunu sansürledi, bunu yayından kaldırdı. CNN’in Amerika’daki bir kanalında bir kere gösterdiler, sonra kaldırdılar. “Bunu niye yaptınız, neden kaldırdınız?” diyen yapımcı ve editörü işten atmakla tehdit ettiler. Bir kadındı editör. Çıkıp dedi ki, “Bu yayının durdurulması için para verdiler, rüşvet verdiler, bize gözdağı verdiler.” Uluslararası medyada, CNN gibi bir medyada bu numaralar dönerken, Türkiye’de neler dönüyor, artık siz tahmin edin.

PDY’yle ilgili bilinmezlikler çok, fakat PYD şunu söylüyor: “2003’ten beri, ben partiyi kurduğumdan beri bu rejimle kavgalıyım. Yüzlerce insan tutuklandı, henüz bu isyan başlamadan önce tutuklandı, işkence gördük. Hiç kimse beni rejimle birlikte hareket ediyor diye suçlayamaz” diyor. Öbür tarafta da diğer Kürt muhalefeti, “Biz ortaya çıkıp gösteri yaparken, PYD bize gözdağı veriyor, gösteri yapmayın diye gözdağı veriyor” diye onlar da bu suçlamayı yöneltiyorlar. Ama şartlar değişiyor. PYD de baktı ki yıkılmakta olan bir rejimin yanında gözükerek oyunun dışında kalacak, o nedenle politikasını biraz değiştirdi ve diğer Kürt gruplarla birlikte hareket etmeye başladı.

Sorunuzu çok da algılayamadım, yani tam ne istediğinizi anlayamadım. Özellikle 1920, 30 ve 60’larda Türkiye’den gitmiş olan Kürtlerin orada vatandaşlığı yok.

SALONDAN- Ben de şu anda var diye biliyorum.

FEHİM TAŞTEKİN- Yasal olarak var, ama çok azına verildi. Bu savaş yüzünden süreç işleyemedi. Yani 300 bin insansa, bunun 10’da 1’i almıştır belki, daha fazlası değil.

SALONDAN- 500 bin kişiye verdiler.

FEHİM TAŞTEKİN- 500 bine mi çıkardılar?

SALONDAN- 5 bin kişiye verdiler.

FEHİM TAŞTEKİN- 5 bin kişiye verdiler. Çok azı.

Kürtlerin sorunu bu değil zaten, yani Kürtlerin şu andaki hedefleri bu vatandaşlık verilmesi değil. Çıta yükseldi, şu anda özerk bir yapı istiyorlar. Bunun adına demokratik özerklik diyorlar, şimdi federalizm hedeflediler. Federalizm hedefi çok zor; çünkü Kürt bölgesi çok parçalı bir bölge, yani bir devamlılığı yok. Kuzey Irak’ın devamlılığı var; hem coğrafya olarak devamlılığı var, hem nüfus devamlılığı var, yani aralarında Arap yok. Ama burada, Suriye’de, aralarda yerleştirilmiş Arap yerleşim birimleri var ve coğrafyalar parça parça hale gelmiş. Resulayn ikiye bölünmüş durumda; batısında Araplar, doğusunda Kürtler yaşıyor. Afrin’e gelinceye kadar bir sürü Arap bölgeleri ve köyleri var. Böylesi dağınık bir coğrafyada yekpare bir federatif yapı kurmak çok zor; ama istedikleri, valimizi kendimiz seçelim, meclisimizi kendimiz oluşturalım, yerinden yönetim olsun vesaire. Bunu istiyorlar, daha reel davranıyorlar. “Anadilimizi okullarda okutalım” gibi talepleri var. Bunların pazarlığını her iki tarafla da yapacaklardı; Esad kalırsa Esad’la, giderse diğerleriyle.

SALONDAN- Sonuçta, savaşların çok ağır bir kaybı oluyor taraf olanlar için. Türkiye’nin, bu krizin sürme durumunda ve krizde istediklerini alamama durumunda, İran’ın bir şekilde bunu daha yayması ya da Gürcistan’daki kadar olmasa bile bir alanı tutma şansları ve ihtimalleri de yüksek. Niye; çünkü ne yaparsa yapsın, Batı’nın askeri gücü yok ve askeri güç olmadan da alanda çok fazla başarı sağlayamıyorsunuz. Afganistan’da, Irak’ta olduğu gibi. Onun için bunu böyle bir riski de var. Türkiye’de mevcut AKP Hükümeti vesaireye bunun yansıması ne olur?

FEHİM TAŞTEKİN- Net olan şey şu: Tayyip Erdoğan’ın bu saldırgan politikayı 2014’e kadar sürdürmesi öngörülüyor, fakat kötü bir sinyal var; ekonomi daralmaya başladı. Türkiye’nin dış politikadaki aktif duruşu, yüksek tonlu retoriği ekonomisinin iyi olmasına bağlıydı. Bu göstergeler tersine dönünce, dışarıya dış politika fazla satamazsınız, yüksek sesle satamazsınız ve büzülme yaşanır. Ekonomideki büzülme dış politikadaki büzülmeyi de beraberinde getirir. O nedenle önümüzdeki süreçlerde ekonomik göstergeler hükümeti zorlamaya başladığında, bunun önemli bir nedeninin de Suriye krizi ve Irak politikası olduğu ortaya çıkacaktır. TPAO Irak’tan, petrol anlaşmasından dışlandı. Birçok yerde artık Türk şirketleri Bağdat’ta istenmeyen, üstü çiziler şirketlere dönüşmeye başladı. Bu önemli bir fatura.

10 milyar dolarlık ticaret yapıyorsunuz. Suriye’de benzer bir fatura var. Vatandaşların, insanların ticaretlerinden kayıpları var. Bunun faturasını hükümet şu anda hissetmiyor; çünkü bireysel olarak herkes işinden oluyor, ama hükümete yansımıyor bu; fakat dış ticaretteki daha makro küçülme hükümeti, bu politikaları sürdüremez bir noktaya getirebilir. Yani kamuoyu baskısı değil, ama ekonomi baskısıyla hükümet, bu saçma sapan dış politika gidişatından belki bir nebze vazgeçebilir. Yani bir kibir, bir insan kibri bir ülkenin kaderini nasıl bu kadar esir alabilir, dış politikasını nasıl esir alabilir, hiç tahayyül edemezdim. Bu dönemlerde bunu görüyoruz. Bu kibir nasıl kırılır? Başbakanın birkaç kez attan düşmesi lazım, yani düşmeden olmuyor.

SALONDAN- Ekonomiyle ilgili kısa bir soru soracağım. Ekonomi gerçekten iyi mi, yoksa sıcak parayla mı ayakta kalmaya çalışıyor?

FEHİM TAŞTEKİN- Bir şişirme durumu var, doğru, sıcak parayla işi götürüyorlar; ama Avrupa’yla kıyasladığınız zaman -Avrupa dediğim, bir Almanya ekonomisi, bir Polonya ekonomisi değil tabii ki, yani genel anlamda resesyona giren ülkeleri kastediyorum- Türkiye nispeten daha rahat, daha iyi bir yerde. Ben ekonomist değilim, ama bu ekonomik göstergelerin sadece inşaat sektörü üzerinden yürütülüyor olması çok büyük bir risk ve çok tehlikeli bir şey. Hiçbir şey üretmiyor Türkiye şu anda ve bunun sürdürülebilir olmadığını ekonomistler de söylüyor. Kötü gösterge budur aslında. Ağaoğlu var sağ olsun, Ağaoğlu sayesinde bir şahlanma durumu var; ama ekonominin diğer kanallarında inanılmaz bir gerilim var. Gerilim, çökmeye çok yakın bir yerde durur; yani o gerilim çökmeye başladığı zaman, 2002’deki gibi bir dalga vurabilir. Türkiye, bu dış politikanın bedelini ancak o zaman ödemeye başlar, çünkü halk soracak.

Kaynak: *  TMMOB   HATAY KENT SEMPOZYUMU “Suriye’deki Olayların Hatay’a Yansıması”

                  1 Aralık 2012, 1. Basım, Şubat 2013

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir