Bu Pazar Kanlı Pazar!- Mehmet Kemal Aladağ

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Doğru politikaların yaşama geçirilebilmesi, uluslararası konjonktürün yarattığı imkânlardan yararlanılabilmesi, halkımızın gerçek özlem ve beklentilerinin karşılanabilmesi için bu zor zamanlarda siyasal bir önderliğin ne kadar önemli ve gerekli olduğu bir kez daha açığa çıkmaktadır.

 

Ülkemiz bir süredir emperyalizmin Ortadoğu’da oynadığı kanlı bir senaryonun bataklığına çekilmiş durumdadır. Cumhuriyetin kurucu kadrolarının bilinçli ve iradî bir tercihle müdahil olmadığı Arap coğrafyasında bugün estirilen savaş ve şiddet rüzgârı, ülkemizdeki laik-cumhuriyetçi kopuşun üzerinde yükseldiği devrimci atılımın süreç içerisinde aşındırılması ve yok edilmesiyle mümkün olabilmiştir. ABD emperyalizminin halkları kan ve gözyaşına boğan şiddet ve zulüm politikaları, ülkemizin bölgede işbirliği ve dengeye dayanan geleneksel dış politikasının bütünüyle tasfiyesi ile yaşama geçirilebilmiştir.

Ulusal Kurtuluş Savaşımız ile birlikte ülkemizin İngiliz emperyalizmi ve müttefiklerinden ayrışma süreci başlamış, bu süreç, mücadeleyi yöneten küçük burjuva asker ve sivil zümrenin kısıtlı imkânları nedeniyle sonuna kadar götürülememiştir. Halklarımıza kazandırılmaya çalışılan yurttaşlık ve ortak vatan bilinci, Cumhuriyet devrimlerinin bir süreliğine sindirmeyi başardığı, ancak dayandığı sınıfsal güç ilişkilerinin ve emperyalizmle girdiği kirli işbirliğinin sağladığı imkânlarla hortlayan gerici ittifakın saldırılarıyla aşındırılmaya başlamıştır. NATO, CENTO, IMF gibi emperyalizmin ekonomik, siyasî ve askerî kuruluşlarını ülkemize davet eden ve iktidarını bu emperyalist tahakküm araçlarına borçlu olan gerici-faşist şebeke devletimizi kısa sürede ele geçirmiş, halkımızı kanlı bir sömürü düzenine mahkûm etmiş, birbiri ardına değiştirdiği iktidarlarla demokrasiyi biçimsel bir ifadeye indirgemiş, kimi zaman bu biçimsel ifadeyi de terk ederek olağanüstü yönetim biçimlerine tevessül etmekten çekinmemiştir.

İşte ülkemizi yıllardan beri bu gözü dönmüş kanlı şebeke yönetmektedir. Bağımsızlık ve demokrasi özlemlerini kurşunlarla, insanca yaşama talebini bombalarla, halkın mutluluğu ve esenliği için direnen gençliği işkence ve katliamlarla yok edebileceklerini sanıyorlar. Başarmaları mümkün değildir; haksızlığa karşı adalet, zulme karşı insanca yaşama talebi tarihin her döneminde var olmuştur, olmaya da devam edecektir. Bu gerçeğin akılda tutulması yaşamsal önem taşımaktadır.

Ancak emperyalizmin kültür endüstrisi başta olmak üzere her türden ideolojik araçla yıllardan beri sürdürdüğü politikalar, ABD’nin küresel süper güç konumuna erişmesiyle siyasî ve askerî bakımdan da sınırsız imkânlarla desteklenmiş, yıllara yayılan bu saldırı kampanyası halkımızın bilincini köreltmekte, değerler sistemini değiştirmekte ve geleneksel direniş reflekslerini kırmakta son derece “başarılı” olmuştur. Dünyaya yayılmak için tehdit üreten, hiçbir provokasyondan çekinmeyen, halkları din, mezhep, inanç, bölge farklılıklarını körükleyerek birbirine düşman eden ABD imparatorluğu, Soğuk Savaş süresince kendi şemsiyesi altında topladığı, ancak sürecin zorunlulukları değiştikten sonra ihtiyacı kalmayan ulus-devletlerin bir bölümünü tedricen çözmeye başlamıştır. Bu çözülme sürecini işin başında fark eden bir grup aydın-asker-bürokrat tasfiye edilmiş, ulus-devletin çözülmesi için gerekli olan kapsamlı stratejiler bir bir yaşama geçirilmeye başlanmıştır.

Bu stratejilerin başında, bir süre Cumhuriyetin resmi ideolojisi rolü oynayan Kemalizm’in dayandığı ulus anlayışı, yurttaşlık bilinci ve ortak vatan kavrayışını yok etmek yer almaktadır. Bütün yetersizliklerine rağmen Kemalizm, Cumhuriyeti kuran asker-sivil aydın ve bürokratların emperyalizme karşı adlığı radikal politik tutum olarak ülkemizde solun üzerinde yükselebileceği bağımsızlıkçı, laik ve halkçı düşünsel iklimin asgari koşullarını yaratmış ve devrimci hareketlerin oligarşiye karşı mücadelesinde halk kesimlerinin büyük sempatisini kazanmasında önemli yeri olan bir değerler sistemi inşa etmiştir. 12 Mart faşizminin sonuna kadar götürülememesinde de, devrimci hareketin halka oligarşinin gerçek yüzünü teşhir ederek Cumhuriyetin dayandığı asgari değerler bütünün gerçek taşıyıcısının da ancak kendisi olabileceğine halkı ikna etmesinin önemli rolü vardır. İşte hâkim sınıflar bunu görmüş, 12 Eylül’de devrimci hareketin fiziken yok edilmesini yeterli bulmayarak, yeniden köklenmesini engellemek için kapsamlı bir ideolojik ve siyasal saldırı stratejisi izleyerek doğrudan doğruya Cumhuriyetin kendisini hedef almıştır.

Kürt meselesinin ülkemizin gündemine yeniden girmesi böyle bir süreçte gerçekleşmiştir. Gerçek anlamda bir sol’un olmadığı koşullarda, Kürt halkına yönelik zulüm ve şiddet politikaları alabildiğine derinleştirilmiş, 1990’da 12 Eylül rejiminin şeklen ve Soğuk Savaşın fiilen sona ermesiyle birlikte konjonktür uygun olmasına karşılık siyasal iklimde beklenen yumuşamanın sağlanamamasında Kürt meselesinin aldığı biçim ciddi rol oynamıştır. Uzatılmış 12 Eylül rejimi 1993’te, ABD emperyalizminin Soğuk Savaş sonrası politikaları gereği oligarşi içi çelişkilere yeniden müdahale etmesi ile sona erebilmiş, ancak bu defa ülkemizi bütünüyle parçalamaya ve Kürt halkını ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarları doğrultusunda mobilize etmeye dönük yeni bir müdahale zinciri başlamıştır.

Burada Kürt halkı, bütün diğer Ortadoğu halkları gibi, ABD emperyalizminin bölge politikaları nedeniyle bedel ödeyen konumundadır. Bu bedelin halklara değil, emperyalistlere ödetilmesi gerekmektedir. Ülkemizi parçalamaya çalışan ve Ortadoğu halklarına zulümden, şiddetten başka bir şey getirmeyen bu sürecin Kürtlere de bir hayrı dokunmayacaktır.

Yankee emperyalizminin, SSCB’nin dağılmasından sonra, Rusya’nın eski gücünün bir kısmını er ya da geç yeniden toparlayacağını hesap etmemesi düşünülemez. Günümüzde Ortadoğu’da ABD hegemonyasını kabul etmeyen Irak, Libya ve Suriye’nin (sonra da İran’ın) parçalanmasına geç de olsa müdahale etmeye çalışan Rusya’nın bölgedeki varlığına bir de bu açıdan bakmak gerekir. Devrimciler olarak, henüz 1970’li yıllarda, bütünüyle dış güçlere bel bağlamanın ne kadar hatalı bir tutum olduğunu belirtmiş ve haklı çıkmıştık. Devrimci hareketler, esas olarak sömürge-yeni sömürge durumundaki ülkelerdeki devrimci bağımsızlık mücadeleleri ile birlikte güç kazanıyor, ABD emperyalizminin baskı ve zulmünü geriletiyorlardı. Keza Türkiye Cumhuriyeti de, dünya egemen güçlerinin devir teslimi sırasında ortaya çıkan güç boşluğundan yararlanarak izlenen son derece başarılı ve kapsamlı bir stratejinin sonucunda kurulabilmiştir. Bugün de, emperyalistler arası çelişkilerin yaratacağı hegemonya mücadelesini ve güç değişimlerini son derece dikkatli bir gözle izlememiz gerekmektedir. Zira bu çatlaktan halkların gerçek iradesini ve özlemlerini yansıtan, devrimci bir bağımsızlık mücadelesinin fidanı yeşerebilir.

Cumartesi günü Ankara’da gerçekleştirilen katliam yalnızca Kürt halkına değil, Türkiye ve dünya halklarının da barış, bir arada yaşama ve kardeşlik özlemlerine karşı girişilmiş acımasız bir saldırıdır. Bu katliamı kınıyoruz. Bu katliamın arkasındaki güçlerden hesap sormanın ancak ve ancak halklarımızı emperyalizme karşı devrimci bir bağımsızlık mücadelesi çizgisinde buluşturmaktan geçtiğini biliyoruz. Bu ise, halklar arasında emperyalizmin ekmeye çalıştığı nefret ve ayrılık tohumlarına karşı, yurttaşlık bilincinin kökleneceği yurtseverce bir çabadan geçer. Kısa vadeli ve kolaycı ayrılıkçı-milliyetçi tavır ve politikalar bugün birilerine siyasal kazanım sağlasa da, uzun vadede sistemin kendini yeniden yapılandırmasına, halklar arasında duygusal kopuşun derinleşmesine ve emperyalizmin emellerine ulaşmasına hizmet edecektir. Bu konuda son derece dikkatli olmak gerekmektedir. Bölgedeki ve ülkemizdeki savaşların ve şiddetin nedeni emperyalizmdir. Emperyalizm şiddet üretir zira küçük bir azınlığın elindeki kaynaklar dünyanın geri kalanını karşısına almasını, onları istediği gibi yönlendirmesini ve tahakkümünü süreklileştirmesini gerektirmektedir. Şiddetin ve katliamların halklarla bir ilgisi olamaz.

Doğru politikaların yaşama geçirilebilmesi, uluslararası konjonktürün yarattığı imkânlardan yararlanılabilmesi, halkımızın gerçek özlem ve beklentilerinin karşılanabilmesi için bu zor zamanlarda siyasal bir önderliğin ne kadar önemli ve gerekli olduğu bir kez daha açığa çıkmaktadır. Bu temel koşul karşılanmaksızın söylenen bütün sözler, yapılan bütün değerlendirmeler gelip geçici bir çaba olmaktan öteye gitmeyecektir.

Mehmet Kemal Aladağ

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir