Bir ülke yüz yıl içinde dört kez siyasi değişime uğrayıp beş farklı rejim yaşarsa, bu, tarihte eşi görülmedik bir dinamizme işaret eder…
Sun Yat Sen Cumhuriyeti’nin 100. Yılında Çin
2011, Çin’de Cumhuriyet ilanının 100. yılıydı. Ülkemizde hemen hiç üzerinde durulmadı ama dünya tarihinde ne kadar büyük bir dönüşümü başlattığı görülecektir.
Çin 20. yy’ın başlarında açlık, isyanlar, kargaşalık ve uyuşuk afyonkeşlerin diyarı ve emperyalist ülkelerin ortak sömürgesi olarak görülüyordu. Bu ülkenin, bu kadar kısa bir süre içerisinde büyük bir dünya gücü haline geleceğini söyleseniz kafanıza külah geçirip alay ederlerdi. Böylesine büyük değişimler çok büyük bedel gerektirir. Çin şu veya bu şekilde bunu ödedi ve hala da ödüyor. (İleriye doğru atılan her güç de ödemiştir. Büyüyen güçler için sorun ödenilen bedelin büyüklüğü değil, bunun ödenebilir olmasıdır). Yüz yıl içerisinde çürümüş bir imparatorluk rejiminden istikrarsız bir cumhuriyete, oradan Çan Kay Şek diktatörlüğüne, sonra komünist rejime ve nihayet şimdiki kolay nitelenemeyecek bir “hibrid” sisteme geçti. İç savaşlar, işgaller ve büyük acılar yaşadı. Bir ülke yüz yılda bu kadar hızla rejim değiştirirse burada önemli dinamikler olduğunu anlarız. Çin beş rejim yaşarken biz iki buçuktayız. Üçe vardığımızda nerede olacağımızı Tanrı bilir. Biraz da nasıl bir bedel ödemeye razı olacağımıza bağlı. Çin’e gelince, onlar da işin başında sürecin nasıl gelişeceğini kestiremezlerdi. Kimse bilemezdi.
Çin feodal bir imparatorluk idi. Memurlar ve toprak sahipleri ile büyük tüccarlar yüksek duvarların ardında yaşardı çünkü burası aynı zamanda bir isyanlar ülkesiydi. Açlık sınırında yaşayan köylüler için herhangi bir doğal afette hayatta kalmanın tek yolu zenginlerin tahıl depolarını ele geçirmekti. Son derece düzgün kayıt tutan Çin imparatorluk bürokrasisi, M.Ö. ikinci yüzyıldan 1911’e kadar milyonlarca kişinin ölümüne yol açan 1.828 açlık felaketi kaydetmişti. Çin bürokrasisi giderek zayıflayıp iktidar yerel güçlülerin eline geçerken, 18. yüzyılda buna bir de yabancı sömürüsü eklendi. Halkın yerel güçlüler ve sömürgecilere karşı mücadelesi bunu izleyen iki yüzyılın temel manzarasını oluşturdu.
Gelenek ve Mücadele: Afyon Savaşları ve Taiping’den Boxer İsyanı’na
Hayatla ölüm arasında ince bir çizgide yaşanması Çin’de önemli bir gizli örgütlenme ve isyan geleneği yaratmıştı. Bunlar kardeşlik veya dayanışma birlikleri şeklinde anılmakta olup Büyük Bıçaklar, Siyah Bayraklar veya Kızıl Mızraklar gibi isimler taşırdı. Köylülerin yanısıra diğer emekçiler, işsiz kalanlar, kanun dışı yaşayanlar ve yoksullaşanlar da bunlara katılmışlardır. Söz konusu örgütler yabancılara karşı girişilen mücadelelerde de en ön sırada yer almışlardır.
Batılılara karşı ilk büyük mücadele Birinci Afyon Savaşı’dır. İngilizler 18. yy’dan itibaren Hindistan’da ürettikleri afyonu Çin’de büyük kazançlarla satıyordu. Afyon ticareti 1792 yılında yasaklanmış ama İngilizler bu yasaklamaları hiç takmamışlardı. 1839 yılında imparatorluk özel müfettişi Lin Zişu Kanton’da el koyduğu esrarı denize dökünce İngilizler askeri harekata giriştiler (Çin’e satılan esrar Hindistan’ı yöneten şirketin tüm gelirlerinin altıda biriydi). Çinliler karşılaştıkları yeni silah teknikleri ve taktiklerle başa çıkamadılar ve 1842 yılında Nanking Antlaşması ile Hong Kong’u İngilizlere bıraktılar. Afyon ticareti sürdü ama Çinlilerin direnişini tam olarak kırmak için İngilizler ve Fransızlar 1856 yılında yeni bir savaş başlattılar. Kanton bombardıman edildi. Bu İkinci Afyon Savaşı 1858 yılında Çinlileri yeni tavizler vermek zorunda bıraktı ama uygulamayı beğenmeyen batılılar Pekin’i işgal ederken Rusya da Mançurya’ya girdi. Çin artık bir yarı sömürge haline gelmişti. Tüm bunlar olurken 1852’den 1868’e kadar süren Taiping Ayaklanması sürüyordu. Temel sloganı “ta-kuan” yani memurları ezin şeklindeydi. Çin’de memurlar, rejimin çürümüş temsilcileriydi. Bu tarihten 1895’e kadar irili ufaklı 115 isyan daha olmuş, ama hepsi bastırılmıştı. Batılılar isyanların bastırılması için zayıf Mançu hanedanına yardım ettikçe, halkın mücadelesi giderek anti-feodal ve anti-sömürgeci nitelik kazanmaya başladı.
19. yüzyılın sonunda Ruslar İli ve Dairen (Port Arthur), Japonlar Ryuku adalarını işgal ederken Avrupalılar yağmadan pay kapmak için akbabalar gibi ülkenin her köşesini didikliyorlardı. Japonlar daha sonra Port Arthur’u Ruslardan almak için 20. yüzyılın ilk büyük savaşını başlatacaklardı. Çin adeta bir açık sofra gibiydi. Fransa, Portekiz ve Almanya liman ve körfezleri alıyor veya kiralıyorlardı. Yönetim çaresizdi. Yeni açılan batı tipi birkaç okul ve fabrika sömürgecilere karşı mücadele edecek kadroları ve gereçleri üretemiyordu. 1888’de ilk kez modern bir ordu kuruldu ama daha çok uzun bir süre savaş yeteneğine sahip olamayacaktı. Bürokrasinin muhafazakar kanadının yozlaşmışlığı ve direnci, reform çabalarını sürekli baltaladı. 1898’de reformcu kanadın darbe girişimi önlendi, yakalananlar idam edildi. Sağ kalanlar ise sürgün hayatına başladılar. Bu dönemin en temel özelliği yabancılara karşı sonsuz bir nefretin gelişmesiydi.
Aralıksız isyanlar yüzyılın başında tek bir büyük dalgaya dönüştü. Halkın sömürgecilere ve misyonerlere karşı tepkileri özellikle 1895 yılında Japonlara karşı yenilgiden ertesinde verilen imtiyazlardan sonra artmıştı. 1897 yılında “Adalet ve Ahenk” adlı bir gizli dernek tarafından başlatılan isyan sel ve açlık felaketlerinin etkisiyle büyüdü. 1900 yılında Pekin ve yabancı elçilikler kuşatıldı. Misyonerler, Hıristiyanlaşan Çinliler ve işbirlikçiler öldürülmeye başlandı. Sömürgeci güçlerin hızla oluşturduğu ortak ordu Pekin’e ilerleyip katliama girişti. 1898 yılında Filipinler’i işgal ettikten sonra bölgede söz sahibi olmak isteyen ABD bu ortak orduya katıldı. (ABD Filipinliler bağımsızlık vaadinde bulunduğu halde bunu İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar tutmamıştı. İleride, diğer emperyalist güçler çekildikten sonra da ABD’nin Çin ile ilgisi devam edecekti). 1901’de imzalanan Boxer protokolü ile Çin çok büyük bir tazminat yükü altına sokuldu. Boxerlar yenildi ama isyanlar durmadı. İmparatorluğun son iki yılı olan 1909 ve 1910 yıllarında sırasıyla 113 ve 285 köylü ayaklanması meydana geldi.
İmparatorluğun Sonu: Savaş Ağaları ve Japonlar
20. yüzyılın başı eskinin büyük imparatorlukları için uyanma zamanıydı. Osmanlılar 1908’de Meşrutiyet ilan etmişler, İran da çeşitli arayışlarla sarsılmaya başlamıştı. Çin 1911’e cumhuriyetçilerin başını çektiği bir dizi ayaklanmayla girdi. Yurt dışında yaşayan, batı kültürüne sahip bir doktor olan Sun Yat-Sen ülkeye çağırılarak Cumhurbaşkanı yapıldı. Ancak bunun hemen ertesinde Çin’in en güçlü adamı General Yuan Shi-Kai onu istifaya zorlayarak Cumhuriyet’in yozlaşmasını hızlandırdı. Amacı kendi hanedanını kurmaktı. 1912’de yapılan seçimler tam bir pespayelikti. Oylar açık pazarlık usulü satıldı. Demokrasi daha doğarken tüm itibarını yitirdi. Cumhuriyetçilerin dağınıklığı ve batılıların bunun devamını sağlamak için Yüan Shi-Kai’ye verdikleri destek yeni rejimin ölü doğmasına neden oldu. Böyle kirli pazarlıklarla başlayan cumhuriyet tek bir huzurlu gün yaşamayacaktı. Cumhurbaşkanı Yuan kendi hanedanını kurma yolunda cumhuriyetçileri tek tek temizlerken eski nesil imparatorluk bürokratlarına ve askerlere güvendi. Bu arada monarşi çağrısı yapacak kukla cemiyetler de örgütlendi. Ne var ki bir Japon müdahalesi bu senaryonun yarım kalmasına neden oldu. Avrupalıların kendi aralarında boğuştukları 1915 yılında Japonlar Çin’i bir sömürge statüsüne indiren “yirmibir talep”i gönderdi. Yüan buna karşı kararlı bir tavır alamayınca bütün prestiji sıfıra indi. Ordu karıştı. Ama yabancılara karşı mücadeleyi yürütecek ulusal kurumlar henüz oluşmamış veya olgunlaşmamıştı. Yüan 1916 Mart’ında istifa etti ve birkaç ay sonra öldü. Bundan sonrası “savaş ağaları dönemi” adı verilen tam bir karmaşaydı. Her bölgede kendi kokuşmuş yönetimlerini kuran generaller keyfi vergiler koyuyor, afyon ticaretini yürütüyor, memurlukları satıyor ve çok sıkışırlarsa da kıyıdaki İngilizlere sığınıyorlardı. Bu gelişmeler Çin’de ilginin batıdan gelen Cumhuriyetçilik yerine Rusya’dan gelen komünizme yönelmesinde etkili oldu.
Yeniden Doğuş: 4 Mayıs 1919 Hareketi ve devamı...
Çin ve Türkiye’nin 20. yüzyıl başındaki benzerlikleri dikkat çekicidir. Bazı Çinliler Birinci Dünya Savaşı bitince batılıların Japonları dizginleyip nispi bir barış dönemi getireceklerini umdular. Ama Paris Konferansı birçoklarının umudunu bağladığı teslimiyetçi tutumun bir işe yaramayacağını gösterdi. Hükümetin aczini gören öğrenciler 4 Mayıs 1919 günü Tien An Men meydanında toplandılar ve halkın öfkesine tercüman oldular. Gösteriler ve genel grevler birbirini izledi. Bu bir dönüm noktasıydı çünkü yeni nesil ülkenin kaderini eline almaya karar vermişti. Birkaç ay içinde ulemanın kullandığı eski dilin yerine halkın anlayacağı dilde 400 gazete ve dergi yayınlandı, kızlar saçlarını kesti, batıl inançlar yıkıldı, afyon içimi azaldı, binlerce kitap yayınlandı. Bu insanların, özellikle de kadınların özgürleştiği büyük bir atılımdı ve geleceğin kadrolarının hemen hepsi bu ortam içerisinde politikaya atılan gençler arasından yetişti. Mayıs 1919, Çin tarihindeki en önemli dönemdir. Aynı günlerde Türkiye de yeni bir rejimi yaratacak olan bir ulusal kurtuluş mücadelesine atılmaktaydı.
Birinci Dünya Savaşı’nı adil bir barış değil, intikam ve yağma antlaşmalarıyla sona erdiren batılılar dünyanın dört bir yanında yeni savaşların tohumlarını atmışlardı. 1921 yılında Çin Komünist partisi kuruldu ve hızla gelişmeye başladı. Ancak o dönemdeki Rus politikası Sun Yat Sen’in Milliyetçi Partisi’nin yani Kuomintang’ın desteklenmesi yönündeydi ve ÇKP’yi onların peşine takılmaya zorladılar. Moskova’nın talimatlarını ileten Borodin kendi adamları olarak gördükleri Chiang Kai Shek’i öne çıkarmaya çalışıyordu. Kuomintang içinde kuvvetli adam haline gelen Chiang ise bir yandan bölgelere hakim olan savaş ağalarını, diğer yandan da ÇKP’yi tasfiye etmeyi amaçlıyordu. Ordu savaş ağalarını tasfiyeye başladı ama kıyılarda istediği yere asker çıkaran Japonlara gücü yetmiyordu. 1923 yılında tekrar yönetime gelen ve 1925 yılında ölen Sun Yat Sen’den sonra Ching’ın iktidar mücadelesi hızlandı. 1927 yılındaki Şanghay genel grevi Chiang’ın diktatörlüğüne nihai geçiştir . Komintern tarafından silah bırakmaya yönlendirilen işçiler ve Komünistler Koumintang tarafından katledildiler. Bu Komintern’in dünya halklarına yapacağı birçok ihanetin ilki değildi. Sonuncusu da olmayacaktı. Bu arada Chiang da kenti yağmalıyordu. ÇKP’nin diğer kentledeki girişimleri de başarısız olunca Moskova politikasına karşı çıkarak kırlara çekildiler. Mao ile Moskova arasındaki büyük ayırım burada başladı.
Japonlara Karşı Mücadele, İç Savaş, Uzun Yürüyüş ve Zunyi Konferansı
1927 katliamlarından sonra komünistler kırlara çekilerek kurtarılmış bölgeler yaratmaya çalışırken Kuomintang da onları yok etmek için ardarda seferler açıyordu. Çinliler kendi aralarında savaşadursunlar, Japonlar 1931 yılında “Mukden Olayı”nı bahane ederek Mançurya’ya girdiler. Bu sırada Chaing’a Alman uzmanlar gönderilmiş, diğer batı ülkeleri de malzeme sağlamışlardı. Japonların yardımı ise komünistleri öldürmesi için bir süre ona serbesti tanıma şeklinde oldu. Chiang’ın ardarda dört kampanyası başarısız olduktan sonra 1934 ilkbaharında beşinci ve son saldırı başladı. Komünistler kuşatılıp yok edileceklerini anlayınca Ekim ayında üslerini bırakıp yola çıktılar. Bir buçuk yıl sonra Kuzey Shensi’ye geldikleri zaman on iki bin km yürümüşler, on sekiz sıradağ ve yirmi dört ırmak aşmışlar ve geçtikleri on bir eyalette altmış kasaba ve kenti ele geçirip halka kendilerini tanıtmışlardı. Bu yürüyüş aynı zamanda Mao’yu ÇKP’nin liderliğine taşıdı.
Uzun yürüyüş ÇKP’nin ve ülkenin kaderini belirlerken, bunun kararları Zunyi kentinde alındı. Moskova yanlısı liderler klasik taktiklerden vazgeçmiyor ve Moskova’dan gelen talimatlarla mutlaka ele geçirilen yerlerin sabit mevzilere dönüştürülerek savunulmasını istiyorlardı. Mao ve arkadaşları o dönemde hedeflerinin kentleri ele geçirmek değil hareketli savaş yapmak olduğunu ileri sürüyorlardı. Yürüyüşün daha üçüncü ayında yola çıkan 120 bin kişiden 90 bin kayıp verilmişti. Mao hareketin liderliğini ele geçirip orduyu toparlarken Moskovacılar tekrar tekrar iç çatışma yaratıyorlardı. Lin Piao’nun bir savaş hilesiyle ele geçirdikleri Zunyi kentinde 6 Ocak 1935 günü yapılan toplantıda etkili olan Mao Tse Tung, çizgisini partiye kabul ettirdi. Moskovacılar ile çıkan ayırım ise hiçbir zaman bitmedi. 1950’lerde iki ülkenin tüm ilişkileri kesip savaşın eşiğine gelmelerine kadar da uzandı. Çinliler Moskova’nın kuklası olmayı kabul etmeyeceklerdi. Bu konferansta yer alan Chu En Lai 1970’lere, Deng Hsiao Ping ise 1990’lara kadar ülkenin kaderinde önemli roller oynadılar.
Komünist iktidarın Kuruluşu
Komünistler Kuzey Shensi’de toparlanırken Kuomintang Japonların yeni saldırıları karşısında gerilemeye devam etti. Bu durum, Japonların Pu-Yi’yi göstermelik olarak başında tuttukları kukla Mançukuko devletine karşı savaşmaya can atan Mançuryalıların, daha iyi mücadele eden komünistlere yaklaşmalarına neden oldu. Japonlar 1931’den itibaren Mançurya’yı ve kuzey kıyılarını işgal edip Pekin’e ilerlediler, 1941’de batılıların elindeki kıyı kentlerini de ele geçirdiler. 1945’de Japonlar teslim olup çekilirken batılılar Chiang’a desteklerini artırdılar. Ama komünistler bu dönemden güçlenerek çıktılar. Uzun yürüyüşün sonunda 50 binin altına inen üye sayıları 1945’e gelindiğinde 1.2 milyonu aşmıştı. 1946 yılında Kuomintang ile son hesaplaşma başladı. Chiang’ın kağıt üzerinde 345 tümene ek olarak 60 bağımsız tugay ve 89 özel alayı vardı ama bunlar Kuomintang rejimi gibi içten çürümüştü. Çoğu birliğin tahsisatını subaylar paylaşıyor, askerler pılıpırı içinde yarı aç savaştırılmaya çalışılıyordu. 1947 yılında Lin Piao’nun komutasında “Halk Kurtuluş Ordusu” adı altında düzenli orduya dönüşen komünist birlikler, 1948’de bir seri büyük muharebeye girişerek zaferi kazandı. Kuomintang askerleri dağılıp giderken Chiang ve takipçişeri Formosa Adası’na (Tayvan) kaçtı. 3 Şubat 1949 günü Halk Ordusu’nun Pekin’de yaptığı görkemli resmigeçit başından beri zavallılıktan kurtulamayan cumhuriyetin sonunu ilan ediyordu.
Çin Halk Cumhuriyeti 1 Ekim 1949 günü resmen ilan edildi. 1950’lerin ilk yarısı ülkenin istikrara kavuşturulabilmesi, Çin’in geleneksel yapısında daima var olmuş olan yerel iktidar odaklarının kontrole alınması, örgütlü suçlarla mücadele, Kore Savaşı ve toprak reformu çalışmalarıyla geçti. Ne var ki ağır sanayii temel alan bürokratik bir Sovyetik gelişme modelinin taklidi ciddi rahatsızlıklar yaratmaktaydı. Moskova’nın ağırlığı ülkeyi ve partiyi büyük sorunlara gebe kılmıştı ama buna karşı bir başka yanlış yapılacaktı. Özellikle 1927 Şanghay ayaklanmasını izleyen dönemde, Çin Komünist Partisi esas itibariyle Çin’in geleneksel köylü ayaklanmalarının yeni bir sistem içerisinde örgütlenmesini temsil etmekteydi. Köylüleri her zaman kontrol edebiliyordu. Ama kentlerin ağırlığı arttıkça kontrolü zayıflayacak, bu bir dönem büyük kargaşalıklar yaratacak, sonra da sistem gene değişecekti. Kapitalizmin devrimi yutması Çin’de çok farklı şekiller alacaktı.
İleriye Doğru Büyük Atılım, Kriz ve Sözde Kültür İhtilali
Toplumlar ellerindeki olanakları ve birikimlerini aşarak uzun süre ilerleyemezler ve onları bu yönde zorlayan liderler büyük felaketlere neden olurlar. Çin de 1958 yılında ilan edilen “büyük atılım” yıllarında bunu yaşadı. Sanayi, tarım ve kolektifleşmede dev atılımlar yapılacaktı. Kooperatifler komünlere dönüştürüldü ve köylerde binlerce küçük demir fırını kuruldu. Halk sulama kanalları ve kamu işlerinde gönüllü çalışmaya sokuldu. Üretimin bir yılda % 34 arttığı resmen ilan edildi. Ertesi yıl da benzer sayılar tekrarlandı. Ama bu fizik kurallarına aykırı bir boş propaganda idi. Bir şey koymadan bir şey alınamazdı. Nitekim istenilenin tam tersi gerçekleşti ve zaten hassas olan dengeler bozulunca 1959 yazında çok yaygın açlık başladı. On milyona yakın köylünün açlıktan öldüğü söylenir. 1961’e gelindiğinde milli gelir 1958’e göre % 15 düşmüş, ileriye doğru büyük atılım büyük felakete dönüşmüştü. Siyasi irade buğdayları büyütememiş, yüz milyonlarca insanların en büyük fedakarlıkla harcadıkları enerjilerini israf etmiş, köy fırınlarının ürettikleri demir çelik ise cüruftan başka birşey olmamıştı. Kriz ve açlık Mao’nun itibarını düşürdü, sağ kanat olarak adlandırılan Liu Shao Shi ve Deng Hsiao Ping yönetimde ağırlık kazandı.
Mao 1960’ların başında iktidarı karşıtlarıyla paylaşmaktan mutlu değildi. Ayrıcalıklı kesim büyüyor, devlet, parti ve üretim birimlerinde güç kazanıyordu. 1965 yılında Mao sınıf mücadelesinin derinleştirilmesi için çağrılarını artırdı. Kızıl muhafızlar adı verilen gençler ayrıcalıklı olarak niteledikleri yöneticilere, sanatçılara, partideki ılımlılara, üniversitelilere karşı şiddetli bir kampanya açtılar. Yüz binlercesi yayan olarak köyleri dolaştılar, fabrika ve kooperatiflerde toplantılar düzenlediler. Hızla fanatikleştiler ve kontrolsüz şiddet uygulamaya başladılar. Akla kara birbirine karıştı. Birçok insan dönek, hain ilan edildi, eski kadrolar ağır işlerde çalışmaya gönderildi. Liu Shao Shi bir domuz ağılına kapatıldı. İşçiler ve askerler 1968’den itibaren bu aşırılıklardan uzaklaşmaya başladılar ama Başkan Mao düşüncesini putlaştıran öğrencilerin aşırılıkları 1972’ye kadar devam etti. Kızıl muhafızlar, tüm bu işlerin aslında parti içerisindeki hizip çatışmalarından başka bir şey olmadığını anlayıncaya kadar yıllar geçti.
Devrimin sonu ve Yeni Liberal “Hibrid” Düzen
Kültür devrimi aşırılıkları ve hataları nedeniyle kitleleri uzaklaştırmış ve yormuştu. Aralıksız mücadelelerden sonra halkın isteği sınıf ve hizip mücadelesi değil huzurdu. Devrimin önderlerinden ve Mao’nun halefi olduğu resmen açıklanmış olan Lin Piao 1971 yılında sözde Rusya’ya kaçarken uçağı düşüp ölmüş denildi. Partinin kurucularından Liu Shao Shi 1968’de partiden atıldı ve 1974’de öldü. Uzun mücadelenin üç yoldaşı Mao, Chu En Lai ve Chu Teh 1976’da hayatlarını yitirdiler. Bundan kısa bir süre sonra da Kültür Devrimi’ni sürdürmek isteyen ve aralarında Mao’nun karısının da bulunduğu dörtlü çete denilen grup tutuklanıp mahkemeye çıkarıldı. Kültür devrimi, önce Mao’nun adı kullanılarak, sonra buna dahi gerek görülmeden tasfiye edildi. Eski yöneticilerden sadece Deng Hsiao Ping Kültür devriminde işçi olarak gönderildiği traktör fabrikasından dönüp liberalizme geçiş sürecinde istikrarı sağladı. 1980’lere gelindiğinde eski siyasetin yerini verimlilik artışı ve ekonomik kazanç temaları almıştı bile.
Çin dev nüfusuyla modernleşmeye çalışırken yeni bir sosyalist ekonomik model geliştiremedi ve giderek kapitalist yöntemlere ve dünya ekonomisine entegre oldu. 1978’den sonra kitleler giderek politikadan uzaklaştılar, fabrika komiteleri lağvedildi ve yetki işletme müdürlerine verildi. Tüm devrimci komiteler adeta buharlaşıp uçtu. Kitleler kullanmaya alışık olmadıkları iktidarın başkalarına verilmesine itiraz etmediler. Özellikle Kanton ve Şanghay gibi kıyı kentleri çevreleriyle birlikte kapitalizmin gelişmesinde öncelik yaptılar. Buralardaki girişimciler büyük nüfusun sağladığı ucuz işgücünü kullanarak dünyaya ihracat yapmaya başladılar. Yeni liberal düzende ekonomik eşitsizlikler hızla arttı ve yüz milyonlarca kişi günde bir-iki dolara çalışırken çok sayıda mültimilyoner (ve tabii yeni suç örgütleriyle birlikte) türedi. Bu durum yeni gerilimler yaratmadı değil ama Çin halkı artık mücadeleden yılmıştı.
Günümüzde Çin’in kıyı bölgelerinde oturan 300 milyon nüfus (ki toplamın dörtte birinden azını oluşturuyor), milli gelirin dörtte üçünü yaratıyor. Banka hesaplarının dağılımı da zenginliğin kıyılarda toplandığını gösteriyor ama daha da vurgulayıcı olan husus hesap sahiplerinin yüzde onunun mevduatın üçte ikisinden fazlasına sahip olması. Bu durum yeni değil. İmparatorluk zamanında da kıyılardaki tüccarlar zengindi ve kıyı kentleri lüks, yoksulluk ve batakhanelerin yanyana yığıldığı mekanlardı. Çin liderlerinin çoğu da Politikanın yoğunlaştığı bu kentlerde yetişmişler, politikanın en kirli oyunlarını buralarda öğrenmişlerdi. 1920’lerde hem Kuomintang, hem de ÇKP buralarda gelişti ama kıyılardaki batı işgalleri ve Japon saldırıları nedeniyle güç toplamak için iç bölgelere çekilmek zorunda kaldılar. Güç toplayıp ülkelerini kurtardıktan sonra Hong Kong ile Tayvan Çin Halk Cumhuriyeti’nin dışında kaldı. Tayvan ABD desteği altında çok hızlı bir ekonomik gelişme gösterdi ama Çin her zaman bu ülkenin Çin’e bağlanmasını bir iç mesele olarak gördü. Tayvan’ın kaderinin ne olacağı halen meçhul. Hong Kong’un hükümranlığı ise 1997’de İngiltere’den geri alındı ama 50 yıllık bir geçiş süreci kabul edildi. Esasen yetkililer de buradaki ticaret ortamını ürkütecek herhangi bir tutuma girmemekte kararlı davrandılar. Zaten diğer kıyı bölgelerindeki ekonomik bölgeler, özellikle Şanghay ve Kanton da aynı kapitalist gelişme mantığını teşvik ediyordu. Savaşlar ve ihtilaller birbirini kovalarken minik Hong Kong adası yüzyetmiş yıl boyunca Çin’in bağrına yapışık bir halde ticaret yaptı. Yeni Çin şimdi bu örneğe göre gelişiyor. Komünist adı yadigar kaldı. Bu arada sabırlı bir dış politika yürütüyor, teknolojsini ve silahlı kuvvetlerini geliştiriyor. Dünya ABD ile Çin arasındaki güç çekişmelerinin 21. yüzyıla damgasını vuracağını konuşuyor.
SON
Notlar:
Nüfus ve dinamizm
Durkheim demografi kaderdir demişti. Bu uzunca bir süre unutulduktan sonra tekrar anlaşılıyor. Toplumların kaderini çizen unsurlar arasında, dönemin sorunlarının zihinlerde yarattığı izler doğrultusunda bazen kültürel faktörler, bazen ekonomi, hatta kimi zaman da coğrafya vurgulanmıştır. Ancak demografinin tüm bunlarla ilişkisi tarih yazımında çok uzun süre ihmal edildi. Avrupa’nın kaderini belirlemiş olan ve 8. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar sarkan büyük Norman istilaları İskandinavya’daki nüfus patlamasının sonucunda meydana gelmişti. Haçlı seferlerinin bu dinamizmle alakası vardır. Avrupa 16. yüzyılda dünya nüfusunun % 10’una sahipti. Osmanlı imparatorluğu da gücünün zirvesinde olduğu 16. yüzyılda Anadolu’da ve Rumeli’de büyük bir nüfus patlamasına sahne oluyordu. Avrupalılar nüfus fazlalarını dünyaya yayarken Osmanlılar bunu yapmadılar ve başka sorunların yanısıra sürekli iç isyanlarla uğraştılar. 20. yüzyılın başında Avrupa kaynaklı nüfus dünya nüfusunun % 25’ine çıkarken dünyaya hakim oldular. 21. yüzyılın başında ise nüfusu mutlak ve nisbi olarak azalan Avrupa dinamizmini hızla yitirirken süper güç haline gelen ABD’nin nüfusu hızla büyüyor. SSCB’nin çöküşü ile büyük nüfus kaybı arasındaki ilişki de önemle incelenmesi gereken tarih konularından birisidir. Çin de, büyük nüfusunun getirdiği sayısız soruna rağmen ekonomik büyüme rekorları kırıyor, uzay yarışını sürdürüyor, nükleer teknolojisini geliştiriyor ve dünya politikasında giderek ön planda bir rol oynuyor.
Batılılaşma: Çin ve Osmanlılarda benzer yanlar
19. yüzyıla kadar Çin imparatorları ve Osmanlı sultanları sonsuz küçümsedikleri batılılar karşısında toparlanmak ve giderek onların isteklerine boyun eğmek zorunda kalınca büyük bir rahatsızlık yaşadılar. Her iki ülkenin bürokrasileri de köklü reformlardan korkup yeterli olacağına inandıkları asgari reformlarla işi götürmeye çalıştılar. Büyük değişikliklerin yıkıcı karışıklıklar yaratacağına inanıyorlardı ve nitekim bu inançlarında haksız da değillerdi. Ne var ki iç ve dış etkenler dayattığı zaman asgari tedbirler değil kapsamlı politikalar gerekir, veya bir başka değişle korkunun ecele faydası yoktur. Çin yöneticileri reformlara korkarak giriştiler ve Barbar dedikleri batılılar karşısında durum biraz düzelince ve krizler yatışır gibi oldukça hemen eski düzene dönmeye çalıştılar.
Osmanlılara benzer şekilde ilk reformlardan birisi Dışişlerinin yeniden örgütlenmesiydi. Çinliler bu işe 1861’de, İkinci Afyon Savaşı’nın sonrasında başladılar. Batıya gönderdikleri öğrencilerin ilk grubu ise 1871 yılında yola çıktı ancak modern okulların kurulmasına 1860’larda başlanmıştı. Keza ordu reformu da 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayacaktı. Osmanlılar ordu reformunu çok daha önce, daha III. Selim zamanında başlatmış ve II. Mahmut ile sonuca erdirmiş, gene bu padişahın zamanında idari reformlara girişmişlerdi. Ne var ki her iki ülkenin yeni ordularının ilk başarılarını görmek için uzunca bir süre beklenmesi gerekecekti. Yeni ordunun başarılı olması için sadece kıyafet, talim ve silah değil, yeni zihniyetlerin kazanılması gerekmekteydi. Ancak bu reformların asla küçümsenmemesi gerekir çünkü bunlar ileride yapılan işlerin olmazsa olmaz ilk adımlarıydı.
Hong Kong
Birinci Afyon Savaşı’nın sonundan beri bir İngiliz kolonisi olan Hong Kong Kanton’un güneyinde büyük bir ticaret ve finans merkezi haline gelmişti. Borsası sadece Güneydoğu Asya ve Pasifik’te değil tüm dünyadan yatırım çekmekte ve izlenmekteydi. İngilizler 1997 yılında Hong Kong’u Çin’e iade ettiler ama 50 yıllık bir geçiş sürecinde burası otonom bir yönetime sahip olacaktı. Yani 2047 yılına kadar Hong Kong kendi hukuk sistemini, parasını, gümrüklerini ve hatta yabancı ülkelerdeki delegasyonlarını muhafaza edecekti. Diğer yandan Kanton ve Şanghay daha şimdiden Hong Kong’dan pek farklı olmayan birer ticaret merkezi haline gelmiş bulunuyorlar.
Tayvan
Koumintang 1949 yılında Kıta Çin’inde yenilince Chiang yaklaşık 2 milyon milliyetçi taraftarı ile birlikte Formosa adasına kaçtı, başkenti Taipei olan Çin Cumhuriyeti kuruldu. Çin Halk Cumhuriyeti ile anlaştıkları tek nokta burasının Çin’in bir parçası olduğu idi. Ne var ki Tayvan birleşmeyi daima reddetti. Milliyetçilerin yönetiminde ancak Çin’e yakın olan Quemoy ve Matsu adaları uzun yıllar boyunca iki yönetim arasında silahlı çatışmalara sahne oldu. ABD Başkanı Truman ÇHC işgalini önlemek için 7. Filo’yu buraya gönderdi ve Tayvan’ı destekledi. Toprak reformu, yabancı yatırımlar ve çok yüksek eğitim düzeyi ile Tayvan hızlı bir ekonomik gelişme göstererek önce mal, sonra da sermaye ihraç eden bir ülke haline geldi. Ne var ki 1971 yılından itibaren Birleşmiş Milletler de temsil ÇHC’ ye verildi. Chiang 1975’de ölünce önce yerine oğlu geçti. 1987’de sıkıyönetim, 1991 yılında da olağanüstü hal sona erdikten sonra muhalefet partileri gelişme gösterdiler. Günümüzde ÇHC ile Tayvan arasında gerilim sürüyor.
Deng Hsiao Ping (1904-1997)
1922 yılında ÇKP’nin ilk üyelerinden birisi olan Deng’in hayatı Çin’in 80 yıllık serüveninin özeti gibidir. 1920’lerde ÇKP içerisinde öne çıkan Deng Uzun Yürüyüş sırasında partinin sekreterliğini yapmış ve Zunyi Konferansı’na katılmıştı. 1945 yılında Merkez Komite’ye seçilmiş, 1952’de Politbüro Daimi Üyesi olmuştu. İleriye Doğru Büyük atılım fiyaskosundan sonra Liu Shao Shi ile birlikte pragmatik politikalar yürüterek ülkeyi toparlamaya çalışmışlardı. Mao bunu kabul etmedi ve Kültür Devrimi sırasında Liu’dan sonra 2. no.lu kapitalist yolcu olarak ilan edilerek bir traktör fabrikasında sıradan işçi olarak çalışmaya gönderildi. Yine de hastalandığı hücrede ölüme terkedilen Liu’ya göre şanslıydı. 1973 yılında Chu En Lai onu tekrar başkan yardımcılığına getirdi. 1976 yılında Dörtlü Çete zamanında gene partiden atıldı ama ertesi yıldan itibaren parti ve hükümette 2. adam ama gerçek lider olarak Mao’dan sonra ülkesinin en güçlü lideri oldu, 1989’da tüm görevlerinden ayrılmadan önce kendi kadrolarını yönetime yerleştirdi. “Çin Sosyalizmi” adını verdiği politikaları Mao taraftarlarınca kapitalizme dönüş olarak nitelendi.
Mehmet Tanju Akad