SSCB’nin çöküşü önce sosyalist blok içinde yer alan Doğu Avrupa ülkelerindeki iktidarları yerinden eder ve bloktan koparır. Arkasından da SSCB içinde yer alan 11 ülke, Birlikten ayrılarak bağımsızlığını ilan eder. Bu gelişmeler, SSCB ile birlikte davranan Afrika, Asya ve Güney Amerika’daki birçok ülkede şaşkınlık yaratır. ABD yönetimi, bu çöküş ortamında önüne çıkan fırsatı değerlendirir. Dünyanın tek süper gücü olarak hegemonyasını kalıcı kılmak amacıyla bir dizi strateji ve politikalar geliştirir. Oluşturduğu ‘Yeni Dünya Düzeni Projesi’ ile Rusya dahil olmak üzere tüm bu ülkeleri ABD’nin önderliğindeki Batı sistemine –neoliberal kapitalist pazara- entegre etme doğrultusunda harekete geçer.
Bu projede Batı sistemiyle hızla bütünleştirilmesi hedeflenen ülkeler şunlardır:
- Balkanlar’da Yugoslavya ve Romanya (bu iki ülke de Doğu Blok’una dahil değildi), Bulgaristan ve Avrupa’da yer alan Polonya, Çekoslovakya, Macaristan ise Blok’a dahil olan ülkelerdi,
- Akdeniz’in güneyinde: Libya, Cezayir, daha güneyde de Afrika ülkelerinden Mali, Kongo, Etiyopya, Tanzanya, Angola ve Mozambik,
- Doğuda: Ukrayna ve Kafkaya ülkeleri (Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan), daha Doğu’da da Orta Asya ülkeleri (Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan, Afganistan),
- Güneyde ise Yemen, Suriye, Irak ve (İslam devrimi ile Batı kontrolünden çıkan) İran’ dır.
Kuzey-Güney ve Batı-Doğu hatlarının kesiştiği yerde ise Türkiye ile İran bulunmaktadır. Bu iki ülke coğrafi konumları, tarihi-kültürel ve dini-mezhepsel özellikleriyle ‘önemli jeopolik eksenler’ olarak değerlendirilir.
‘Türkiye gerek stratejik, gerekse de ekonomik bakımdan önemli bölgelerin kesiştiği bir noktada bulunmaktadır -uçlarını Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasların oluşturduğu karmaşık üçgen de buna dâhildir. Bu önemli bölgelerin hepsi de kendi içlerinde şiddet tohumlarını ve her an patlamaya hazır anlaşmazlıkları barındırmaktadırlar.’ [1]
ABD önderliğindeki Batı’nın, Hazar bölgesi ile Orta Asya’ya açılımında, Türkiye ve İran’ın yanı sıra önemli bir diğer ülke de Ukrayna’dır. Ancak Ukrayna ve İran jeopolitik konumları açısından uygun ülkeler olsalar da, Batı kapitalist sistemine dâhil değildirler. Türkiye ise, jeopolitik konumu nedeniyle, İran ve Ukrayna’dan farklı olarak tüm bu bölgelerin (Balkanlar-Kafkasya ve Orta-Doğu’nun) ortasında yer alır. Aynı zamanda da Batı bloğunun sadık üyesi olduğundan anahtar ülke diye tanımlanır.
SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesi ve Soğuk Savaşın sona ermesiyle bir önceki dönemin ihtiyaçlarına göre tarif edilen Türkiye jeopolitiği anlamını yitirir. ABD’nin yönetim ve politika üretim yapıları (RAND, çeşitli vakıflar, tink-tank kuruluşları vb.) Yeni Dünya Düzeni planlarıyla uyumlu yeni bir Türkiye jeopolitiği oluşturmaya girişirler. Türkiye’nin yeni jeopolitik konumuna uygun bir dış ve iç politika anlayışı üzerine de tartışma yürütürler.
…Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na üye olup olmayacağı konusunda kuşkulu olsalar da, bu kuşkular stratejik yönden Türkiye’yi Batı’ya sıkıca bağlama ihtiyacı karşısında geri plana itiliyordu. Ancak, Soğuk Savaşın sona ermesiyle Türkiye’nin Avrupa’daki yeri konusunda yeni tereddütler baş gösterdi ve Ankara’nın Avrupa ile ilişkilerinde yeni güçlükler ortaya çıktı. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Avrupa’nın Türkiye’ye yaklaşımında askeri ve stratejik konuların önemini azaltırken ekonomik, kültürel ve politik faktörlerin önemini artırdı. Bu gün için Avrupa’nın önceliği, Sovyet (veya Rusya) tehdidini savuşturmaktan çok, uyumlu bir politik ve ekonomik birlik yaratmak ve etkili bir Avrupa güvenlik ve dış politikası oluşturmaktır. Öncelikteki bu değişme, Türkiye’ye karşı “ayrımcılığı” artırmakta ve “Yeni Avrupa’da” Türkiye’nin yerinin neresi olacağı konusunda yeni sorunlara sebep olmaktadır.[2]
Yürütülen çalışmalarda, Türkiye’nin jeopolitik konumu, Avrupa’dan bağımsız bir şekilde, Balkanlar-Kafkasya ve Orta Doğu merkezli olarak yeniden tanımlanır.
‘Stratejik ortamın değişen niteliği, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini ayarlamaya ilişkin önemli sorunlara yol açacaktır. Çok uzun zaman sürdürülen öncelikler Soğuk Savaşın sona ermesi, Orta Doğu ve Balkanlardaki istikrarsızlık ve Karadeniz ve Orta Asya’dan kaynaklanan yeni fırsat ve sorunlar ışığında eleştirel biçimde yeniden gözden geçirilmektedir. Aynı zamanda Avrupa ve ABD’nin de sınırlama stratejisi ve Türkiye’nin Avrupa güvenliğindeki rolüne ilişkin geleneksel görüş doğrultusunda belirlenen ilişki biçimlerini yeniden değerlendirmesi gerekmektedir. (vurgu y.a.)’[3]
Hazırlanan raporlarda ve yayınlanan politika belgelerinde Türkiye’nin bu bölgelerde izleyeceği dış politikanın ABD’nin bölge planları açısından hayati önemini vurgulanır. Ünlü stratejisti-politika üreticisi Brzezinski, ‘Büyük Satranç Tahtası: Amerikan’ın Küresel Üstünlüğü ve Bunun Jeostratejik Gereklilikleri’ adlı kitabında, ABD’nin izleyeceği politikalarda Türkiye’nin jeopolitik konumuna dikkat çeker.
‘‘… hem Türkiye hem İran öncelikle önemli jeopolitik eksenlerdir. Türkiye, Karadeniz bölgesinde istikrar sağlamakta, Karadeniz’e Akdeniz’den de ulaşımı kontrol etmekte, Kafkaslarda Rusya’yı dengelemekte, İslam muhafazakârlığına (İran’a kastediliyor y.n.) karşı panzehir oluşturmakta ve NATO’nun güneydeki güvencesi olarak hizmet etmektedir.[4]
‘‘Ukrayna, Azerbaycan, Güney Kore, Türkiye ve İran kritik olarak en önemli jeopolitik eksen rolünü oynarken, Türkiye ve İran’ın her ikisi de bir ölçüde, daha sınırlı kapasiteleri dâhilinde aynı zamanda jeostratejik olarak da etkindirler.[5]
ABD’nin İstihbarat ve Araştırma Dairesi’nin Güney Avrupa bölüm şefliğini görevinde bulunan Alan Makovsky, Washington Orta Doğu Politikası Enstitüsü’ aracılığıyla, 1997-1998 yılları arasındaki ‘Türk Dış Politikası’ üzerine, ABD’li bölge uzmanlarının yanı sıra Türkiye’den de birçok kişinin katımıyla seminer düzenler. Bu seminer notlarında ve diğer birçok raporda da Türkiye’nin jeopolitik durumu ve önemi ele alınır.
Alan Makovsky ve Sabri Sayarı, ‘‘ABD, Türkiye’ye öncelikle jeostratejik nedenlerle değer veren global bir güçtür. Washington’un Balkanlardaki istikrarsızlık, Rusya’nın gelecekteki yönelimi, İran köktendinciliği, Irak’ın saldırgan dış politikası ve Ortadoğu Barış Süreci’ndeki kilitlenmeye ilişkin endişeleri, ABD’deki siyaset yapıcıların Türkiye’ye yönelik ilgisini güçlendirmektedir. ‘‘[6]
RAND corporation’un Orta-Doğu ve Avrupa bölümünde çalışan ve Türkiye üzerine tahliller yapan, Raporlar hazırlayan F. Stephen Larrabe ve Ian O. Lesser’in RAND için birlikte hazırlandıkları bir raporun kitaplaştırılmış halinde de ABD’nin çıkarları açısından Türkiye’nin jeopolitik konumunun ‘yaşamsal önemi’ vurgulanır:
‘‘Soğuk Savaşın sona ermesi, ABD’nin gözünde Türkiye’nin stratejik önemini artırmıştır. Türkiye Birleşik Devletler için jeostratejik önemi gittikçe artan üç bölgenin ortasındadır: Kafkaslar, Orta Doğu ve Balkanlar. ABD’nin bu bölgelerin her birinde dış politika hedeflerine varabilmesi için Türkiye ile işbirliği içinde olması yaşamsal öneme sahiptir. (vurgu y.a.)’’[7]
- Soğuk Savaş Döneminde Türkiye Jeopolitiği
SSCB’nin kuruluşu sürecine denk gelen Ulusal Kurtuluş savaşına, SSCB destek verir. Para ve silah yardımında bulunur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte iki ülke lideri: M. Kemal ve Lenin’in Türk-Sovyet dostluk dönemini de başlatırlar. 1923 ve 1936’da her iki ülke Boğazlar anlaşmasının yanı sıra Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması’nı imzalarlar.
İkinci Dünya Savaşı’ndan SSCB büyük insan kaybına rağmen güçlenerek çıkar. Nazi yayılmacılığını durduran ve ezen, Avrupa’nın sömürgeci ülkeleri arasındaki acımasız savaşa son veren SSCB’ne, Komünizme yönelik Avrupa’da büyük bir sempati oluşur. ABD – İngiltere -Fransa, Avrupa halklarında oluşan bu sempatiyi kırmak ve Avrupa’nın SSCB’nin etkisi altına girmesi önlemek için bir dizi politika geliştirir. SSCB’nin Avrupa’daki etkisinin önüne set çekmeye yönelirler. Bu askeri set daha sonra politik ve ekonomik set ile tahkim edilir.
Stalin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, 1945 Mart’ında, Türkiye ile SSCB arasında 1925 yılında imzalanan ve 1945 yılında süresi sona erecek olan Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması’nı yenilemeyeceğini açıklar. Ayrıca Türkiye’ye İstanbul ve Çanakkale Boğazında askeri üsler kurma isteği ve Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin’i de kapsayan toprak talebi iki ülke arasında gerginliğe yol açar. Türkiye’nin SSCB’ne karşı duyduğu güvenlik kaygısını da artırır.
Avrupa’da ABD ve İngiltere ile SSCB arasındaki anlaşmazlıkların arttığı, Türkiye’de de SSCB tepkilerin yüksek olduğu bir dönemde, 5 Nisan 1946’da ABD’nin en büyük savaş gemilerinden Missouri İstanbul’u ziyaret eder. Missouri’nin ziyareti, ABD’nin Türkiye’yi SSCB’ne karşı destekleyeceğinin bir işareti olarak değerlendirilir. İnönü iktidarı hem savaş nedeniyle bozulan ekonomiyi geliştirmek, dışarıdan kredi-sermaye sağlamak hem de SSCB’ne karşı Türkiye’nin güvenlik ihtiyacı için Batı’ya yönelir.
ABD “Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik bir çöküntü çok ciddidir ve bazı güçler, komünistler, bundan faydalanabilir” düşüncesiyle savaşta yıkılan ve bitap düşen Avrupa ülkelerinin ekonomiklerini onarması, kısa zamanda gelişmeleri, güçlenmeleri için Marshall Planı adı altında mali yardım programı oluşturur. ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı Avrupa ülkeleri için geliştirdiği ekonomik-politik ve ideolojik boyutları olan Truman Doktrinine ve Marshall Planı’na Türkiye’de dâhil edilir.
Paul B. Henze, ‘İngiltere’deki İşçi Hükümeti 1946 yılında Türkiye ile Yunanistan’ın korunmasını üstlenecek kaynaklardan yoksun olduğuna karar verdi. 21 Şubat 1947 tarihinde İngilizler Washington’a keyfiyeti resmen bildirdi. Ondokuz gün sonra Başkan Harry Truman Kongreden, Türkiye ve Yunanistan’ın milli bütünlüklerini korumalarına yardım için bir fonun kurulmasını istedi. Kongre hemen kabul etti bu talebi ve Truman Doktrini bu suretle doğdu’. [8]
Türkiye’nin dış politikada tarafsız konumundan çıkarak ABD’nin tarafına doğru geçmesinde, SSCB’nin Türkiye’ye yönelik bu yanlış dış politikasının etkisi büyüktür. Bu durumdan da İngiltere-ABD ustalıkla yararlanmıştır.
Tüm Avrupa ülkelerinin yanı sıra Türkiye’nin de ABD’nin ekonomik-politik ve askeri hegemonyası altına girmesinde Truman Doktrini ve Marshall yardımları önemli rol oynar. Batı bloğunun bir parçası olmaya yönelen Türkiye, SSCB’ne karşı oluşturulan NATO’ya da 1952’de katılır. Bu adımla birlikte, Türkiye ekonomik-politik ve askeri olarak Batı cephesinin bir üyesi haline gelir. ABD emperyalizminin SSCB’ne karşı geliştirdiği kuşatma, yalıtma ve tehdit etme stratejilerine göre Türkiye’nin jeopolitik konumu belirlenir.
Türkiye’nin Marshall yardımları, AET-OECD, NATO-CENTO ile Batı’ya bağlanması sürecini Paul B. Henze net bir şekilde özetler:
‘‘Bu ilk taahhüdü (Marshall yardımlarını y.a.), mantıki silsile içinde başka taahhütler takip etti.
- Türkiye’nin 1950’de Avrupa Konseyi Üyeliği
- Marshall Planı çerçevesi dâhilinde Amerikan ekonomik yardımının bir şartı olarak Türkiye ile Yunanistan’ın OECD’ye ortaklığı ve Avrupa Ekonomik İşbirliği (EEC) ve diğer çok uluslu ekonomik kuruluşlara üyelik
- Türkiye ve Yunanistan’ın 1953’te NATO üyeliğine kabulü
- Türkiye’nin 1956’da Bağdat Paktı üyeliği. Bu pakt daha sonra Merkezi Anlaşma Teşkilatı (CENTO) adını almıştır.
Türkiye’nin Batı savunma sistemine girmesi iç politikadaki gelişmeleri de hızlandırdı. İçeriden kaynaklanan ve Amerika tarafından da desteklenen kararlar Türkiye’yi Batının savunma ve ekonomik ortaklığına götürüyordu.(vurgu y.a.)’’ [9]
Batı sistemine ekonomik-politik ve askeri olarak entegre olan Türkiye, ABD’nin Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki ‘Yakın Doğu İlişkileri Bürosu’ ndan çıkarılır ve ‘Avrupa İlişkileri Bürosu’na dahil edilir. [10] Böylelikle Türkiye jeopolitik olarak SSCB’ne karşı Avrupa’nın güvenliğinin sağlanmasında güney hattını tutma görevinde Avrupa’nın bir parçası olarak değerlendirilir..
Stephen Larrabe, Ian o. Lesser, ‘Soğuk savaş döneminde Türkiye, Batı savunma sisteminin kilit ülkelerinden biriydi. Ankara (Sovyetlerin Ortadoğu’ya ve Doğu Akdeniz’e yayılmasına karşı bir kale görevi görüyor, üstelik Sovyetlerin batı cephesine yerleştirebileceği 24 askeri tümenini kendi çevresinde bağlı tutuyordu.) Ayrıca Sovyetlerin nükleer silahların yayılması ve silah kontrolü anlaşmalarına uyup uymadığının denetlenmesi için de önemli üsler ve kolaylıklar sağlıyordu.’ [11]
Türkiye, Truman doktrinine ve jeopolitik konumuna göre ABD’nin öncülüğünde yürütülen Komünizme/SSCB’ne karşı mücadelede hem dış politikasını hem de iç politikasını yeniden biçimlendirir. Bağımsız Cumhuriyet’in iç politikadaki ‘irtica-gericilik’ tehdit algısı yerine laiklik – şeriat kutuplaşması ve anti-komünizm konur.
Philip H. Gordon, ‘‘1947 tarihli Truman Doktrini Türkiye’ye komünistlere karşı mücadele etmesi için yüklü miktarlarda Birleşik Devletler mali desteği sağladı.’’ [12]
Stalin’in Türkiye’ye yaptığı talepleri vurgulanarak toplumda var olan tarihi Çarlık-Moskof düşmanlığı, Rus Komünizmi-Moskova üzerinden -kısa süren dostluk dönemi sonrasında- yeniden hortlatılır. Çarlığın yıkılışı ve SSCB’nin kuruluşu, yeni devletin Anadolu Kurtuluş savaşına yaptığı yardımların, dostluk döneminin üstü örtülür. İç politikada sol düşünce düşman ilan edilir. Sol, komünizm düşmanlığında ortaklaşma, İslamcılara sağ partiler içinde yer açar. Sağ siyasi partiler, bir bütün olarak bir yandan dinin toplum içindeki etkinliğini arttırır, diğer yandan da ‘Amerikancı milliyetçiliği’ öne çıkarır. Cumhuriyet’in kuruluş döneminde uluslaşma politikalarına direnç gösteren iki büyük dinamik: dini kesimler ve Kürtler Soğuk Savaş şartlarına göre kendilerini yeniden biçimlendirirler.
Philip H. Gordon & Ömer Taşpınar, ‘‘Soğuk savaş sayesinde siyasi rejimin ve de Türk Silahlı Kuvvetlerinin gözündeki asıl tehdit Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına damgasını vuran bölücülük ve irtica olmaktan çıkmıştı. Soğuk Savaş döneminde yeni tehdit komünizm ve Sovyetler Birliği idi. Böylece Amerika ve Türkiye artık ortak bir düşmana sahip olmuşlardı. Türkiye’nin NATO üyeliği ve Bağdat Paktı gibi bazı girişimler hep bu ortak düşman algılaması üzerinden yürüdü.[13]
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı dünyasının ihtiyaçlarına göre tanımlan jeopolitik konumuna, ABD-NATO’nun çıkarlarına uygun bir dış politika izler. Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde izlediği bu dış politikayı ABD’nin ünlü Türkiye uzmanı ve CİA görevlisi Paul Hanze 1992’de RAND’a hazırladığı raporda şöyle ifade eder:
‘‘Truman Doktrini Şubat 1947’de resmen ilan edildiği için – kırkbeş yıldan fazla bir süre önce- Türkiye’nin güvenlik ilişkilerinde en büyük önceliği ABD olmuştur. Bu bağlamda Türkiye NATO politikalarının tutarlı ve önemli bir savunucusu olmuş, Balkan ve Kafkas cephelerindeki herhangi bir eyleme karşı ordusunu hazır bulundurmuş ve Sovyet hedefleri hakkında uzman istihbarat girişimleri için kolaylıklar sağlamıştır. Türkiye 1960 ’lardan 1990’lara dek, NATO yükümlülüklerinin komünist olmayan bölgelerden kaynaklanan tehditleri veya sorunları kapsamadığı iddiası ile Orta Doğu’da Batı ile işbirliğine gitme, konusunda ketum davranmıştır Ağustos 1990’da Kuveyt-Irak krizi tırmandığında Cumhurbaşkanı Özal bu politikayı tersine döndürerek Türkiye’nin tavrını ABD lehine çevirmiştir.(vurgu y.a.)’’ [14]
RAND’ın stratejist-politika üreticilerinden olan F. Stephen Larrabe ve Ian O. Lesser 2002 ABD’de, Türkiye’de ise 2004’te basılan ‘Türk Dış Politikası: Belirsizlikler Döneminde’, isimli RAND yayınında Türkiye’nin yeni jeopolitiği ile uyumlu dış politikasının yol açacağı sorunlara da değinir.
‘‘Stratejik ortamın değişen niteliği, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini ayarlamaya ilişkin önemli sorunlara yol açacaktır. Çok uzun zaman sürdürülen öncelikler Soğuk Savaşın sona ermesi, Orta Doğu ve Balkanlardaki istikrarsızlık ve Karadeniz ve Orta Asya’dan kaynaklanan yeni fırsat ve sorunlar ışığında eleştirel biçimde yeniden gözden geçirilmektedir. Aynı zamanda Avrupa ve ABD’nin de sınırlama stratejisi ve Türkiye’nin Avrupa güvenliğindeki rolüne ilişkin geleneksel görüş doğrultusunda belirlenen ilişki biçimlerini yeniden değerlendirmesi gerekmektedir.’’[15]
ABD’nin Türkiye-bölge uzmanları, Soğuk Savaş sonrası ABD stratejilerinde ortaya çıkan köklü değişimlerden en fazla etkilenecek ülkelerin başında Türkiye’nin geldiğini söylerler.
Barry Rubin, ‘‘Türkiye, Soğuk Savaş sonrası dönemde dış politikası ve kendine bakışında diğer komünist olmayan ülkelere kıyasla en büyük dönüşümü yaşadı. … Türkiye’yi asıl ayırt edici kılan, Amerika Birleşik Devletleri dışında, hemen hemen hiçbir ülkenin bu kadar çeşitli coğrafi bölgede rol oynamaması. Dahası, bu bölgeler ile Türkiye’nin sınırlarını paylaşması ilişkilere acil önem katıyor. Ayrıca her bölgenin kendine özgü siyasi sistemi ve sorunları var. Bütün bu nedenlerden dolayı Türkiye dünyadaki en karmaşık dış politika konumlarından birinde bulunuyor.’’[16]
Devam edecek…
Gelecek yazı: Soğuk Savaş Sonrası Dönem Türkiye Jeopolitiği
[1] Günümüzde Türkiye’nin Dış Politikası, Derleyenler: Barry Rubin ve Kemal Kirişçi, 1990’larda Türkiye’nin Enerji Politikaları, Brent Sasley, s 326
[2] Türk Dış Politikası Belirsizlikler Döneminde, F. StephenLarrabe, Ian o. Lesser,Ötüken Neşriyat AŞ. 2004, s 73
[3] Köprü mü Engel mi? Soğuk Savaşın Ardından Türkiye ve Batı, lan O. Lesser, Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu s164
[4] Büyük Satranç Tahtası: Amerikan’ın Küresel Üstünlüğü ve Bunun Jeostratejik Gereklilikleri, Zbigniev Brzezinski, İnkilap Kitapevi, 2005, s 73
[5] Büyük Satranç Tahtası: Amerikan’ın Küresel Üstünlüğü ve Bunun Jeostratejik Gereklilikleri, Zbigniev Brzezinski, İnkilap Kitapevi, 2005, s 65
[6] Türkiye’nin Yeni Dünyası, Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri, Giriş, Alan Makovsky ve Sabri Sayarı, s 5
[7] Türk Dış Politikası Belirsizlikler Döneminde, F. Stephen Larrabe, Ian o. Lesser,Ötüken Neşriyat AŞ. 2004, s 122
[8] Türkiye ve Atatürk’ün Mirası, Paul B. Henze, Komen Yayınları, 2003, s 56
[9] Türkiye ve Atatürk’ün Mirası, Paul B. Henze, Komen Yayınları, 2003, s 56
[10] Yeni Türkiye Cumhuriyeti: Yükselen Bölgesel Aktör, Graham E. Fuller,Timaş Yayınları, 2011, s 28
[11] Türk Dış Politikası Belirsizlikler Döneminde, F. Stephen Larrabe, Ian o. Lesser,Ötüken Neşriyat AŞ. 2004, s 15
[12] Türkiye’yi Kazanmak: Türkiye Batı için neden vazgeçilmez, Philip H. Gordon & Ömer Taşpınar, Timaş Yayınları, 2009, s 47
[13] Türkiye’yi Kazanmak: Türkiye Batı için neden vazgeçilmez, Philip H. Gordon & Ömer Taşpınar, Timaş Yayınları, 2009, s 13
[14] Türkiye: 21. Yüzyıla Doğru, Paul B. Henze, Balkanlar’dan Batı Çin’e, Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu s 38
[15] Köprü mü Engel mi? Soğuk Savaşın Ardından Türkiye ve Batı, lan O. Lesser, Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu s164
[16] Günümüzde Türkiye’nin Dış Politikası, Derleyenler: Barry Rubin ve Kemal Kirişçi, Türkiye’nin uluslararası alanda değişen rolü, Barry Rubin, s 1