Devlet örgütlenmesi-Saffet Bilen

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Tarımın temel besin biçimi olarak benimsenmesi ve yerleşik yaşama geçişe bağlı olarak artan nüfus bir müddet sonra kent diye nitelenebilecek büyüklükte yerleşim merkezlerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Bunlardan hemen ilk akla gelenler, Anadolu’da Çatalhöyük ve Ürdün’deki Eriha’dır. M.Ö. 8000 yıllarına tarihlenen bu yerleşim yerlerinde, Özellikle Eriha’da savunma amaçlı yapılara da rastlanmaya başlanıyor.

Sonraki birkaç binyıl içinde, bir ruhban sınıfı tarafından yönetilen bir başkente sahip şehir devletlerinin ortaya çıktığı görülür. Bu şehirler kendilerini besleyen artı ürün oluşturan bir çevresel bölgeye de sahiptir. M.Ö.2500 yıllarında ise Ur ve Lagaş gibi Mezopotamya şehirleri, savaşçı sınıflar tarafından yönetilen, güce ve artı ürünün zor alımına dayalı imparatorluklar kurdular. İmparatorluk tanımlamasını, tekil şehir ve çevresi yerine, bütün bir bölgeye, içindeki tüm şehirlere ve çevrelere hakim olmak olarak anlamak lazım. İmparatorluğun sonraki yıllardaki örnekleri gibi algılanması yanıltıcı olabilir. Ama bu yapı, tekil şehir ve çevresinden oluşan yapılardan da farklıdır. Bu tarihten sonra, büyük uygarlıkların belirtisi, devletlerle çok sayıda şehrin bir arada bulunması oldu.

Silahlı fatihler oluşturdukları başkentlere dayanarak, genellikle çevrelerinde ulaşabildikleri şehirleri yağmalamış ve yaşayanlarını kılıçtan geçirmiş, sağ kalanların şansına ise tecavüz edilmek, özgürlüklerinin gaspı ve kölelik düşmüştür. Bütün uygar insanlık tarihini esasen bu iki cümle ile özetlemek de mümkündür.

Bölge ve fatihlerin isimlerini değiştirerek, Dünyanın her yerinde ve tarihin her döneminde benzer öyküleri bulmamız mümkündür. Devlet oluşturmak ve savaşmak hep yan yana olagelmiştir. Ellerinde güçlü bir ordu, donanma, asayiş gücü ve silahlar bulunduran fatihler, anlatıla gelen tarihin en tanınmış simalarıdır. Bu kişiler, ellerindeki gücü, iktidar oldukları alanlarda nüfus ve kaynakları arttırmaya harcamışlardır. Kendilerinden güçsüz olan bölgeleri fethetmiş, kendi güçlerine denk yerlerde ise savaşmışlardır. Her bölgedeki en güçlü savaşma potansiyeline sahip yönetici, herkes için savaş kurallarını belirlemiştir. Daha küçük ve güçsüz yöneticiler güçlü komşularının taleplerini kabul etmek ya da savaşa hazırlanmak için olağanüstü gayret içine girmekle karşı karşıya kalmışlardır.

Savunma ya da yayılma ihtiyacı için savaş araçlarının elde edilmesi çabası devletin merkezi örgüt yapılarının oluşmasında en önemli etkenlerden biridir. Şunu söylemek yanlış olmaz. Devlet düşmansız yapamaz. Her devlet örgütlenmesinin altında mutlaka tanımlanmış bir düşman vardır. Dahili ve harici fark etmez, genellikle ikisi birden. Bu ise sürekli-gizli veya açık-savaş durumu anlamına gelir. Savaş durumu da Askeri yoğunluğun-zorun-sürekli artması ve merkezileşmesi demektir.

Devletin varlığının gerekirliği üzerine söylenen en yaygın söz, o olmadan düzenin kurulamayacağı, bir kaos ve anarşi yaşanacağıdır. Sorulan soru; haydutların, korsanların, yağmacıların saldırılarına nasıl ve kimin cevap vereceğidir? Bu tarz müdahaleler şehir halkının daha merkezi, silahlı bir güce sahip bir kraldan, sultandan korunma talep etmelerinin ana nedeniydi.

Verimli arazilerin tarımcılar tarafından işgal edilmesi, başka ara yaşam şekillerini de doğurmuştu. Genellikle kanun kaçaklarından, haksızlığa uğramış köylülerden oluşan, ama çoğunlukla da bölgesel egemenlerle el altından ilişkileri olan bu çeteler varlıklarını günümüzde de sürdürüyor. Mafya örgütlenmesi, Somali açıklarındaki korsanlar.

Bu çetelerin çevrelerinde ki yerleşim birimlerinde yarattıkları rahatsızlık, Şehir yaşamı ve devlet arasındaki birbirleri için vazgeçilmezliğin, aynı zamanda çözümsüzlüğünde ana kaynaklarından biridir.

Tarihsel gelişme içinde ortaya çıkan, devlet örgütlenmelerinin çoğu şehir devletleri, imparatorluklar şeklindedir. Son iki yüz elli senenin öne çıkan örgütlenme biçimi ise ulusal devlet denen örgütlenmedir.

2.dünya savaşı sonrasında ise, Dünyanın neredeyse tamamı, yöneticilerinin şöyle ya da böyle bir diğerinin var olma hakkını tanıdığı, resmi olarak bağımsız ulusal devlet örgütlenmelerine sahiptir. Daha çok Avrupa kökenli olan bu devlet örgütlenmesinin temeli, birbirleriyle sınırdaş bölgelerin, bu bölgelerdeki şehirlerin merkezi bir yapı oluşturmasıdır.

Ulus devlet tarifi, halkının güçlü dil, din ve simgesel kimlik bağları, ortak bir tarih vb. unsurları içerir. Bu tarife gerçek anlamda uyabilecek tek örnek Çin’dir. Avrupa’da ise İsveç ve İrlanda dışında bu tarife yaklaşan devlet sayısı çok azdır.

Dolayısıyla var olan Ulusal devlet örgütlenmelerini bu tarif çerçevesinde ele almak bana çok doğru gelmemektedir. Bu devlet yapıları, tarihin bir bölümünde-1500/1800 -,belli bir bölgenin-Avrupa- deniz aşırı faaliyetleri sonucu oluşturdukları imparatorluklar ve Amerikan altın ve gümüşünün yağmalanması sayesinde oluşan, üretilen ürünün dışa satılması temelli, sanayi üretimine dayalı ortaya çıkan örgütlenmelerdir. Ve henüz tarihin sınavından geçmiş de değillerdir. Bundan kastım, tarihin Avrupa’ya bir hediyesi olarak görülebilecek dünyanın neredeyse yarısından fazlasına el koyarak yaratılan bir cennet ortamının, olanaklarının sonuna gelinmedi daha. Bunun belirtileri var, ama çöküş tam gerçekleşmiş değil henüz.

Avrupa’nın nispeten daha zengin bölgelerindeki bağımsızlıkçı hareketler tarihsel olarak oluşmuş bu devlet örgütlenmesinin esas yöneliminin ne olduğunun göstergesi olarak algılanmalıdır. Bu gelişmelerin Avrupa’nın hayatla en önemli sınavının başlangıcı olabileceği de hesaba katılmalıdır.

Merkezi devlet gelirlerindeki azalma ve oluşan yükün paylaştırılmak istenmesi ve bunun sağlanma yöntemleri bu sınavın ana konularıdır. Sermaye- artı ürün- ve zorun yoğunlaşması ve şehir yaşantısı temelinde kurulan devlet örgütlenmelerinden paylaşım gibi naif talepleri yerine getirmesini istemek hayal olur.

Bu tartışmanın başka bir boyutu daha var. Devlet örgütlenmeleri bir bölgenin elitlerinin karar verdikleri aygıtlardır. Ama bir de çoğunluk olan ve hükmedilen halklar var.

Tarih boyunca, bir devletin toprakları içindeki yönetici sınıfların örgütlenmesini, bunların devletten isteklerini, yöneticilerin artı ürüne el koyma yöntemlerini belirleyen en önemli etkenlerden biri de, ürününe el konanların gösterdiği direnç olmuştur. Bu direncin ve mücadelenin gösterdiği seyir, el koyma yöntemlerini ve bunun için geliştirilen örgütlerin oluşumunu doğrudan etkileyen en önemli faktörlerden biridir.

Ürününe el konanların gösterdiği direniş ve ortaya çıkan ayaklanmalar, tarihin hiçbir döneminde eksik olmamış her şeyin hakimi, tanrının yeryüzündeki temsilcisi yada piyasa dehaları vb. sıfatları taşıyan bütün egemenlerin korkulu rüyası olmuştur. Bu dünya Sultan Süleyman’a kalmamış sözü, tarihin derinliklerinden bize seslenen, hiçbir iktidarın ilelebet devam etmeyeceğinin kanıtı gibidir.

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir