Devrimci Hareketin Siyaset Felsefesi Üzerine Bir İnceleme-Özgür Uyanık

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

12 Eylül sürgünlerinden Mehmet Süreyya Karakurt’un, esas olarak Devrimci Yol’un 1976-80 arası aktif siyasal pratiğine dayanarak kaleme aldığı bir inceleme yayımlandı . Pratikten uzaklaşmadan devrimci hareketin teorik kökenlerine inen Karakurt’un çalışması; Devrimci Yol’un THKP-C’ye dayanan mantık temelini ve ondan ayrılan yanını ortaya koyuyor. Kitap, Mahir’den Hegel’e, Nietzsche’den Freud’a yapılan başvurularla DY’nin örgütlenme başarısının altında yatan siyaset felsefesini anlatıyor. Her pratik siyasal başarının bir paradigmanın tekrarına dayandığını söyleyen yazar bir Devrimci Yol paradigmasının nasıl oluştuğunun örneklerini veriyor. Bu paradigmanın DY’yi nasıl politik güç haline getirdiğini ve sonrasında dönüştürülemediği için onu kendiyle beraber nasıl sönümlendirdiğini gösteriyor.

Çalışmanın konusu her ne kadar THKP ve Devrimci Yol olsa da genel olarak kitle örgütlenmesi, iktidar mücadelesi ve öncülük konusunu işliyor. Ayrıca yazar Marksizm, devrimcilik ve komünist teorinin temel kavramlarına da değinmiş. Örneğin öncünün “hakikatin bilgisine” sahip olduğunu varsaymasıyla kendini hiyerarşik olarak –işçi sınıfından da- üstte bir konuma yerleştirmesi arasındaki bağlantıya dikkat çekiyor. Karakurt’a göre her komünist grubun diğerlerine kendi önderliğini dayatmasının kökeninde bu anlayış yatmaktadır. Ayrıca komünist “tarihsel zorunluluk” ilkesinin tartışılmazlığıyla komünist ülkelerdeki demokrasi sorunu arasında da sıkı bir bağ olduğunu iddia ediyor.

Kitapta bir başka önemli konu “önderlik adımı” başlığında anlatılıyor: Önderin kendi hareket ve düşüncelerini dayandırdığı temel referanslar kitleler tarafından metaforlaştırılmaktadır. Yazara göre bu metaforlaşma geniş halk hareketlerinin ortak özelliğidir. Heterojen bir hareketin içindeki her kesimin kendi olarak kalmaya devam ederken aynı zamanda –örneğin- Devrimci Yolcu olabilmesi ancak bu biçimde mümkündür.

Sistem sürekli “mağdurlar” toplulukları yaratmaktadır. Siyaset denen şey bu mağdurlar topluluğunun örgütlenmesinden ibarettir. Ancak bu tek taraflı bir “bilinç verme” eylemi değildir. Mağdur da taleplerini metaforlaştırdığı değerlere yerleştirmeye çabalar. Mağdur nezdinde devrimin tanımı da yaşanılan problemlere göre biçimlenir. Direniş Komiteleri örneğinde böyle gerçekleşmiştir. Bu anlamda Direniş Komiteleri hiç doktriner değildir. Devrimci Yol, değerlerin anlamlarını kitlelere dayatarak değil metaforlaşmaya açarak gelişim ivmesi yakalamıştır. Önderlik, mağdurun kendi politik bilincinin içini kendi mücadelesiyle dolduracağı bir sürecin mühendisi durumundadır.

Kurucu politik güç olma şansını yitiren DY

M.S.Karakurt, DY’nin alameti farikasını “öncülük ve önderlik” becerisinde buluyor. Öncülük meselesinin bin türlü tarifi var. Ancak yazar önderlik tanımını “bir işlev doldurmak” biçiminde sadeleştirmiş. Öncülük en önde savaşmak değil kitlelerde moral rahatlama, tatmin ve “tamlık hissi” ortaya çıkaran bir umut yaratmaktır diyor Mehmet Süreyya.

Çalışmada Mahir Çayan’ın öncü savaşının ilk aşamasını kitlelerde sempati yaratmak ve Sigmund Freud’un grubun “lider sevgisi”ne dayandığı açıklamaları birleşiyor. Yazar, adeta Freudyen bir psikanaliz yaparak DY’nin bilinçaltı süreçlerine giriyor ve 12 Eylül öncesi hemen her DY’linin yaşadığı bir “Paradigma Olaya” ulaşıyor. Mehmet Ali Yılmaz’ın 12 Mart sonrası üniversitede faşistlere karşı ilk tepki grubunun nasıl ortaya çıktığını anlattığı bu olayın DY’nin gelişim sürecinde hemen her yerde kendini tekrar ettiğini ortaya koyuyor. Böylece DY’nin antifaşist mücadelesinin sokakta nasıl bir boşluğu doldurduğu ve kitlelerde ne gibi bir tatmin yarattığı açıklığa kavuşmuş oluyor.

Kitapta “2. Devrimci Yol”u ise başarısızlıkta buluyor. DY faşist terörün kitle katliamlarına başlamasıyla, geniş sol kesimlerde ve halkta doğan endişeyle beraber, “çatışmaların sona erdirilmesi” beklentisine cevap vermiyor. Yazar, DY dergisinden yaptığı alıntılarla hareketin faşizme karşı birliğe uygun davranmadığını, en geniş cephe siyasetine dar bir çerçeveden yaklaştığını kanıtlamaya çalışıyor.

DY’nin askeri darbe gibi ulusal çapta gerçekleşecek bir saldırıya direnebilecek gücü ve hazırlığı yoktu. Bu nedenle karşılayamayacağı bir darbeyi aşmak için demokratik cepheyi genişletmeye mecburdu.

DY bunu yapamadı mı yoksa kavrayamadığı için yapamadı mı? DY yazılarından okuduğumuz kadarıyla çatışmaların durdurulması çağrılarını “oligarşiye destek” olarak yorumladı. Sivil faşist saldırılar ortaya çıktığında, oluşan tepkiyi örgütleme pratiğinden çıkışlı, cuntanın saldırılarının da halkta uyandıracağı tepkiyi örgütleyebileceği beklentisi içine girdi. DY darbeyi öncesindeki sömürge demokrasisinden ayıramadığı için sonrasında da farklı bir beklenti geliştiremediğini söylüyor. DY tek tek yerelde yarattığı örgütlenmeleri ulusal bir bütünlüğe kavuşturamadı.

DY liderliği askeri darbenin, sistemin kendini onaracağı koşulları yaratabileceğini hesap edemedi. Krizi ve demokrasi sorununu daha da derinleştireceği öngörüsünde bulundu. 12 Eylül sonrası gelişmeler bu öngörüyü yalanlamadı fakat sistem derinleşen ekonomik ve siyasi krizleri toplumsal muhalefete karşı silaha dönüştürdü. Siyasi kriz özellik “Kürt Sorunu” çevresinde sınıf hareketini böldü. Ekonomik kriz ise emekçilerin kendi öz örgütlenmelerini yaratamamaları neticesinde İslamcılığı güçlendirdi. Yenilgi 12 Eylül darbesinde alınan yaralarla sınırlı kalmadı. Darbeden bu yana rejim giderek gericileşti. Her şeye rağmen korunan Cumhuriyet ideallerinden bile vazgeçildi. Darbe yüzeyde muhalefet güçlerine karşı sınırlı kalmadı. Daha da derine inerek emekçileri dini bağnazlığın zincirlerine mahkum etti. Solun bu geri sosyal yapıyla ilişki ve iletişim kurması neredeyse imkansızlaştı. M.S.Karakurt’un 1979’da sol bloğun çözülüşüyle başladığını söylediği DY’nin politik güç olmaktan uzaklaşması süreci darbeden 15 yıl sonra bu defa eski DY liderliği tarafından fişi çekilerek bitirildi.

Yazar, iktidarı “toplumun kurucu gücü” olarak tanımlıyor. Politik güç olmanın toplumun kurucu yönüne dikkat çekiyor. DY kısa süreliğine de olsa Direniş Komiteleri ve Fatsa örneklerinde bunun nüvelerini vermişti. Bir siyasi hareket bu özelliğinden uzaklaştıkça kendini gerçekleştirme olasılığını yitiriyor. Sol hareketlerin bugün politik güç olamamasının temel sebebinin bu olduğu anlaşılıyor.

DY’nin, toplumun kurucu rolünü yerine getirirken, ekonomik bir bakışa sahip olmaması ya da bir tartışma yürütmemesi gariptir. Hatta öyle ki DY bu yönde bir kafa yormanın bile önüne geçen bir tavır içindedir. DY yazılarında çizilen tabloya göre ezilen sınıf kesimleri arasında adeta kalın bir duvar örülmüştür. Ekonomi burjuvazinin ilgi alanındadır. Ekonomik istikrar gibi konular egemen sınıfı ilgilendirir. Halk ekonominin kriz tarafıyla ilgilidir. İşleyen bir ekonomiden çok burjuvazinin egemenliğini yıkacağı koşulları sağlayacak krizi ister. Oysa Mahir Çayan, “Kesintisizler ”de açıkça proletaryanın burjuvazinin düzen kurma işine talip olmasını savunmuştur. Proletarya Almanya’daki Demokratik Devrim’de olduğu gibi özel ve kamu mülkiyetinden oluşan karma bir ekonomiyi yönetme işini üstlenmelidir.

M.S.Karakurt DY’nin ekonomiyi ve demokrasiyi geliştirme işini burjuvaziye terk ettiği sonucuna ulaşıyor. Belki de yazar bu noktada fazla “doktriner” yaklaşıyor. Dönemin maden işgalleri, tefeciye direnişleri, köylünün ürününe sahip çıkması için yapılan mitingler, hatta mahalle nöbetlerinde kaynayan tencere bile ekonomik-demokratik mücadelenin temelden yaratılmış biçimiydi. Belki DY liderliği ekonomik-demokratik mücadeleyi programlaştırma konusunda eksik davranmış olabilirler. Ya da her şeyi alt sınıflar arasındaki çatışmaya indirgemiş, aydınların ve kentli orta sınıfın katkısını yeterince önemsememişlerdi. Ama ekonomik-demokratik siyasetin geliştirilmesini tamamen burjuvaziye bıraktıklarını söylemek hiç gerçekçi görünmüyor.

THKP-C’den “Tartışma Süreci”ne

Devrimci hareketlerin tarihinde pek “nerede hata yaptık” sorusuna dayalı bir değerlendirmeye rastlanmaz. Bir yeniden çıkış için önce “ne yapmalı” sorusuna cevap verilmelidir. Aksi takdirde yenilgi değerlendirmesi reformizme, revizyonizme, sosyal demokrasinin bir sol versiyonuna açılan bir tür baştan teslimiyetçilikle sonuçlanır.

“Tartışma Sürecinde” olan aşağı yukarı budur. Reel sosyalizm yıkılmış, Devrimci Hareket 12 Eylül darbesiyle kesintiye uğramış ve bütünselliğini yitirmişti. Önce “kaybettiğimizin” bilincine varmalıydık. Ortalıkta hala hazırda bir takım “maceracılar” hiçbir şey olmamış gibi koşturup durmaktaydı. Onların burnu sürtülmeli, 12 Eylül sonrası Devrimci Yolcuların silahlı örgütlenmelerden sivil toplum alanına, siyasal partilerden sendikalara yaratmış oldukları her şeyin nafile olduğunu kabul etmeleri gerekiyordu.

Tartışma ve ona müsaade eden gücün sunduğu atmosferde liberalizm baskın çıktı. Türkiye’nin geleceği Özalların projesinde yatmaktaydı. Kürt meselesinden İslamcılığa siyaset neoliberalizm tarafından şekillenecekti. Milli devlet çözümlenmiş, devlet sermaye tarafından teslim alınmıştı. Zaten çok yakın bir gelecekte de dünyayı robotlar yönetecekti.

Her düşünüş kendine uygun insan tipini çağırır. Bu sürecin de yıldızları 12 Eylül sonrası devrimci iddiayla mücadele içine girmiş kişiler değil de bütün o yıllar boyunca hiçbir riske girmeden kendini liberalizme evriltmiş tipler oldu. Devrimci pratiğin yenilgisinden “bu işin böyle olmayacağı” sonucunu çıkarmışlardı. Görevleri utanmazca ve gelişi güzel bir şekilde geleneğin devrimci iddiasını “kayıp” bir geçmişe mahkum etmekti. Varolan devrimci özneler ve dinamikler yok sayılarak her şeyi yeniden başlatma gibi tipik reformizmin tasfiyeci tekrarını gerçekleştirdiler. Ülkeye yayılmış zengin deneyimlere dayanan bir geleneği basitçe, üstelik Ufuk Uras gibi çapsızların üzerine oturacağı bir yasal partiye mahkum ettiler.

Sonuç ortada: Koskoca bir geleneğin insan ve tecrübe birikimi tasfiye edildi. Bu işe “öncülük” edenler kendilerini de siyaseten tasfiye ederek tarihsel misyonlarını tamamladılar. Aparatları ise “yetmez ama evetçiliğe” terfi ettiler.
Siyasal hareketler yenilirler ya da güç kaybeder, iktidar hedefinden uzaklaşabilirler. En üst basamaktan en altlara düşebilir. Yine de devrimci bir çıkış için yaslanılacak bir basamak her zaman bulunabilir. Bu mümkün değilse kopuş ve devrimci sıçrama için gerekli tarihsel birikimden faydalına bilir. Fakat Tartışma Süreci’nde “devrimcilik” muhalif olan kesimlerle beraber tasfiye edildi. Doğrudan bir siyasal tartışmayla değil ama dedikodu yoluyla, grupsal hataları kullanarak, sürece muhalif olan çevreleri tümden tu kaka ilan edip, yıpratma yöntemiyle yalıttılar. Devrimci iddiadaki çevrelerin, siyaseti ve kendilerini örgütlemekteki büyük hataları devlet tarafından kolaylıkla kriminalize edildi. Böylece süreç “doğallığında” tamamlanarak kalan tek seçenek olan yasal partiye indirgendi.

THKP-C’nin Devrimci Yol ile bağlarını ortaya koyan M.S.Karakurt’un çalışması 12 Eylül öncesi DY’sinin liderliğinden “zamanın ruhu”yla uyum sağlayanlar tarafından yönetilen Tartışma Süreci’nin DY’si arasındaki bağlantıya da ışık tutuyor olmalıdır. Örneğin DY’nin liderliğinin bu tarife uyanlarında-TİKP’nin bir sol versiyonu gibi- demokrasi, diktatörlük, burjuva demokrasisini ve esas olarak sömürge demokrasisi konularında bir kafa karışıklığı mı vardı? 12 Eylül öncesi DY liderliği sömürge demokrasisinin araçlarını fazlasıyla küçümsemiş ve 1990 sonrası bu defa da abartılı biçimde önem mi arz etmişti? 12 Eylül öncesinin Murat Belge’siyle 1990 sonrasının Ufuk Uras’ını öne süren anlayış arasında bir mantık bağı var mıdır?

Sanırım bu vb. sorulara cevap aramak için oldukça geç.

Oğuzhan Müftüoğlu son yazısında (Birgün/21.01.2018) “1930’larda, Hitler Almanya’sında, İspanya’da, veya 12 Eylül öncesi Türkiye’de, faşizmin halkların başına o şekilde bela olduğu zamanlarda ve yerlerde ne yapılması gerekiyordu ise, ve ne yapılamamışsa, şimdi yapılması gereken de” o’dur diyor. Herkes kendi adına bundan bir anlam çıkarabilir. Ben de çıkardım ama Müftüoğlu’yla aynı manada mı bilmiyorum.

Eğer öyle olsaydı “keşke bunu 25 yıl önce söyleyebilseydiniz” derdim. Faşizme karşı direnmek için yeterince gücümüzün olduğu zamanlarda.

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir