DEVRİMCİ MİRASIN EMEKTARI SIRRI ÖZTÜRK’E DAİR (2)
DİPTEN GELEN DALGA
15-16 HAZİRAN (1970)
HAKKI ZABCI
“Devrimci gençliğin dinamizmini ve arayışlarını işçi sınıfının koruyuculuğuna bir türlü getiremedik. Bizim, en affedilmez ve en utanılacak yanımız budur.” Sırrı Öztürk
Resim 1: 15-16 Haziran direnişini örgütleyenler 35 yıl sonra bir arada. Bu beraberlikten çok kısa bir süre sonra büyük devrimci Orhan Müstecaplıoğlu doğaya uğurlananacaktır. Başında bere olan Müstecaplıoğlu. Sol baştaki Sırrı Öztürk. Diğerleri Vahit Tulis, H. Mutlu Öztürk ve Cengiz Turhan.
Oğuldan Babaya
Öldüğünde, arkasında bir hırkasını ve bir işçi emeklisi aylığını bıraktı sadece, dünya malı olarak…
Bir de yazılar… yazılanlar… kitaplar… anılar…
Ve bir de, anlaşılmaz, anlamlandırılamaz küslükler…
Sol tarihimiz içinde, ortaya çıkan bir çok negatif karaktere karşı, belki de “küsmek den başka” bir yol bırakılmadı…
Kanaatimce, babamın tek eksiği, bu küsme halini, olağan üstü abartmasıydı.
Tüm yaşamı gözlerimin önünde…
Zaman zaman da hak vermiyor da değilim ya…
Puşt olmayana…
Hırsız olmayana…
Tacizci olmayana…
İhbarcı olmayana…
Küsmeden devam etmeli insan yoluna…
Cevahiri sol memenin altında, hatalarıyla birlikte
atan tüm namuslu insanlar ile beraber… M. Nazım Öztürk
15-16 Haziran, Türkiye’de gerçekleştirilen en büyük işçi eylemidir. Ne öncesinde vardır böyle bir eylem ne de sonrasında. O kadar ki, patronların bir kısmı yurt dışına gitmek için havaalanının yolunu tutmuştur. Ancak devlet sıkıyönetim ile eylemi bastırınca korku etkisini azaltmaya başlamış, 15-16 Haziran’ı yapanlara yönelik gözaltılar, işkenceler, tutuklamalar başlayıp sıkıyönetim mahkemeleri kurulunca, sermeye eski fütursuz günlerine geri dönmüştür. Bunun adı 12 Mart Faşizmi’ dir. Tabir caizse 12 Mart Faşizmi’nin alt patronu olmuştur.
Esas film bundan sonra başlar. Kısmen gösterilmeyen, üstü örtülmek istenen bir süreç…
Gösteri şimdi başlıyor. İzlemeye hazır mısınız? Buyurun o zaman!
Devrimci Tavır
15 Haziran 1970 tarihli DİSK’in gazetesinde şu manşet yer alıyordu:
“İşçi sınıfı savaşa hazır ol. Büyük savaş başlıyor”.
Sıkıyönetim sonrası, ateş bacayı sarınca DİSK yöneticileri bu manşetin dahi arkasında duramıyor, birbirlerini suçlar hale geliyorlardı. Mahkeme kurulunca “Biz 17 Haziran’da Taksim’de miting yapacaktık. Direnişe işçiler karar vermiştir. Kendiliğinden bir harekettir. Bizim bu direnişle bir ilgimiz yoktur” deyip cezai sorumluluktan sıyrılma yolunu seçiyorlardı.
Ama gelin görün ki, entelektüel kimliği olmayan “ayaktakımı” kendiliğinden oluşmuş denilen 15-16 Haziran işçi direnişini sahipleniyor, poliste, işkencede, savcılık ve mahkeme sorgularında “direnişi biz yaptık” demekle yetinmiyor, aynı zamanda eksiksiz bir sosyalizm savunması yapıyordu. Bu durum, yetkilileri hem şaşırtıyor hem de çileden çıkartıyordu. Ayaktakımı için kurulan mahkemede baş eğmez bir biçimde sanıklar hiç taviz vermeden proletaryayı ve sosyalizmi savunuyorlardı.
Bu tutumları öyle bir noktaya geliyordu ki, Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanı Askeri Hâkim Albay Muzaffer Başkaynak “Ben hayatımda böyle bir mahkeme, böyle sanıklar görmedim” deyip cübbesini fırlatıp duruşmayı terk ediyordu. Evet, bu mahkemede 1 No’lu sanık Sırrı Öztürk’tü.
Bu kadar mı? Sorgu hâkimi askeri hâkim Albay Fahrettin Kibritçioğlu, tutuklama duruşmasında sanıkların baş eğmez devrimci tutumları karşısında cübbesini çıkarıyor, kürsüden iniyor ve sanıklara sille tokat girişiyordu. Girişiyordu, ama sanıklar tutumlarından vazgeçmiyorlar ve nedamet getirmedikleri için tutuklanıyorlardı.
Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) layıkıyla üstlenemediği 15-16 Haziran büyük işçi direnişini üstlenen, işkencelerde, sorgularda, mahkemelerde yılgınlığa düşmeden sosyalizmi savunan bu ayak takımı ve onların kaptanı Sırrı Öztürk bizim yazımızın konusu…
Konuya girmeden önce, 15-16 Haziran’a ramak kala, Sırrı Öztürk cephesine bakmakta yarar var.
MİT, işçiler arasındaki siyasi faaliyetleri nedeniyle Sırrı Öztürk ve arkadaşlarının peşindedir. İzmit Derince’de bulunan Türk Kablo Fabrikası’nda çalışan Sırrı Öztürk’ü bizzat görmek için dönemin MİT Başkanı Fuat Doğu (asker) fabrikaya gelir, tezgâh başındaki Sırrı Öztürk ve arkadaşlarını yakından görmek ister ve onlarla konuşarak merakını gidermeye çalışır. Karşısında iri yarı cüsseli bir adam beklerken cılız ve sıska birini görünce şaşkınlığını gizleyemez. Fabrika yönetiminden Sırrı Öztürk ve sekiz arkadaşının işten atılmalarını ister, ama fabrika yönetimi “Bunlar işlerinde uzmandırlar, bunu yapamayız” diye bu isteği geri çevirir. Ancak 15-16 Haziran direnişinden sonra atılmalarına engel olamaz.
Mahkeme sırasında İzmit Jandarma Komutanı tanık sıfatı ile verdiği ifadede Sırrı Öztürk’ü işaret ederek, “Ben bu adamı Haymak’ta, Otosan’da, Aygaz’da, Çelikhalat’ta, Rabak’ta, Türk Kablo’da, Pirelli’de, Good Year’da gördüm. Görür görmez tanıdım ve kendisine, ‘bana bak, bir kıvılcım çıktığında, ilk tutuklayacağım adam sen olacaksın dedim” der ve bu söyledikleri dava tutanaklarına geçer.
Dönemin İstanbul Emniyeti’ nde I. Şube Müdürü olan işçi ve devrimci düşmanı olarak tanınan Nejat Önürme, Sırrı Öztürk’ü gözaltına almak için fırsat kollar. Bu fırsatı İstanbul’da değil de daha sonra Ankara’da yakalar. Ekim sonu, 1970’de Ankara’da gerçekleştirilen Proleter Devrimci Kurultay sonrası Sırrı Öztürk’ün götürüldüğü emniyette işkence tezgâhında onunla karşı karşıya gelir. Sonrasında, görülen mahkeme çıkışında polisin tekrar gözaltına alma girişiminde, bir karambol anında, DEV-GENÇ’in kızları tereyağından kıl çeker gibi Sırrı ağabeylerini polisin elinden çekip alırlar ve sırra kadem basarlar.
MİT peşinde, jandarma peşinde, polis peşinde… Ama kendisi siyasetin göbeğinde…
15-16 Haziran
Resim 2: 15-16 Haziran İşçi Direnişi: Yapanlar ve Ananlar.
DİSK, 15-16 Haziran Hareketi’nin gerekçesini, 274 ve 275 Sayılı Sendikalar ve Toplu Sözleşme Yasaları’nda işçi sınıfının aleyhine hükümler içermesi olarak açıklar.
Sırrı Öztürk ve arkadaşları, 15-16 büyük işçi direnişinin bu söz konusu yasalara karşı yaratıldığı düşüncesine katılmazlar. Bu olsa olsa bardağı taşıran son damla olabilir. Sırrı Öztürk, 15-16 Haziran olayını şöyle anlatır: “15-16 Haziran direnişi yüz yıllık sınıflar mücadelesi, tarih, birikim ve geleneklerimiz uzantısında işçi sınıfının kendisi için sınıf olma bilincini kazanıp örgütlenerek burjuvazinin işçi sınıfının örgütlerine, taleplerine, uygulamaya geldiği baskı, terör ve varlığını ortadan kaldırma girişimine ve saldırılarına karşı örgütlenerek doğrudan demokrasi, doğrudan genel grev, genel direniş, siyasi grev haklarını ve özgürlüklerini kullanmasıdır. Hareketin özü budur. Bu haliyle siyasi bir harekettir. Emperyalist kapitalizme karşı bir harekettir”. Gerçekten 15-16 Haziran Direnişi’nin tek bir ekonomik talebi yoktur. Yüz binlerin katıldığı hareketin doğrudan siyasi bir hareket olması direnişin organize olmasının bir kanıtıdır.
Organize olmuş bu siyasi hareketin temelinde, ABD ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) emir komutasında NATO’ya koşulsuz bağlı olarak geliştirilen emperyalist politikalardan zarar gören herkes vardır. Herkes denilince bunun içinde sanayi proletaryasının yanı sıra mevsimlik tarım işçileri, küçük üretici köylüler (tütün, fındık, çay, ayçiçeği, üzüm, incir, zeytin… vs. üreticileri), gençlik ve kamu emekçileri vardır. Emperyalizme karşı olmak beraberinde yurtseverlik kavramını getirir. Ona göre yurtseverlik, yurt ile sosyalizm arasındaki diyalektik bağlantı ile ancak açıklanabilir. Bu haliyle anti-emperyalist olan aynı zamanda anti-kapitalist olmak durumundadır. 6. Filo’ya ve NATO’ya karşı olmak bu manzumede mütalaa edilmelidir. Sınıfsal yaşam birliği içindeki yurttaşlardır yurtseverliğin özneleri. Bunlar arasında ırk farkı yoktur. Din farkı yoktur. Dil farkı yoktur. Benzerlikleri ezilmişliklerinde, sömürülmelerindedir…
Büyük işçi direnişinin ilk provası olarak nitelendirilen ve tarihte 1969′ da yapılan Kanlı Pazar olarak anılan emperyalizme ve sömürüye karşı işçi yürüyüşü (gençlik destekli) ABD emperyalizmine, NATO’ya, 6. Filo’ya ve Süleyman Demirel iktidarına karşı gerçekleştirilir. Ancak yobaz saldırılarıyla iki işçi can verir.
Aynı şekilde, laiklik ilkelerine sıkı sıkıya bağlı dönemin Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in cenazesinde de yobaz saldırılar baş gösterir.
ABD menşeli Rockefeller Vakfı desteğinde faşist komando kampları kurulmaya başlar.
Fikir Kulüpleri Federasyonu yerine kurulan Dev-Genç, TİP oportünizmine karşı devrimci arayışlarını hızlandırır. Bu süreçte faşist saldırılar da peş peşe gelmeye başlar.
Faşizmin ayak seslerinin hissedildiği böyle bir ortamda, 15-16 Haziran’a gelinir.
Anayasa Direniş Komiteleri (ADK)
15-16 Haziran direnişinden çok önceleri, bilim adamlarının ve hukukçuların katılımıyla DİSK’te yapılan istişare toplantılarında, Anayasa Direniş Komiteleri (ADK) kurulması fikri ortaya atılır. Bunun yarı legal bir örgütlenme biçimi olması nedeniyle DİSK tarafından mahkemelerde adından hiç söz edilmez. Fakat devrimci işçiler, bunun örgütlenmesi için yoğun çaba harcarlar ve uygulamaya sokarlar. ADK’ları sadece fabrikalarda değil, emekçilerin yoğun yaşadığı mahallelerde ve onların ilişkide olduğu köylerde de gerçekleştirirler. Denebilir ki, 15-16 Haziran’ı örgütleyen ADK denilen direniş komiteleridir. Bu komiteler DİSK ve Türk-İş ayrımı gözetmeksizin işyerlerinde ve fabrikalarda faaliyet gösterirler. Bu çalışmalar sonucunda 15-16 Haziran direnişine Türk-İş’e bağlı iş yerlerinin büyük katılımı sağlanır. Direnişe katılan 173 işyeri ve fabrikanın 113’ünde Türk-İş örgütlüdür.
Kocaeli Devrimci İşçi Köylü Birliği (KDİKB)
ADK’lar kadar, hatta ondan da önemli bir kuruluş daha vardır o dönemde: Kocaeli Devrimci İşçi Köylü Birliği (KDİKB). Örgütlenmenin başında Sırrı Öztürk vardır. Büyük oğlu Mutlu henüz 17’sinde bir lise öğrencisi. KDİKB’ın bildirilerini dağıtmak, afişlerini asmaktan gözaltına alınır. Tutuklanır. Maltepe Askeri Cezaevi’nde babasına komşu gelir. Bundan olacak ki, baba ona oğlum yerine hep “hapishane arkadaşım” der.
KDİKB’nin kurulma nedeni, TİP içinde devrimci mücadele verebilmenin olanaklarının ortadan kalkmasıdır. Bu örgütlenmenin bir benzeri daha sonraları 1970-80 arası Çetin Uygur’un başında olduğu Yeraltı Maden-İş çalışmalarında görülecektir.
KDİKB, fabrikadaki işçiler ve bu işçilerin bağlantılı olduğu köylerde kapsamlı bir siyasi faaliyet gösterir. Böylelikle siyasi hareket, salt işyeri faaliyetleri ile sınırlanmaz, semt ve köylerle kapsamını genişletir.
15-16 Haziran direnişinde bu örgütlenmenin önemi çok büyük. Sadece hazırlık dönemi değil, direniş günleri ve yenilgi sırasında gösterilen çabalar direnişin ivmesini yükseltir. Polis’ te, işkencede, mahkemelerde gösterilen bağımsız devrimci tavır hareketin prestijini yükseltmekle kalmaz geleceğe azımsanmayacak büyük dersler de bırakır.
(Burda, bir konuya açıklık getirmek gerekir. 15-16 Haziran’da direnişin büyük kayıplar vermemesinin bir nedeni de askerin harekete karşı orantısız şiddet kullanmamasıdır. Zira 1. Ordu Komutanı Kemal Sunalp’ın ABD’de olması nedeni ile yerine Celil Gürkan bakmaktadır. Paşa, şiddeti engeller. Anımsanırsa, zayiat boklu dere denen Kurbağalıdere’de polisin göstericilere silahlı müdahalesiyle verilir. Buna rağmen işçiler polis barikatını aşarak Kadıköy’e varırlar. İkinci müdahale orda olur. Zayiat üç kişiyle sınırlı kalır. Yaşar Yıldırım, Mustafa Baylan ve Mehmet Gıdak adlı işçiler direnişin sonsuzluğa uğurladığı canlardır. Akabinde, Faşizm, Celil Gürkan Paşa’yı da Cezaevine yollayacaktır )
Öndersizlik Krizi
Bu derslerin başında, öndersizlik krizi gelmektedir. Bunun anlamı, devrimci anlamda bir siyasi partinin olmayışıdır. TİP, 15-16 Haziran’ın siyasi yükünü kaldıramaz, sonra da 12 Mart’ta teslim olur. DİSK, direnişi sahiplenemez. Sırrı Öztürk’e göre, devrimci nitelik ancak bir partide olabilir. Bu parti sınıfsal özelliği olan bir parti olmalıdır. Bu nedenle o, DİSK’in kuruluşuna da muhalefet eder. “Bunu kuracağımıza Türk-İş’i ele geçirelim, devrimci bir çalışma ile bunu başaracak güçteyiz” der, ama bu tezi rağbet görmez. Ona göre, sendikanın devrimcisi olmaz, devrimci olabilecek kuruluş ancak ve ancak bir PARTİ’dir. “Devrimci bir partinin önderliğinde olsaydı bu direniş, sonuçları da çok farklı olurdu” der.
Sanayi sermayesinin 15-16 Haziran Direnişi’nden çıkardığı ders o kadar büyüktür ki 12 Mart Faşizmi süresince onun programı uygulanır, emperyalizm ile entegrasyonu ABD’nin gözetiminde yeniden düzenlenir. Sanayi burjuvazisi yetmişli yılların ilk yarısında en güçlü dönemini yaşar. Başlangıçta belirtildiği gibi, 12 Mart Faşizmi’nin alt patronudur. Üst patronu söylemeye gerek var mı?
Resim 3: Sırrı Öztürk 15-16 Haziran Direnişinden 25 yıl sonra.
Sırrı Öztürk 1975 yılında hapisten çıktıktan sonra oluşturulan “Sorun Yayınları Kolektifi“nde 15-16 Haziran’ı kitaplaştırır. DİSK’e bağlı Sendikalardan bir kısmı bu kitapları yasaklayarak okunmasını engellemek isterler. Hâlbuki Almanya’daki “IG Metal” ve Fransa’daki “CGT” sendikaları kitabı yardımcı kaynak olarak gösterir ve sahiplenirler. Ayrıca kitap, o dönem SSCB’ de bulunan V. İ. Lenin Enstitüsü Kütüphanesi‘nde yerini alır.
Resim 4: Kitaplaştırılan 15-16 Haziran
Devrimci Ahlak
Aradan on yıllar geçmiş, 2000’li yıllara doğru, yani direnişten yaklaşık otuz yıl sonra ÖDP Beyoğlu İlçe Başkanı’ndan Sırrı Öztürk’e bir telefon gelir. Telefondaki ses kendini tanıttıktan sonra “15-16 Haziran’ın yıldönümü nedeniyle bir panel düzenledik. Bu panele Sıtkı Coşkun, Veysi Sarısözen, Necmi Demir ve Ertuğrul Kürkçü katılacak. Siz de 15-16 Haziran’a katılmış, tanığı olmuş biri sıfatıyla arkadaşlarınızı alarak gelin, anılarınızı anlatın” der. O, bu “tebligat” üzerine, “Bu ne biçim panel önerisidir? Birileri, her kim iseler, 15-16 Haziran’ı panelinizde anlatacak, ahkâm kesecek, ancak bu olayların gerçek sahipleri ise tanık kimliği ile gelecek olayları anlatacak. Bu ne biçim ahlak anlayışıdır? Bizi galiba panelist arkadaşlarınızla karıştırdınız. Gelin önerinizi tersinden gerçekleştirelim. 15-16 Haziran’ı yapanlar panelde konuşsunlar, adını andığınız biraderleriniz de anılarını anlatsınlar!” yanıtını verir. Ve şöyle devam eder: “Şeflerinize söyleyin, onlar bu işlerin nasıl yapılacağını bilmek durumundadır. Siyaset yaptıklarına göre, önce birlikte bazı incelikleri öğrenip, sonra kapımızı nasıl çalacaklarını hatırlasınlar. Bizler, 15-16 Haziran’ın tanıkları değil, sanıklarıyız. Tarihimizin yazılmasında ve yapılmasında emeği geçenlere ÖDP’den asla bir saygı ve anlayış beklemiyoruz”.
Buna benzer bir öneri de HADEP’ten gelir. Onların da panelistleri Ragıp Zarakolu, Veysi Sarısözen ve Munzur Pekgüleç’tir. Dördüncü panelist olarak da Sırrı Öztürk’e teklif götürürler. O, bu teklif üzerine, bu kişilerin 15-16 Haziran’la bir ilgisinin olmadığını, Munzur hariç diğerleri ile yan yana bile gelemeyeceğini bildirerek teklifi geri çevirir.
Öğütülen Değerler
24 Ocak kararları ile başlayan, 12 Eylül faşizmi ile kök salan neoliberalizm, postmodern uygulamalarla, sınıfsal mücadele yerine, kimliklere dayalı siyasi açılımları monte etmekte gösterdiği başarıyı, 15-16 Haziran’ı süreç içinde iğdiş ederek de tekrarlar.
Sırrı Öztürk ve arkadaşları, 13 Haziran 2008 günü İzmit’te “Söz Şimdi Yapanlarda–Gelenekten Geleceğe 15-16 Haziran ve Günümüz” konulu bir etkinlik düzenlerler. Sendika ve siyasi örgütlere, 500 davetiye gönderilir. Belirli yerlere afişler asılır. 4500 kişiye e-posta yolu ile bu afişler ulaştırılarak davetiye çıkarılır. Bütün bu uğraşlara rağmen, etkinliğe 30 kişi katılır. Sırrı Öztürk, “Biz bu davete bir kişi bile icabet etse yine de bu etkinliği yapardık” der. Onu dokuz köyden kovanlar sonuçtan mutludurlar.
Bu bir şey değil. Proletaryanın kalbinin attığı kent olan İzmit’te 20 siyasi sol örgütün, bir o kadar sendika, kitle örgütü ve meslek kuruluşunun birlikte düzenlediği, 15-16 Haziran direnişinin 38. Yıldönümünde AKP binasına siyah çelenk koyma eylemine ancak 200 kişi katılır.
Ya, Günümüzde!..
Sırrı Öztürk bunlardan gocunmuyor. Marksist-Leninist çizgiden bir dirhem sapma eğilimi göstermeden, inatla bu çizgiyi elinden geldiğince güncellemeye çalışarak savunuyor ve bu uğurda yalnız kalma cesaretini gösterebiliyordu. 1975’ten beri sürdürdüğü devrimci bir parti kurma çalışmalarına, doğaya intikal ettiği güne kadar aralıksız devam ediyordu. Eğilmeden, bükülmeden proleter olarak yaşayan ve proleter olarak giden inatçı bir devrimci… Dokuz köyden kovulan bir komünist…
Sırrı Öztürk’ü tanımak bir ayrıcalıktır.
At izinin it izine karıştığı bu pespaye dönemde, devrimci inanç uğuruna yalnız kalma cesaretini gösterebilen sosyalistlerin olası bir beraberliğinden ülkede bir gün güneşin doğacağına inanıyordu.
Neydi güneşin doğması? Güneşin doğması, sağ rüzgârların çoraklaştırdığı bu topraklarda devrimci bir partinin kurulmasıydı. Onun kırk sene uğraştığı, fakat sonuçlandıramadığı ütopyası…
Gelenek ile gelecek arasında denge kurma sanatının devasa zorlukları!..
Sınır tanımaz teknolojik gelişme, bilişim ve iletişimde geleceğin sonsuzluğu düzleminde Marksizm’in yeniden üretimindeki başarısızlıklar!.. Ve de sağa kayışlar!..
Emperyalizmin neoliberal yeni politikaları, bölgesel stratejileri!..
Yalnızlaşma ve yabancılaşma!..
Uzaktan, bildik bir ses duyulur: “We live in a world that we no longer belong to. You’d either be part of this world like ‘them’ or just vanish away!..”
Sanırım Türkçesi şöyle oluyor: “Artık ait olmadığınız bir dünyada yaşıyorsunuz. Ya bu dünyaya, ‘onlar’ gibi, ayak uydurursunuz, ya da yok olur gidersiniz!..”
Okuyucu arkadaş, sen ne düşünüyorsun?
HAKKI ZABCI
5 Responses
Toplumcu yurtsever bir sürecin devamını dürüst ve düzgün insanlar getirir… onlar proleter yaşadılar ve devrimci bir ruh ile ebediyete uğurlandılar…İçleri tertemiz ve bilinçleri pırıl pırıldı. Bizler bugün hala nefsi mütmain ve organik aydınlar ile bir araya gelmeye çeblamaktayız…Heryer karanlık, her yerde zulüm ve ölüm…Buradan çıkışın yol güzargahındaki menziller sulh yapıcılığı ile alınır…AllaHU Teala’nın lutfü ile ilahi adaletin yeryüzündeki iz düşümü toplumcu adaleti hakça yerine getirecek kollektif bir irade; nefsi mütmain ve organik aydınların öncülüğünde bu istikamet gidişatında ezilenlerin dinamik akışı ile gerçeklenecektir..Nefsi mülkiyetçi emperyalist sitemin alternatifi sulh ve hakkaniyet eksenli insan kardeşliğinde toplumcu hürriyet düzenidir…Ön Asyalı toplumcu bir yurtsever…baki selamlar…
Sevgili Hakkı Ağabey, Sırrı Öztürk’ün ismini duyardım. Sorun yayınları münasebetiyle. Fakat arkasındaki bu güçlü kişiliği bilmezdim.
Sayende tanıdım. Onu ve arkadaşlarını… Tabii 15-16 Haziran’ı ve halk düşmanlarını da tanıdım. Sırrı Ağabey’i ve yoldaşlarını saygıyla anıyor, selamlıyorum.
DİSK’e hakim olan TİP çizgisindeki, “aman eylem yapmayalım, faşizm gelir” anlayışı harekete de baskın olsaydı, bu ülkeyi faşizm teslim alırdı. Gelgelelim, devimci çizgide, kitlesel bir partinin yokluğu nedeniyledir ki postmodern rüzgârlara yelken açılabilindi günümüzde.
Okuyucu arkadaş, sen ne düşünüyorsun diye sormuşsun.
Cevabı 1940 Şairler Kuşağı’ndan, Rıfat ILGAZ ustam versin:
AYDIN MISIN
Kilim gibi dokumada mutsuzluğu
Gidip gelen kara kuşlar havada
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara gülllelerin
Duymuyor musun
Kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol
Tam çağı işe başlamanın doğan günle
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden
Her satırında buram buram alınteri
Her sayfası günlük güneşlik
Utanma suçun tümü senin değil
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabelik çocuk ol
Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepnde
Benden geçti mi demek istiyorsun aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol
(1968)
Hakkı abi, sizinki gibi tanıklıklar da olmasa, bugünkü ortalama “aydın” tipi ile kıyaslayıp, bugünkü insan ilişkilerinden bakınca, Sırrı Öztürk gibi insanlar ve o zamanki insan ilişkileri, tarih öncesinde, mitolojik çağlarda ya da ütopya ülkesinde yaşanmış gibi geliyor. Daha kötüsü, dayanışmacılığın, insani duyarlılığın yerlerde süründüğü günümüzde, Sırrı Öztürk gibi insanların ortaya çıkması hayal gibi geliyor. Yazınız, Sırrı Öztürk(ler)in toplumsal hafızada yaşatılıp, böyle olabilyormuş fikrinin canlı tutulması ve özelllkle de Sırrı Öztürk’e saygı bakımından çokdeğerli. Duygularınıza ve aklınıza sağlık. Selam, saygı ve sevgilerimi iletiyorum.
Sevgili Hakkı Zapçı, çok teşekkürler…
Sevgili Hakkı ağabey,
Yazını yayınlandığını duyar duymaz okumuştum,ancak yorum yazmak için bilerek oyalandım. Bakalım okuyanlar neler söyleyecek diye bekledim…
Sağ olasın. Başka söyleyecek birşey bulamıyorum.
Keşke (bunu babam adına da söylüyorum) daha önce tanışsaymışız.
Önümüzdeki günlerde Sırrı Öztürk’ün son yazdıklarından oluşan SULTANAHMET’İN İTLERİ kitabını yayımlamış olacağız.
Bu kitapta paylaşmak istediği son anılar-tanıklıklar-açığa vurma polemikleri yer alıyor. Naçizane benim de küçük bir notum yer alacak ki sebebinini şimdiden söyleyeyim:
Babamın hasta yatağında okuduğu son kitap Barış Mutluay’ın ZİYA YILMAZ kitabıydı. “Ziya herşeyi anlatmamış, eksik anlatmış.” dedi durdu. Ben dahi bildiğim, tanık olduğum kadarı ile öyle diyorum. Bizden kağıt kalem, üzerinde rahatça yazacağı sekreter tablası istedi, ama yazamadı… Hastaneye çağırdığı birkaç yoldaşına bazı şeyler anlattı. Ben şahit olmadım, istemedi, ama anlattıklarını biliyor, en azından tahmin ediyorum, kayıt da yapılmadı, bunları anlatmak, paylaşmak artık o kişilerin sorumluluğundadır…
Görüşmek üzere, selam ve sevgilerimle.
H. Mutlu Öztürk