Tarihin akışını gözlediğimiz zaman, ODTÜ’de devrimci gençliğin mücadeleci geleneğinin yol göstericiliğini esas alarak geleceğini
yaratacağını öngörebiliriz. Bugün olmasa da yarın mutlaka
maliyilmaz@anafikir.gen.tr
Özellikle Vietnam kasabı, ABD Büyükelçisi Kommer’in arabasının Ocak 1968’de yakılmasıyla birlikte ODTÜ, “devrimcilerin harman olduğu yer” unvanını almaya hak kazanmıştı. O yıllarda, bilhassa gençlerin gözünde; ODTÜ erişilmesi zor ve hatta imkânsız olan bir yer edinmişti. 1960’lı yılların sonlarında her ilerici-devrimci lise öğrencisinin en önemli sevdalarından biri; ODTÜ’ye girmek ve o devrimci ortamı solumaktı. Bilhassa Deniz Gezmiş’in kaldığı yurtlar, 5 Mart direnişi ve stattaki “DEVRİM” yazısı efsane olmuştu. Öte yandan halkın ilerici kesimi ODTÜ’yü “devrimcilerin kalesi” olarak görürken; diğer kesimi ise “gominist, anarşit yuvası” olarak görüyordu.
Yeni gençlerin gözünde, ODTÜ devrimcilerin en saygın üniversitesi, 12 Mart darbesi döneminde yapılan operasyonlara rağmen devrimciliğin yıkılmaz kalesi olarak algılanıyordu.1970’li yıllara girerken; ODTÜ’de verilen devrimci mücadele ve oluşturulan kültür, devrimcilerin; sağcılara, faşistlere karşı yarattığı hegemonik üstünlüğün en önemli simgelerinden biri olmuştu. Bu hegemonik üstünlük psikolojik ve ideolojik bir unsur olarak zihinlere ister istemez yer etmişti. O yıllarda toplumun bütün kesimlerinin olumlu veya olumsuz anlamda ODTÜ’ye yönelik bir düşünceye, değerlendirmeye sahip olduğunu söyleyebiliriz. Zihinlerde ODTÜ, devrimcilikle, devrimci mücadele ile özdeşleşmişti.
12 Mart döneminde yapılan çok yönlü baskılara, saldırılara ve faşistleştirme girişimlerine rağmen gençliği kavramış, kucaklamış olan “devrimci ODTÜ” algısının oluşturduğu psikolojik üstünlüğü yıkmayı başaramadılar. Toplumun ve gençliğin bu kavrayışı nedeniyle; sıkıyönetimin, okul yönetiminin ve onların desteğiyle geliştirilmeye çalışılan faşist hareket bütün çabalarına rağmen okulda bir ayrık otu gibi kalmaktan öteye gidemiyordu. Eğer ODTÜ 12 Mart sonrasında faşistlerin kontrolü altına girseydi 1970’li yıllarda ortaya çıkan devrimci hareketler ve genel olarak devrimci mücadele bu gelişmeden çok olumsuz etkilenirdi. Nitekim karşı devrim güçleri bu gerçeği bildikleri için ODTÜ’yü faşistleştirme girişimini hep canlı tuttular.
Öte yandan hem 12 Mart döneminde hem de daha sonraki yıllarda, egemen çevrelerin çok yönlü yozlaştırma ve ideolojik saptırma dalgaları da devrimciliğin kitlelerin gözünde oluşan sağlam ideolojik ve kültürel kalkanlarına çarparak eriyip gitti… (12 Eylül sonrasında ise egemen sınıfların bu yönde attıkları adımlarda önemli ölçüde başarılı olduklarını söylersek o dönemin gençliğine haksızlık etmiş olmayız sanırım. Çünkü 1980’den sonra solun dünya ölçüsündeki hegemonyası kırılmaya başlamıştı. Batı emperyalizmi yeni saldırgan ve muhafazakâr politikalarıyla sola üstünlük kurmakta başarılı olmuştu.)
DÜNYADAKİ ÖNEMLİ GELİŞMELER VE TÜRKİYE
1970’li yılların başlarında dünyaya baktığımız zaman göze çarpan en önemli gelişmeleri şöyle sıralayabiliriz: ABD emperyalizminin Vietnam’da yenildiğini ve bu yenilgiyle birlikte ekonomik bir krize saplandığını görürüz. Ulusal Kurtuluş Mücadelelerinin Asya’dan Afrika’ya ve Güney Amerika’ya kadar bir heyula gibi kol gezdiğine tanık oluruz. Bağlantısızlık Hareketinin yükselişte olduğunu ve daha da önemlisi, Sovyetler Birliği’nin Batı emperyalizmi ile bir hegemonya ve güç mücadelesi içinde olduğunu biliyoruz.
ABD emperyalizminin yaşadığı ciddi sorunlara karşın Ortadoğu’da etkin olduğunu ve Türkiye, İran ve Pakistan ile 1950’li yıllarda kurulan CENTO ile Sovyetler Birliği’ne karşı Yeşil Kuşak oluşturulduğuna tanık oluyoruz. NATO’nun güney-doğu kanadında, en stratejik bölgede yer alan Türkiye, hem Sovyetler Birliği ile hem de dünyanın en büyük petrol bölgesiyle çok uzun sınıra sahipti. Emperyalizmin bu saldırı örgütünün koçbaşı olan Türkiye, 12 Mart faşizmi döneminde Soğuk Savaş’ın gereği olarak devrimcileri ezmiş ve yeni bir döneme doğru yol almaya başlamıştı.
1973 seçiminden sonra kurulan CHP-MSP koalisyon hükümetinin 1974 son baharında dağılmasıyla birlikte faşist hareketin saldırılara başladığını görürüz. CIA tarafından sola karşı 1960’lı yıllardan itibaren örgütlenmeye başlanan faşist hareket, sağcı bir hükümetin kurulabilmesi için sağ partileri bir araya getirmeyi amaçlıyordu. Bu amaçlarının gerçekleşebilmesi için de sol düşmanlığının körüklenmesi zorunluydu. Bu amaç doğrultusunda yapılan saldırılardan ODTÜ de payına düşeni aldı. Kasım 1974’de gerçekleştirilen bu saldırı ODTÜ gençliğinin direnişi sayesinde herhangi bir yılgınlık yaratamadığı gibi tam tersine yeni devrimci dönemin kapısını açan önemli bir gelişme olmuştur. Okula yapılan bu faşist saldırıyı püskürten devrimci gençler, 12 Mart döneminden ve hemen sonrasından beri sürüp gelen ve hatta okulda ciddi bir etkinlik kurmaya başlayan her türlü pasifizmi ve oportünizmi de süpürüp attılar. Silahlı faşistlerin üstüne taş ve sopalarla yürüyen devrimciler, bir yandan okullarının devrimci geçmişine ve devrimci haysiyetine sahip çıkarlarken diğer yandan da geleceği kuruyorlardı.
ODTÜ-DER VE ÖTK
ABD Dışişleri Bakanının Türkiye’ye gelmesini protesto eden devrimcilere saldıran faşistlerin bu saldırıların hezimetle sonuçlanmasından sonra; ADYÖD’e bağlı olarak ODTÜ Komisyonu oluşturuldu. 12 Mart sonrasında, okulda ilk merkezi örgütlenme olan bu komisyon 1975 başında kurulan ODTÜ-DER’in de anasıdır. Bu derneğin yayınladığı “ODTÜ-DER KURULURKEN” adlı broşürü okuyunca önemli bir gerçekle karşılaşırız. Bugün “sol parti” olarak ortaya çıkan kuruluşların bile bu broşürde savunulan devrimci görüşlerin yakınından geçemediklerine tanık oluruz. Broşürün sonunda vurgulanan anlayış 1970’li yılların devrimci gençlik hareketinin ana eksenini oluşturur:
“Biz ODTÜ’lü öğrenciler olarak geçmişimizin şanlı mirasına –doğruları ve yanlışlarıyla- sahip çıkıyoruz. Geçmişin bize verdiği deneyimlerin ışığında ve devrimci yaratıcılığımızı kullanarak, günümüzde de ODTÜ öğrencileri olarak mücadelemizi sürdürmeye kararlıyız. ODTÜ-DER’in kuruluşunun anlamı işte bu anlayışta yatmaktadır.” (ODTÜ-DER KURULURKEN, S.32.)
1975 Şubat’ında yazılan bu broşürde “gençliğin merkezi bir kitle örgütü içinde toparlanabilmesi için” ortaya atılan ilkelerin tamamına yakınının günümüzde de önemini koruduğunu düşündüğüm için burada tekrarlamayı yararlı buluyorum:
1- “Anti-emperyalist, anti-faşist olmak,
2- “Yönetimde demokratik merkeziyetçilik ilkesini benimsemek, (eleştiri-özeleştiri yöntemini uygulamak),
3- “Gençliğin acil istekleri uğruna mücadele etmek,
4- “Halklar üzerine yapılan baskıya karşı çıkmak, (anti-şovenist, anti-militarist olmak),
5- “Anti-reformist olmak, (sorunlara gerçek çözümün kısa dönemli ödünlerle sağlanamayacağına inanmak, faşizme karşı mücadelenin reformizme karşı mücadeleden ayrılamayacağını unutmamak),
6- “Gençliğin devrimci mirasına doğruları ve yanlışlarıyla sahip çıkmak, bunlardan gereken dersi çıkartmak,
7- “Halkın mücadelesinden soyutlanmamak (kurtuluşumuzun ancak halkımızın kurtuluşu ile mümkün olabileceğini bilmek),
8- “Örgütsel bağımsızlığı belirlemek ve fakat tavırda işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yol göstericiliğini kavramak,
9- Bir parti veya sosyalist gençlik örgütü gibi çalışmamak, dar kadro örgütü olmamak,
10- “Devrimci görüşün gençler arasında yaygınlaşması için çalışmak.” (ODTÜ-DER KURULURKEN, S.20–21.)
Her şeyden önce saldırıların yeni başladığı o günlerde, faşizme karşı olan tüm gençliği birleştirmeyi amaçlayan bu ilkeler, “gençliğin bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi için gereken sübjektif koşulları içerebildiği kadar asgari”ydi. (abç, age, s.21)
Bu ilkeleri buraya koymamın nedeni, 1970’li yılların devrimci gençliğinin hangi ana esaslarla mücadelesini yükselttiğini, gençlik kitlesine kendini, örgütünü ve mücadelesini kabul ettirmekte esas aldığı ana prensipleri göstermek içindir. 20–30 yıldır gençlik, genel dünya ve ülke tahlilinde (teorik ve siyasi tahlillerde) yapıldığı gibi sürekli sağa çekilerek, reformizm ve ilkesizlik vaaz edilerek hep iğdiş edildi. Kendi sivil toplumculuklarını, postmodernistliklerini, açık veya gizli AB yandaşlıklarını gençliğe aşılayarak, anti-emperyalizm temel ilkesinin üstünü örterek gençliği hedefsiz, amaçsız ve komformist bir kesim haline getirdiler. Bu oportünistler, Soroscular gençliğe yaptıkları bu kötülükleri hep sosyalizmin ve devrimci hareketin adını kullanarak gerçekleştirdikleri için meşruluk zemininde görünmeyi de ihmal etmemiş oldular.
***
31 Mart 1975’de 1.MC Hükümetinin kurulmasından sonra, bir yandan gençlik üzerindeki baskılar yoğunlaştırıldı, diğer yandan da üniversiteler ve yüksek okullar faşistler tarafından işgal edilmeye başlandı. Bu saldırı ve baskılar ODTÜ’yü de etkiliyordu. Okul yönetiminden kaynaklanan anti-demokratik uygulamalara son verilmesini, özerk-demokratik üniversite istemlerini dile getiren, akademik sorunların çözümünü isteyen ODTÜ’lüler, bu taleplerine karşılık çeşitli saldırılarla ve baskılarla karşılaşınca Mayıs 1975’te boykota gittiler. Altı ay süren bu boykot boyunca öğrenciler tam bir dayanışma örneği sergileyerek, haklı davalarını bütün Türkiye’ye anlatmaya çalıştılar. Öğretim üyeleri, işçiler ve öğrenci aileleri büyük bir birliktelik içinde okula ve öğrencilerin mücadelesine sahip çıktılar.
Bu uzun mücadele sürecinde ODTÜ’lüler kitlelerle ilişki kurmayı, ikna etmeyi, topluluk önünde konuşmayı kısacası yönetmeyi öğrendiler. Neyi nasıl yapacaklarını düşündüler, tartıştılar, kitlelerden aldılar, soyutladılar ve kitlelere verdiler. Bu mücadele sürecinde pişen birçok devrimci genç, daha sonraki dönemde devrimci hareketin bölge ve mahalle çalışmalarında büyük sorumluluklar üstlendiler ve çok hayati kararlar verecek yetenekler kazandılar.
ÖTK tartışmaları da bu uzun boykot mücadelesi içinde ortaya çıktı ve şekillenmeye başladı. ODTÜ-DER’in kapatılması üzerine ortaya çıkan bu tartışmalar yeni bir örgütlenme ihtiyacının ürünüdür ve esasen mücadelenin ulaştığı yeni boyutun ihtiyaçlarının karşılamasına dönüktür. Bilgi ve zeka yönünden, Türkiye’nin kalbur üstü gençleri arasında yer alan onbin öğrencinin tamamına yakınının katılımıyla altı ay boyunca çok yönlü bir mücadele anlayışı ile sürdürülen boykot içinde doğan ÖTK, 12 Eylül’den sonra çokça yapıldığı gibi, sadece bir “demokrasi” örneği olarak açıklamakla yetinilmemesini gerekli kılacak kadar önemlidir. Özellikle Batı emperyalizminin neo-liberal politikasının kitlelere benimsetilebilmesi için geliştirilen, sol ve devrimci politikaları etkisizleştirmek amacıyla ortaya atılan “sivil toplumcu” anlayışları ve “post-modernist” yaklaşımları esas alan çevreler, ÖTK deneyimini bağlamından, bütünselliğinden, nedenselliğinden kopararak çarpık ve yanlış bir biçimde yeni gençlere sunmuşlardır. ÖTK’yı basitleştirerek, salt bir seçim ve temsiliyet meselelerinin çözüm yeri gibi takdim ederek devrimci içeriğini boşaltma yoluna gitmişlerdir. Sistem içi bir örgütlenme düzeyine indirerek reformculuğun ve demokratizmin çamuruna bulamak istemişlerdir. Fakat bu çabalarının boşuna olduğunu gençlik mücadelesi ile onlara öğretecektir.
ÖTK ile gençlik örgütlenmesinde yeni bir devrimci dönem açılmıştır. Bu yeni anlayış ile çok sayıda genç önemli, önemsiz ayrımı güdülmeden mücadelenin çok değişik alanlarında yer almışlardır. Geniş gençlik kitlesinin mücadeleye doğrudan katılması sayesinde devrimcilik alanı içinde görülmeyen veya yeterince önemsenmeyen işlerin koşullara göre ne kadar önemli olduğu ortaya çıkarılmıştır. Sürekli mücadele halinin bürokratlaşmanın panzehiri olduğu gerçeği de bu “uzun yürüyüş”le doğrulanıyordu. Bu mücadelede sürecinde, ideolojik bakışla doğrudan bağlantılı olan, izlenen politikanın da en özlü ifadesi olan sloganların kitleleri etkileme gücünün pratikteki önemini vurgulamak gerekir. Aynı süreçte, faşist saldırılara ve işgallere karşı Ankara düzeyinde ortaya attığımız “Faşist olmayan herkes okullarına” şiarının, bazı “sol” kesimler türlü bahanelerle okullardan çekilirken, geniş anti-faşist öğrenci kitlesince benimsenmesinin faşizme karşı mücadelemizin dönüm noktasını oluşturduğunu vurgulamak gerekir.
ODTÜ gençliğinin bilinçli ve kararlı mücadelesi devrimci gençlik hareketinin en büyük dayanağı ve bel kemiği olmuştur. Hem nitelik olarak hem de kitlesel güç olarak devrimci gençlik ODTÜ’süz ve ÖTK’sız düşünülemez. Altı aylık boykottan sonra kısa bir eğitim-öğrenim dönemi yaşanan ODTÜ’yü rahat bırakmamakta, faşistleştirmekte kararlı olan egemen çevreler Aydınlar Ocağı yöneticilerinden Hasan Tan’ı rektör olarak atadılar. ABD’nin Ortadoğu bölgesini hegemonyası altına almak için atağa kalktığı 1950’li yıllarda bu ülkede psikoloji eğitimi gören ve tam bir Soğuk Savaş elemanı olarak yetiştirildiğinden kuşku duyulmayan bu kişiyi devrimcilerin okuluna rektör olarak atamak ODTÜ’yü ABD emperyalizmine hizmet eden bir kurum haline sokma amacının yeniden canlanmasından başka bir anlamı olamazdı. ODTÜ’yü bir misyoner okulu olması için kurduran ABD bu amacına ulaşamamıştı. Yıllar sonra psikolojinin işkence aracı olarak kullanılmamasını isteyen bir bildiriyi bile imzalamayacak kadar faşist düşüncelere sahip olan birisi rektör olarak atanıyordu. Bu gelişme ABD’nin ODTÜ’ye yönelik amacına uygundu ama devrimci gençliğin hedeflerine uygun değildi. Okulu bu faşistleştirme girişimine karşı gençlik dokuz ay süren yeni bir direniş dönemine giriyordu. Yüzlerce faşistin de okula doldurulduğu bu dönemde devrimciler, bir mücadelenin aktif akılla planlanıp kararlı eylemlerle hayata geçirildiği takdirde başarılı olabileceğini ispat etmişlerdir. Mücadelenin stratejisini, ana yönelimini kaybetmeden farklı eylem biçimlerinden yararlanmanın yanı sıra, farklı kesimlerle ilişkiler kurulması, demokrat çevrelerin desteklerinin alınması gibi faaliyetler yoğun olarak hayata geçirilmiştir. (Özellikle ikibinli yıllarda kendilerini sosyalist sayan, gerçekte ise Batı emperyalizminin ortaya attığı çeşitli akımların ve örgütlerinin etkisi altına girmiş olan çevrelerce makbul sayılmayan bu demokrat kesimlerin 1970’li yıllarda devrimci gençlik mücadelesine önemli destekler sağladıklarını unutmamalıyız.) Büyük bir çoğunluğunu maalesef yitirdiğimiz bu demokrat, iyi insanları saygıyla anmak bizler için bir görevdir.
ODTÜ’deki gibi uzun soluklu mücadele dönemlerinde ideoloji ve politikanın belirleyiciliklerinin yanı sıra devrimci ahlakın kitleyi bir arada tutmak, yönetime ve birbirine güvenin devamını sağlamak için harç görevi gördüğünü de belirtmeliyiz. 12 Eylül döneminden sonra devrimciliğe karşı başlatılan çok yönlü saldırılardan biri de devrimci ahlakla ilgili olandır. Devrimci ahlakı küçümseyen, tutuculukla bir tutan anlayışları yayarak devrimciliği küçük düşürmeye çalıştılar. Devrimciliği dağıtabilmek, kitlelerin gözünde itibarsızlaştırabilmek için onun bütün değerlerini yere sermek ihtiyacını duydular. Sosyalistliğin, devrimciliğin bu önemli değerine de saldırarak, onu küçümseyerek neo-liberal anlayışın, serbest piyasacılığın ahlaksızlığını topluma yaydılar. Batı emperyalizminin yoz kültürüne, ideolojisine direnen veya direnme ihtimali olan her unsuru ezmeye, unufak etmeye çalıştılar ve hala da çalışıyorlar. Toplumun bütün ilerici değerlerine karşı sürdürülen bu hain saldırının başını çekenlerin bir kısmını da ne yazık ki eskiden sola bulaşmış kişiler oluşturmaktadır.
SONUÇ OLARAK…
1970’li yıllarda ODTÜ’de sürdürülen devrimci mücadele, ne reformistlere, ne sivil toplumculara ne Sorosculara ne de geçmişin kaymağını yemeyi alışkanlık haline getirenlere yem olmayacak kadar büyük ve anlamlıdır. Faşistlerin ve gericilerin karalamaları, Soğuk Savaşçı bakışları ise ODTÜ’nün devrimci geçmişine zerre kadar zarar veremedi.
Kısacası:
—Her şeyden önce ODTÜ’deki mücadele devrimciydi, ÖTK da devrimci bir örgütlenmeydi.
—ÖTK, karakteri anti-emperyalist ve anti-faşist olan uzun, zorlu devrimci direnişten doğmuştur.
—Bu mücadele süreci Türkiye devrimi kavgasının bir parçasıdır ve ondan ayrı düşünülemez.
—Bu mücadele içinde şehitler verilmiştir.
—ÖTK, DEV-GENÇ geleneğinin ODTÜ’deki örgütlenmesidir.
Tarihin akışını gözlediğimiz zaman, ODTÜ’de devrimci gençliğin mücadeleci geleneğinin yol göstericiliğini esas alarak geleceğini yaratacağını öngörebiliriz. Bugün olmasa da yarın mutlaka…
Devrimci mücadelenin geleceği büyük usta Marks’ın şu sözünde saklı: “Teori, kitleleri kavradımıydı, maddi bir güç haline gelir.”
NOT: Bu yazı, Nurettin Çalışkan’ın yazdığı “ODTÜ TARİHÇE” isimli kitabın ikinci baskısında yayınlanacaktır.
Mehmet Ali Yılmaz