Search
Close this search box.

Doğa Ve İnsanlık Ölürken Neler Yapılıyor, Neler Yapıyoruz?-Av. Mehdi Bektaş

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Bizler, genel olarak doğaya, çevreye, canlılara, cansızlara duyarlı ve saygılı insanlar olduğumuza inanırız. Böyle olsak bile çevreye ve doğaya duyarlı olduğumuz, doğa ve insan dostu olarak davrandığımız, insan ve doğa düşmanlarıyla yeterli ve kararlı mücadele ettiğimiz söylenebilinir mi? Pek sanmıyorum!

Bunun nedeni, hem konuyu yeterince bilmememiz hem de  “ne olacak iş olacağına varır” sorumsuzluğu ve kayıtsızlığı olmalı.

Dr. Mustafa Başoğlu’nun, “Doğa ve İnsan Yok Oluşa Giderken YARIN DÜN BUGÜN”* adlı kitabını okununca, durum çok daha iyi anlaşılıyor.

Sayın Dr. Mustafa Başoğlu’nun kitabından yaptığım geniş alıntıların ve değerlendirmelerinin okunmasını isterim. İnternet yoluyla Kitabı temin edebilirseniz çok daha iyi olur; hem okursunuz hem de dostlarınıza önererek konun öğrenilmesine, duyarlı olunmasına yardımcı olursunuz…

Doğamıza, ülkemize, insanlığa ve insanlarımıza karşı duyarlı olmanın, sorumlu davranmanın bir gereği olarak, konunun öğrenilmesini ve insanlarımızın aydınlanmasını isterim; umarım bu yazı yol gösterir, yararlı olur.

Kitabın sunuş (İthaf) bölümünde:

Modern insanların Afrika’da 200.000 yıldan önce ortaya çıkışından beri türlerin yok olma oranları bin kat artı. Doğa soluyor ve ölüyor. Antroposen(1) (Buzul çağı Pleistosen’nin bitmesi, yeni iklimlerin oluşması, bazı canlıların neslinin tükenmesiyle başlayan insanlık çağı) ilerledikçe, insanlık yaban hayatı ve bitkileri yok etmeye devam edecek. Dünyada insanlar, evcilleştirilmiş bitkiler ve hayvanlar, göz alabildiğince uzanan tarlalar ve bazı mantarlar, mikroplar ve denizanası dışında çok az şey yaşayacak. O zaman bir sonraki dünyevi çağa girmiş olacağız: Eremocene(Yalnızlık Çağı). Türleri anlama veya inceleme yeteneğimizi çok aşan bir oranda yok ederken, insanlık kendini ciddi şekilde tehlikeye atıyor. (Edward O. Wilson)

Ne acıdır ki, doğanın canlı ve cansız unsurlarının yıkımı ile karbondioksit ve diğer sera gazlarının (2) salınımı bu hızla sürerse, belki de 22 yüzyıldan önce Dünya’mız yaşamın başlangıcından beri insanlığın da içinde bulunduğu kitlesel bir tükenişe doğru çok fazla yol almış olacak. O yıllarda yaşayacak olan kuşaklarımız: ‘Atalarımız, bu dünyayı atalarından miras çocuklarından ödünç aldıklarını söyleyip durdular… Öylesine çok tükettiler ki ödünç aldıklarını söyledikleri gelecek kuşaklara geri verecek hiçbir şey bırakmadılar’ diyecekler” saptaması yapılır. (* 4.sf.)

Edward O. Wilson ve Dr. Mustafa Başoğlu’nun bu saptamaları, işin doğa ve insanlık açısından yıkımını açıklıyor, okuyup düşündükçe sorumsuzluk ve kayıtsızlığın korkunçluğu karşımıza çıkıyor.

Sorumsuzluk, açgözlülük ve cehaletle dünyayı yıkıma götürenlerde; kayıtsızlık, vurdumduymazlık, tepkisizlik yığınlarda!…

İşin en korkuncu da sorumsuzluk, tepkisizlik ve kayıtsızlıktaki yüksek orandır:

Sıcaklık artışı 1,1C’ye, okyanuslarda 0,88.C’ye ulaştı. Bilim insanları sürekli olarak türümüzün ve türün varlığını sürdürebilmesi için artışın 1,5. C’de sınırlandırılmasının önemini vurguluyorlar. 2015 yılında dünya liderleri Paris Anlaşması üzerinde anlaştılar, sıcaklık artışını 2.C’nin altında sınırlama sözü verdiler. Ama günümüze kadar karbon salınımı azalmadığı gibi yıldan yıla arttı.

 

Koşullar yıldan yıla kötüleşiyor, eğer sıcaklık artışı ve doğanın yıkımı durdurulamazsa gelecek yıllarda olağan dışı doğa olaylarıyla karşılaşmamız kaçınılmaz gibi duruyor. Geçtiğimiz on yıl 1880’den beri kaydedilen en sıcak on yıl oldu. Milyonlarca insan benzeri görülmemiş kasırga dalgalarının, sellerin, orman yangınlarının, okyanus asitlenmesinin ve kuraklıkların olumsuz etkilerini yaşıyor. Su ve gıda sorunu çığ gibi büyüyor. Yoksulluğu sürekli artan yoksul ülkelerin yoksul halkları gelişmiş ülkelere göç ediyor. İçinde insanın da bulunduğu canlı türlerinin çoğu yok oluşa doğru sürükleniyor. Kaybedecek olanlar çocuklarımız ve torunlarımız. Onlar büyük acılar çekecekler ve belki de henüz doğmamış olanların yaşayabilecekleri bir dünya olmayacak”  (*7.Sf.)

Geçmişte bazı bilim insanlarının uyarmasına ve çok sayıda ekolojistin (çevreci, doğacı. MB) uyarılara destek vermesine, yerel ve küresel pek çok geniş tabanlı örgütün, gençlerin, hatta çocukların tepkilerine karşın, geçmiş kuşaklarımız, içinde yaşadığımız ve varlığımızı sürdürebileceğimiz tek gezegenin 21. Yüzyılın sonlarına doğrun yaşanmaz hale gelebileceğine, gerçekle yüz yüze gelene kadar hiç inanmamışlardı. Para ve güç hırsıyla Dünyanın geleceğini umursamayan, ya da gelecekte kendilerine nasıl olsa yaşanabilecek bir yer bulacaklarını uman, sığınaklar kuran, gökyüzünde koloniler kurmaya uğraşan, Dünya nüfusunun yüzde birinden bile az sayıdaki para zengininin aldatmacasına kolayca kanmışlardı. Belki geleceği düşünmeden, gelecek beklentisi olmadan, tüketerek günü yaşamak daha çekici geldiği için kanmak istemişlerdir.    

                                         ………………….

 “Geçmiş kuşaklarımız, özellikle son iki yüzyılda yaşayan atalarımız, onları yönlendiren ve yöneteler, refahı için doğayı, yaşamın kaynağı havayı, toprağı, suları ve doğadaki canlıları sömürülmesi gereken meta (mal MB) olarak gördüler. Gezegenin (dünya. MB) sömürgeleştirilmesinin doğal olduğunu, çıkarları için gerekli olanın tepe tepe kullanılabileceğini sandılar ve sonuna kadar sömürdüler. Gereksiz bulduklarını değersiz diyerek yok edip tükettiler. ‘Doğadaki canlı ve cansız her varlığın insanın düşüncelerinden bağımsız olarak bir değerinin olduğunu” anlamadılar. Doğal kaynaklar kurumaya yüz tuttu, biyolojik çeşitlilik azaldı. Salınan sera gazları(2) doğanın emebileceği miktarın üstüne çıkınca atmosferde sürekli birikerek sıcaklıkların artmasına yol açtı. (*9.Sf.)

            “1800’lerden beri atmosfer sıcaklığının ortalama 3 C’den fazla arttığı, artışın kutuplarda 6.C’e dolaylarında olduğu, son yüz yılda kutuplarda ve büyük dağlık alanlardaki buzulların yarıdan fazlasının eridiği söyleniyor. Kutuplardaki buzulların erimesi sonucu, denizlerdeki yükselme bir buçuk metreyi aştı. Dev dalgalar önüne çıkan her şeyi altına alıyor. Kıyı kentleri ve pek çok ada ülkesi, yükselen dev dalgalar nedeniyle yok oldu ya da küçüldü. Pek çok kıyı kentinin alçak alanları dalgaların getirdiği kumlarla kaplandı. Bazıları su içinde kaldı, yıkıntılara döndü ve terk edildi. Yıllar önce gelişmiş ülkelerin büyük kıyı kentlerinde denizin önlerine setler çektiler. Başlangıçta setlere çarpıp dönen dalgalar, setlerin pek çoğunu aşmaya başladı. Kıyı kentlerin çoğunda gıda sıkıntısı oldu. Gıdaya ulaşmak için uzun kuyruklarda bekleyen insanlar, ne yapılırsa yapılsın bir gün denizin evlerini ve kendilerini yutacağını düşünerek gıda ve barınak için büyük kentleri terk ettiler. Yoğun yağışlar ve yüksek doruklardaki buzulların erimesi, önüne çıkan her şeyi alıp götüren sellere dönüştü. Su taşkınları alçak ovaları yaşanmaz hale getirdi. Dağ buzulları bütünüyle eriyince nehirlerin bir kısmı kurudu ve besledikleri alanda tarım yapılamaz hale geldi. İnsanlar içecek su bile bulamaz oldular ve pek çoğu pılısını pırtısını toplayıp topraklarını terk etti.  Her yineleyişinde şiddeti daha da artan kasırgalar pek çok kenti silip süpürdü. Doğal dinamiklere, dolaysıyla insanın da doğasına uygun olmayan, yalnızca atık üreten ısı adacığı kentler büyük oranda boşaldı. Tarih boyunca atalarımızın sürekli tahrip ettiği ormanların çoğu sıcaktan kavruldu.   Ormandan geçimini sağlayan yerli halklar büyük kayıplar verdiler. Sağ kalanlar, yurtlarını terk edip bilinmeze doğru göç ettiler. Eskilerin sözünü ettiği yağmur ormanlarının çoğu ağaç adacıkları olarak kaldı, bazılarının yerleri bile unutuldu. Doğa olayları ve kötü tarım, gezegenimizin önemli bir bölümünde tarımsal üretimi bitme noktasına getirdi. Dünyanın pek çok yerinde insanlar gıdaya ulaşmakta zorluk çekti. Yoksulluk ve açlık büyük boyutlara ulaştı. Afrika, Asya ve Güney Amerika’nın yoksul halklarıyla, kıyı halklarının büyük bir kısmı göç etti ya da telef oldu. 30-40 yıldan beri açlık, susuzluk, salgın hastalıklar ve doğal afetler nedeniyle o kadar çok insan öldü ki, artık hiç kimse ölenlerden söz etmiyor ve gerçek ölü sayısını öğrenmek istemiyor. Binlerce yıldır vahşi ve evcil hayvanlardan bulaşan hastalıklar salgınlar yaparak kitlesel ölümlere, bazı kültürlerin yok olmasına neden olmuştur.  Geçen yüzyılda da salgınlar ve savaşlar milyonlarca insanın ölümüne ve büyük yıkımlara yol açmış (1918’de İspanyol gribinden yaklaşık 100 milyon insanın öldüğü tahmin ediliyor. 1957 Asya gribi, 1968 Hong Kong gribi, 1976 domuz gribi, 1977 Rus gribi çok sayıda insanın ölümüne yol açtı. I. Dünya Savaşı’nda 17 milyon, II. Dünya Savaşı’nda 60 milyon insan öldü. ‘ Son vekâlet savaşlarını ve Korona kırımını da biz ekleyelim.’), yaşadığımız yüz yılda bir yandan sıcakların artması ile yaşam alanları genişleyen, diğer yandan habitatların(3) bozulmasıyla insanlara daha yaklaşan ve yok edilmeye karşı direnerek değişimler yaşayan bakteri, virüs, parazit ve mantarların neden olduğu salgınlar artı. Salgınların yanı sıra seller, fırtınalar, depremler, toprak kaymaları ile tsunamiler gibi artan doğa olayları bir araya gelmiş türümüzü yok etmeye çalışıyor (*9-11Sf)

“Biz, severek büyüttüğünüz, mutlu olduklarında mutlu olduğunuz, üzüldüklerinde daha çok üzüldüğünüz, hastalandıklarında başucunda uykusuz geceler geçirdiğiniz, daha iyi bir gelecek sağlamak için çırpındığınız, çocuklarınızın çocukları, torunları yani genetik mirasçılarınız, başka bir deyişle ‘Yeniden dirilişiniz, yaşamın sürdürücüleriyiz’. Sizler, çocuklarınızın ve torunlarınızın için en iyisini yapma çabası içinde oldunuz. Sanırım bu, tüm canlılar gibi insanın da doğasından, türünü ve soyunu sürdürme güdüsünden gelen bir davranış, genetik bir miras olsa gerek.  Ama bugüne değin hep düşünüp de anlam veremediğim, çocuklar için büyük özveride bulunan sizler, onların daha iyi koşullarda yaşaması için onca çaba gösterirken, nasıl oldu da yaşayabilecekleri tek ortam olan gezegenimizin (dünyamızın MB) kaynaklarını tüketip yaşanamayacak hale getirmeye uğraştınız, tüketilmesine göz yumdunuz. Tüm bu gelişmelerin türümüzün sonunu getirebileceğini nasıl düşünmediniz. Doğrusu anlamak çok zor.

            Aranızdan birileri, yaşamları yok etmekten başka hiçbir anlamı olmayan daha fazla zenginlik ve daha fazla güç için toplumları yönlendirmişler. Yarattıkları gereksiz gereksinimlerle sizleri daha fazla tükettirmeye uğraşmışlar. Tepkileri şiddetle önlenmiş, savaşlara neden olmuş, Dünyayı hırslarına kurban etmekten çekinmemişler.  Ya sizler, onların dayattığı tüketim çılgınlığını, nasıl davranış biçimi haline getirdiniz. Sınırları belli bir gezegende her şeyi sınırsızca tükettiğinizin bilincinde olmadan, daha iyisine sahip olma hırsıyla durmadan tükettiniz. Tüketmeyi, eşya edinmeyi mutluluk aracı haline getirdiniz.   

            Doğayı metalaştırıp, tüketirken çocuklarınız için en büyük kötülüğü yaptığınızı nasıl anlamadınız. Tutkularınıza nasıl karşı koymadınız. Ya aç, susuz, korumasız kalmış ve savaşların kurbanı olmuş, yani Dünya üzerindeki her türlü olumsuzluktan zarar görmüş büyük çoğunluk, nasıl oldu da küçük bir azınlığın, kendilerine hükmetmesine izin verdi, dayatılanlara kuzu gibi uydu. Neden, nasıl?…

            Oysa uzak atalarınız, doğanın değişen koşullarına direnmiş, değişmiş, gelişmiş, araştırmış, sorgulamış, birbirine yaslanarak ilkel hücreden akıllı varlığa ermiştir.   

            Yanlışların acısını önce 21.yüzyılın ortalarında yaşamını sürdüren ana ve babalarımız çekti. Onlar havayı, toprağı ve suları daha fazla kirletmeyeceklerinin bilincine varmışlardı, ama artık dönüşü olmayan bir yola girilmişti. Bizler, yaklaşık yarısından çoğu yaşanmaz hale gelmiş olan Dünyada daha acılı günler geçiriyoruz. Sanırım bu durumdan çıkışımız zor. Zamanında karbondioksit ve diğer sera gazları salınımının yeterince azaltılamamış olması nedeniyle kısır bir döngü içine girildi. Doğanın tepkisi o kadar hızlı büyüyor ki, artık çözüm konusunda hiç kimse ne yapılması gerektiğini tam bilmiyor. Bilim insanlarının çabalarına ve insan etkinliklerinden kaynaklanan karbondioksit salınımının doğanın emme kapasitesinin çok altına çekilmesine karşın kötü gidişi geri döndürülebilme, en azından durdurabilme olasılığı çok değil, kimine göre belki de artık yok.

 

            Doğa belki de kusacak bizi. Bu, atalarımızın doğaya acımasızca yaptıklarının sonucu. Suçlu olan siz, acısını çeken biziz. Artık sera gazı salınımı yok gibi, ama ısınma sürüyor. Doğayı canımız gibi koruyor, iyileştirebilmek için çabalıyoruz, ama sizlerin bıraktığı o kadar çok kirletici var ki, temizlemekte çok büyük güçlük çekiyoruz.

            İnsan, antik çağlardan beri ölümsüzlük özlemiyle yaşamış. Ölümden sonra ruhun dirilişine ya da başka bir bedende yeniden Dünyaya geleceğine inanmış. Sonra, sonsuz yaşama, genleriyle, gelecek kuşaklarıyla ulaşacağını anlamış. Ama nedense türümüzün sonunu kendisinin getireceğini düşünmemiş. Eğer günümüzde ki koşulların kötüleşmesi durdurulamazsa, türümüzün silinmesiyle birlikte, uzak atalarımızdan miras kalan binlerce yıllık ‘sonsuz yaşam özlemi’ de silinip gidecek” (*11,12,13.Sf)

Kitapta anlatılmaya çalışılan konun, ana temasını, bu alıntılar çok açıkça gösteriyor. Kitabın içeriğinde, doğanın yıkımında ve kirlenmesinde kimlerin sorumlu olduğu, kötü gidişin durdurulup durdurulamayacağı, gezeğenin doğallığına kavuşup kavuşamayacağı, kendisini onarıp onaramayacağı, onarmanın olması ve bir daha gezegenin yıkıma uğramaması için insanların ne yapması gerektiği açıklanıyor.

Ve diyor ki:

“Türlerle birlikte insan yalnızlıktan kurtuluyorsa,

Ve yaşam,

Yaşayan türlerin çokluğuyla güzelleşiyorsa,

Ve birlikte yaşanabilecek,

Ve gökyüzüne ulaşabilecek başka bir Dünya yoksa,

Ve dışlanıp atılan ve açlığa bırakılanlarla doluysa Dünya,

Doğa acımasızca yakılıp yıkılıyor,

Isınan, çölleşen Dünya yanıyorsa,

Türümüzü sürdürmek için

Hep bir arada, topluca, omuz omuza,

İnsanlığı ve Dünyayı kurtarmamız gerekli” (*Sf.14)

Ve ekliyor:

“Kar yağışlarının ve kar kalınlıklarının bazı yıllar artsa da ‘bir adım ileri, iki adım geri’ giderek azalması, her yıl bir öncekine göre daha sıcak bir Dünyada yaşadığımız ve iklimin değiştiği yolunda bir duygunun oluşmasına yol açtı. Falanca yerde ozon tabakası delindi, soğutuculardaki gazlar gibi gazete haberleri, küresel ısınmayla ilgili duyumlar… Yaşadığımız Dünyaya ilişkin endişeleri artırdı… Doğa, ateşi bulduğundan beri yakan insana, yeryüzünde sayısı arttıkça beslenebilmek için daha çok ava, yerleşik düzene geçtikten sonra tarım için toprak açılmasına on binlerce yıl direnmişti… Bir veya birçok etken, binlerce yıldır insanın, hayvanın ve bitki örtüsünün uyum yaptığı iklimsel ortamı 20.yüzyılın ortalarından itibaren değiştirmeye başlamıştı. Önceleri görmeye alıştığımız pek çok hayvan ve bitki türü gözümüzün önünden yitip gidiyordu… Sanayileşmeyle birlikte doğal alanların yıkımının artışıyla, doğanın organik bir bütün olduğu, saygı duyulması gerektiği, her şeyin birbirine bağlı olduğu düşüncesi gelişmeye başlamıştı. Pek çok kişi doğanın korunmasına yönelik mücadele içine girmiş; sanatçılar resimle, şiirle ve müzikle anlatmışlardı doğaya olan tutkularını.

………………………………….

 

“Sanayi devrimi ile artan kirlilikle ilgili kaygılarla, doğaya tutkun düşün ve bilim insanları doğa-insan ilişkilerini sorgulamışlar; bilim insanları araştırmış ve 19. yüzyılın sonlarında Avrupa ve ABD’de çevre hareketi başlamış, 1896’da henüz petrol kullanımı yaygınlaşmamışken, İsveçli iki bilim insanı Arrhenius ve Eckholm, kömür yakılmasıyla, atmosferdeki karbondioksit miktarının iki katına çıkabileceğini ve bu durumda sıcaklığın 2,5-3 C artacağını söylemişler.  2. Dünya Savaşı’ndan itibaren petrol kullanımı ve doğanın yıkımı giderek artmış, 1958’de, Keeling, Holosen(4) boyunca 275-285 ppm olan atmosferik karbondioksitin 315 ppm(5) çıktığını göstermiştir.

 

“…Duyarlı bilim insanlarının geleceğe ilişkin uyarılarında uzun yıllar boyunca aldıran olmadı. On binlerce bilimsel yayına ve farkındalığı olan milyonlarca insanın tepkilerine karşın, yaşayabileceğimiz tek ortamın yaşanamaz hale sürüklenişini durduracak gerekli önlemler alınmadı.  Kötü gidişin sorumlusu küresel şirketler ve gelişmiş ülkelerin yöneticileri sözden öte anlamlı bir şey üretmediler. Aksine bazıları inkârcı politikalarla halkları aldattılar. Diğer yandan büyük çoğunluk tepkisiz ve tepkisizlikleriyle sorumluluğa ortak olduğunun farkında bile değil.

“Ve gelecek kuşaklara: ‘Atalarımız, içinde yaşadıkları doğayı, atalarından miras, çocuklarından ödünç aldıklarını söyleyip durdular. Onun nimetlerini sonuna kadar sömürüp, yakıp yıkıp tükettiler; ödünç aldıklarını söylediklerinden bizlere geri verecek hiçbir şey bırakmadılar’ diyecekleri bir dünya bırakıyoruz. Petrol ve gazla ısıtılıp karartılmış gökyüzü, zehirli kimyasallar ve atıklarla kirletilip ekilemez hale getirilmiş topraklar, içilemez sular, yitip gitmiş canlı türleri, plastik dağlar ve adalar. Yarattığı canavarlarla sağlığı bozulmuş Homo Sapines (akıllı insan MB)(6), belki de tüm türlerin yok olduğu ve türümüzün yapayalnız kaldığı ya da içinde bizimde olamayacağımız cansız bir gezegen.

                                    ……………………….

            “Holosen boyunca 280 ppm’in üzerine çıkmayan sanayi devriminden beri yükselerek günümüzde 417 ppm’i aşan atmosferik karbondioksit seviyesinin, henüz 312 ppm dolaylarında olduğu 1950’li yıllar; bazıların Antropesen olarak isimlendirilen yeni jeolojik çağın başlangıcı olarak kabul ettiği yıllar; yaklaşık 40 yıl içinde 70 milyondan fazla insanın öldüğü iki büyük savaş, 100 milyondan fazla insanın öldüğü salgınlar ve savaşlara bağlı yokluk ve yoksullukların neden olduğu ölümlerle 200 milyona yakın insanın, yani o yıllardaki dünya nüfusunun onda birinden fazlasının ölümünün acılarının henüz bitmediği yıllar; sınıfsız bir toplum kurmaya uğraşanlara karşı, sömürü adına soğuk savaş dedikleri düşmanlıkların tırmandırılmaya başladığı yıllar; fosil yakıt tüketiminin hızla artış gösterdiği, teknolojik yeniliklerin hız kazanmaya, doğallığın yerini sentetiklerin (7) almaya, doğanın yıkımının giderek büyümeye başladığı yıllar.  (*18,19.Sf.)

…………………

“O yıllarda, kasaba ve köylerde değişim hız kazanmamıştı. Köylü besledikleri hayvanın eti, sütü ve ekip diktikleriyle geçimini sağlıyor; kendini besleyen doğaya, toprağa, toprağın verdiğine ve hayvanına sevgiyle bakıyordu. Toprak, sular ve bitkiler kimyasallarla kirlenmemişti. Atıklarımızla, ya hayvanlar ya da toprak beslenirdi. Bildiğimiz tek sentetik bisikletimizin tekerlekleri, toplarımız ve yoksulların ayaklarındaki lastiklerdi… Az sayıda taşıtın benzini, ocakların gaz yağı ve devlet dairelerinde yakılan kömürün dışında, fosil (8) yakıt kullanımı yok denecek kadar azdı;  gökyüzü karbondioksite(9) bulanmamıştı. Ne yanmış kömür kokusu, ne egzoz gazı ve ne de hava kirliliği diye bir şey bilmezdik. Herkes kapısının önünü süpürmeli; evler de sokaklar da tertemiz olmalıydı. ‘Ayı ininden, it yatağından belli olur derlerdi’. Bağ ve bahçelerde de her şeyin bir yeri, düzeni vardı.

“Ellili yıllar, henüz yaygınlaşmamış kitle iletişim araçlarının, insanların beyinlerini yeterince kirletmediği ve hala güzelliklerin yaşandığı yıllardı. Kir, pis ve kötü, çocuklar için oyunbozanlık ve müzevirlik, yetişkinler için ikiyüzlülük ve yalandı, yani temizlenmesi en zor kirlilikti. Bize böyle öğretmişti ana-babalarımız. İçinde bulunduğumuz toprağın tozu, çamuru, bizim için yıkanınca kolayca temizlenen ‘elini yüzünü yıka, üzerindekileri çıkar at’ azarıydı yalnızca.

……………………..

“Tüm dünyayı saran, yokluklarına katlanıp acılarını paylaştığımız, yaklaşık 50 milyon insanın öldüğü ve büyük bir çevre katliamının yaşandığı küresel savaş sonlanmış; geçmişle kıyaslanmayacak kadar hızlı bir değişim başlamıştı. Dokuz yüz ellili yıllarda (1950), ülkeler, toplumlar, bireyler taraf oluyordu. Yöneticilerimiz sosyalist ülkelere karşı tarafta yer alıyor; halkımızın kimi demokrat, kimi halkçı olarak ayrışıyordu. Doğalın yerini sentetikler, lastikler,  plastikler, margarinler alıyor; ilişkiler yapaylaşıyordu.

Giderek her şey bozuldu, şimdiki zaman eskisi gibi değil, atalarımızın ‘insanın kirlenmişliği’ dedikleri kirin, pisin bulaşıcı hastalık gibi yayıldığı zaman.” (*22,23 sf.)

“Toprağının tahılı, sebzesi, ağaçlarının meyvesi; sokak aralarında toprağı didikleyen tavukları, sabahları sürüye katılıp akşamları eve dönen inekleri, köyün çobanının otlattığı koyunları, keçileri, dere kenarında çamurlara bata çıka geviş getiren mandalarıyla köylerimiz; Köylünün eti, sütü, yağı, peyniri, yumurtası ve toprağın verdikleriyle karnının doyurup geçimini sağladığı, kışlık erzakını ve gelecek yılın tohumluğunu ambarlarına koyabildiği, hayvan gübresinin toprağı, toprağın bitkiyi, bitkinin hayvanı beslediği bir döngünün sürdüğü, tarım ilacı ve kimyasal gübrenin tanışılmadığı yıllar.

Toprağı az ve hane halkı kalabalık olan ailelerin gençleri dışında kimsenin köyünü terk etmediği, yani henüz kentlere göçün pek olmadığı, fabrikalarda çalışmak için kentlere göç edenlerin köyü ile bağlantısını kesmediği, işinden aldığı ücretle köydeki ailesini, köyden gelen gıda ile kendi geçimini desteklediği yıllar.

O yıllarda köyler, el atacak genç kalmadığı için bağların, bahçelerin bakımsızlıktan giderek içine girilemez olduğu, köy kahvelerinde sadece yaşlıların oturduğu yaşam alanları değildi. Üç mevsim bağında, bahçesinde toprakla uğraşan, ekip diken, toprağa canı gibi bakan, toprağı, suyu ve ekmeği kutsal sayan insanlar yaşardı köylerde. Onlar, toprağın verdikleriyle yetinmeyi bilir, yiyeceğini ve tohumluğunu ayırır, ürünün fazlasını satar, sattıklarıyla kendisinde olmayan ihtiyaçlarını karşılardı.

Gençler doymaz oldular köyün verdikleriyle; ne karınları, ne gözleri doydu. Sosyal bir doyumsuzluktu onların ki; kasabalarda her şey vardı, ya köylerde. Ne somun ekmek yapan fırınları ve ne de köy bakkalında helva vardı. Ya kentler, büyük kentlere gidenler çok güzel şeyler anlatıyorlardı.  Tozsuz, çamursuz parke taşlı yollar, otomobiller, sinemalar, lokantalar, iyi giyimli insanlar, süslü, bakımlı kadınlar, pazara sebze-meyve götürdükleri kasabada bile o kadar çok şey vardı ki.

 

Akın, önce köylerden kasabalara, kasabalardan kentlere, daha sonra büyük kentlere doğru uzayıp gitti. Kimi iş buldu, kimi işsiz kaldı geri döndü, birkaç kış geçirdi köyünde, büyük kentlerin ışıl ışıl kaldırımları silinmedi zihninden. Başka büyük kenti zorladı, gündelikçi kahvelerin önünde iş bekledi. İşli-işsiz zor koşullarda didinip tutunmaya çalıştı. Köyünde bulamadığını büyük kentlerin varoşlarında aradı. Kentlerde tutunabilenler, köydeki ana-babalarından gelen kışlık yiyeceklerle geçimlerini kolaylaştırdılar. Babaları yaşlanmaya başlayınca köyün nimetlerinden faydalanamaz oldular.

Daha az zararlı, daha fazla ürün denilerek bağa, bahçeye ve tarlaya sinsice sokulmaya başladı kimyasal gübre ve tarım ilaçları. Önceleri biraz artıysa da giderek azaldı toprağın bereketi. İlaca, gübreye, araca gitti ekip biçtikleri.

Ürünleri para etmeyen, gübre-ilaç parasına gücü yetmeyen gençlerde köyü terk etti. Yaşlılar ölünce, gidenler topraklarını ucuz-pahalı satıp koptular köylerinden. Daha sonra gelişmiş ülkelere doğru hızla büyüdü göç. Geri döneceğini söyleyerek gidenler, gittikleri yerde kalıcı oldular.

Kentlere göç edenler yavaş yavaş doğadan kopup, yabancılaşmaya ve sanki kentlerdeki zor koşulların nedeniymiş gibi, doğayı daha çok yok etmeye başladılar.  Bu günlerde köylerde ekip-diken köylü o denli azaldı ki…

Doğa boşluk bırakmaz derler ya birileri bırakıp giderken, toprakları sahiplenecek başkaları, sonra da toprağı rant, toprağı sömürülecek meta olarak gören başkaları çıktı ortaya. ‘İnsanın en temel gereksinimleri yeme, içme, korunma… gelecek yıllarda gıda para, su para…’ Yıllar yılları kovaladı. Günümüzde büyük şirketler, tarıma elverişli yörelerde büyük çiftlikler kurdular. Üretimden pazarlamaya en çok karı elde edebilecekleri koşulları oluşturarak, sentetik gübre, tarım ilaçları ve aşırı su kullanımına dayalı tarıma başladılar. Tarım kimyasalları, gübre, tohum ve ekipmanlarının denetimini ele geçirdiler. Suyu ve ekilebilir toprakları da sahiplenerek gıda ve su üzerinden egemenliklerini pekiştirmeye başladılar. Artık tarım-gıda zincirinin her halkasını, kendi ekonomik çıkarlarını her şeyin önünde tutan, maksimum kar arayışındaki küresel şirketler kontrol ediyor. Tohum, gübre, tarımsal ilaç üretip doğayı kirleterek büyük paralar kazanıyorlar. Daha da önemlisi gıdanın kontrolünü bütünüyle ele geçiriyorlar.  Böyle giderse ne gıda güvenliği kalacak ve ne de güvencesi.

Verimli topraklara konutlar, lüks villalar, süs bahçeleri vs. yapılarak artık gıda tarımı yapılamaz hale geldi. Doğal alanların flora (10) ve faunası (11) bozuldu. Kendi yataklarında akıp giden sular, setler ve kanallar içine alındı. Toprakların ve suyun büyük şirketlere geçtiği her yerde, küçük çiftçiler ucuz iş gücü olup sağlıksız koşullarda yaşayacakları büyük kentlerin varoşlarına itildiler.

Yoksulluk kentlerde büyüdü, sağlıksız yapılaşma giderek arttı. Kentler büyüdükçe, sanayi, tarım ve evsel kullanım için yer altına aşırı miktarda su çekildi, doğal su kaynakları ve toprağın verimliliği azaldı. Atıklar ve kimyasallar, insan sağlığı ve çevre için yeni riskler getirdi. Endüstriyel ve tarımsal kirlilik ve atıkların toprağa, sulara, denizlere karışması, gıdayı ve suları kirletti. Böcek ilaçları, zararlılarla doğal avcıları arasındaki dengeyi bozdu, bozuyor, bedenimiz zehir doluyor.

Petrol ve kömür gibi fosil yakıtlar havadaki sera gazlarını sürekli artırıyor, hava ısınıyor. Kara ce denizlerdeki kirlenme, havaya salınan zehirli gazlar ve küçük partiküller (parçacık)(12), insan dâhil tüm canlılar için büyük tehdit oluşturmaya başladı.

Yaşanmış eski zamanlar güzel tatlar bırakarak zihnimizin derinliklerine saklandı. Şimdiki zaman eskisi gibi değil; atalarımızın ‘insanın kirlenmişliği’ dedikleri kirin, pisin bulaşıcı hastalık gibi yayıldığı su ve toprakların kire, pise ve sise bulandığı, doğadaki canlıların yitiklere karıştığı zaman.” (*20-26 sf.)

“Doğa, atalarımızın sanayi toplumu diye niteledikleri döneme kadar, yerleşik toplumların yaptıkları yıkıma, on bin yıldan fazla bir süre direnmiştir. Atmosfere (13) salınan karbondioksitin fazlasını emmiş, atıkları içinde eritmiş; ama aldığı büyük darbelerle insanlığın saldırılarına karşı koyamaz hale gelmiş. Ve ‘Sen yokken ben vardım, senden sonra da varlığımı sürdüreceğim, sen beni değil, sana sunduğum kendi varlığını sürdüreceğin ortamı, yani kendini, kendi türünü tüketiyorsun’ diyerek tepki göstermeye başlamış kendisine yapılan saldırılara.

Büyük kırımlardan ve kitlesel ölümlerden sonra, Dünya nüfusu neredeyse yarı yarıya azaldı. Koşulları iyice kötüleşen yörelerde yaşayanlar, büyük topluluklar halinde yollara döküldüler. İklim göçleri, 100 yılı aşkın bir süre önce daha çok Afrika, Güney Amerika ve Asya’da koşulların kötüleşmesiyle başlamış. Yıllar geçtikçe sürekli artış göstermiş; iklim felaketleri arttıkça, refah düzeyinin yüksek olduğu gelişmiş kuzey ülkelerine; denizler yükselmeye başlayınca ada ülkeleri ve kıyılardan, iç bölgelere doğru milyonlarca insan sürekli göç etmiştir. Evleri yıkılan, gıda bulamayan ve zor doğa koşullarından kaçan göçerler yollarda yaşamını yitirmiş; sağ kalanlar, ölülerini gömüp yürümüşler.  Ekosistemlerdeki (14) yıkım ve habitatların bozulmasıyla yerlerinden olan vahşi hayvanlar pek çok virüsü (15) insanlara taşımış; sıcaklık artışı, virüsleri taşıyan ara konakların doğal yaşam alanlarının genişlemesine yol açmış. Yerinde zararsız/faydalı pek çok mikro-organizma hastalık salgınları üretir hale gelmiş. Yaklaşık 50-60 yıldan beri, birkaç yılda bir büyük kitlesel kırım olmuş, ölen insan sayısı üçe dörde katlamış.

Göçerlerin gittiği yörelerde yaşayanlar, yeni gelenlere direnç koyuyor;  yöneticileri, göçerlere karşı sınırlara duvarlar örüyorlarmış. Açlık ve salgın hastalıklar daha çok ölüme yol açmış. Yaşama güdüsüyle insanlar sığınak, gıda ve su için her yere saldırmışlar.  Göçerler yerleşik olanları, yerleşik olanlar göçerleri, göçerler göçerleri öldürmüş.

 

Büyük çoğunluk toplumsal bilinçten yoksunmuş. Kendilerinden başka hiçbir şey düşünemiyor; örgütlenme kavramını anlamıyor ya da anlamak istemiyorlarmış. Bu yüzden dayanışmasız kalmışlar.  Doymak ve korunmak için zenginlere hizmet için sıraya giriyor, dileniyor, çalıyor ve birbirlerini öldürüyorlarmış.

Yıllar geçtikçe saldırganlığın, birbirini öldürmenin, çalmanın ve yakıp yıkmanın sorunlarını çözmediğini, aksine daha kötüleştiğini anlamaya ve hep birlikte yaşadıkları ve gelecekte yaşayabilecekleri sorunlara nasıl çözüm üretebileceklerini araştırmaya başlamışlar. Çoğu insan, huzursuzluk ve çatışmanın kaynağının doğayla uyum, toplumsal dayanışma ve insan haklarına saygının olmayışının yani sevgisizliğin ürünü olduğunu, geçmiş kuşaklarla ilgili bilgilerinden ve kendi deneyimlerinden öğrenmiş. İnsanın doğasına uygun olanın, doğayı, yaşamı ve toplumsallığı kapsayan emek ve sevgi olduğunu anlamışlar. Yerel dayanışmacı örgütler (Dayanışma, Solidaridat, Solidarite, Ekajutate, Tuanjie…) oluşturulmuş.  Bu örgütler,  birbirleriyle iletişim ağları kurarak, yaşanabilecek yörelerin halkları, riskli bölgelerde yaşayan halklar ve göçerler arasında dayanışma sağlayıp, sorunları paylaşarak çözümler üretmeye başlamışlar.

Son yıllarda göçler çoğunlukla merkezi planlamalarla yapılıyor. Göçerler gidecekleri yerler konusunda bilgilendiriliyor; göç edilen yörelerin yerleşik halklarının pek çoğu, gelenlerin sorun yaşamamaları ve yaratmamaları için, örgütlü olarak hazırlık yapıyor ve önlemler almaya çalışıyor.   İlişkiler açısından hala sorunlar yaşansa da artık oldukça iyi bir dayanışma başladı insanlar ve topluluklar arasında.” (*27,28 sf)

“Kara ve deniz canlı türlerinin %70’den fazlası silindi, yaşanabilir alanlar giderek daralıyor. Ekvatora yakın bölgelerde yaşam nerdeyse bitme noktasında, kitlesel ölümler oldu. Sağ kalanların çoğu göç etti. Pek çok hayvan türü ortadan kalktı veya yaşam alanlarını terk etti. Az sayıda insan, su sorunun daha az olduğu ve gıda tarımı yapılabilen dağlık alanlarda yaşamını sürdürüyor.

Gıda sıkıntısı çekilen sıcak kuşaklarda yaşayan yüz milyonlarca insan, yıllardır iklim koşulları daha iyi ve tarıma elverişli olan ılıman kuşakların yukarı enlemleriyle kutuplar arasındaki topraklara kaçıyor. Ama kutuplardaki artik (donmuş toprak) çözülme nedeniyle uzun bir süredir permafrost(16) alanlardan atmosfere çok miktarda metan ve karbondioksit salınıyor. Bu durum daha fazla sıcaklık artışına ve deniz seviyelerinde hızlı yükselmelere neden oluyor. Kutuplarda ısınma, orta enlemlere göre neredeyse iki misli; böyle giderse uzun bir süreçte oralarda oldukça riskli hale gelecek.

…………………….

 

Bu günlerde Dünya’nın pek çok yerinde büyük gıda sıkıntısı var. Biz, genellikle bölge halkına yetecek kadar gıda üretebiliyorsak da bazı yıllar gıda sıkıntısı çektiğimiz oluyor. Yağmur sularını biriktirdiğimiz, su kaynaklarını korumaya özen gösterdiğimiz ve kullanılan suları dönüştürdüğümüz için, anlamlı bir su sorunumuz yok. Ama her geçen gün koşullarımızın giderek kötüleştiğini söylersek yanlış olmaz. Bu yüzden gelecek endişesiyle az da olsa bazı yıllar göç vermek zorunda kalıyoruz.

Eskiden gıda tarımı genellikle büyük şirketlerin çeşitli yollarla el geçirdiği geniş alanlarda, yine onların tekelindeki tohum, kimyasal gübre, zehirli kimyasallar ve büyük makinalar kullanılarak yapılırmış. 2000’li yıllarda karbondioksit salınımlarının önemli bir bölümü tarım ve hayvan yetiştiriciliğinden kaynaklanıyormuş. Küçük ölçekli tarım yapan çiftçiler, tohumlar hibrit(17) hale getirildiği için her yıl tohum, topraklar verimsiz hale geldiği için kimyasal gübre, doğanın döngüsü ile oynandığı için bitki ve böcek ilaçları alıyor; büyük şirketlere bağlı hale geliyorlarmış… Kimyasallara dayalı büyük ölçekli tarımın, toprakların verimliliğini ortadan kaldırarak tarımsal üretimin düşmesine de neden olduğu anlaşılınca, yüzyılın ortalarına doğru geleneksel yöntemlerin uygulandığı, kıyıda köşede saklı kalmış yerel tohumların çoğaltılmasıyla küçük ölçekli doğayla uyumlu tarımsal üretime geçilmiş, bitkisel gıdaya dayalı beslenme öne çıkmış. Gıda üretimi birden bire artış göstermişse de, iklim değişikliğine bağlı doğa olaylarının etkisiyle tarım alanlarının azalması üretimin yeniden düşmesine yol açmış. Karbondioksit artışı ile geçmişte bitkilerin hızla büyümesini sağlamaya yönelik teknolojik girişimlerin temel gıdalardaki protein (18) miktarını azaltması ise gıdalara ilişkin başka bir sorun olmuş.

Doğaya bıraktığımız kimyasallarla tatlı su kaynakların kirlettiğimiz ve sorumsuzca tüketip kuruttuğumuz için, geçmişten miras aldığımız en önemli sorunlardan biri de su oldu. Kuraklıklar ve mevsimsiz yağışlar nedeniyle sorun daha da arttı. Su sıkıntı nedeniyle çoğu yerde insanlar artık sık yıkanamıyor; her gün başını ve vücudunu ıslak bezlerle silmekle yetiniyor… Tohumlarımız yıllar içinde değişen iklim koşullarına ve susuzluğa uyum sağlar hale geldi. Terk edilen kentlerle, kentler arası yollar gereksinim dışı kaldığı için tarım alanlarına dönüştürüldü. Tarım yapılmayan her yer…ağaçlandırılıyor ve iyileştirme çabaları durmaksızın sürdürülüyor… Gıda tarımı yapılan küçük bahçeler içinde 20-30 m2’lik birbirine eklenmiş evlerde oturuyoruz. Evlerimizin damlarında sebze yetiştiriyoruz Sayıca az insanın yaşadığı evlerimiz, gereksinimimizi fazlasıyla karşılıyor. Geçmişte varlıklı insanlar, çok büyük evler yaptırıp ancak bizimkiler kadar bir alanı kullanabiliyormuş. Yapımı, aydınlatılması, ısıtılması, serinletilmesi ve elektrik-elektronik eşyaların kullanımı gibi nedenlerle çok fazla enerji harcıyor; diğer lüks tüketim tutkularıyla da günümüzde çekilen sıkıntılara önemli ölçüde katkıda bulunuyorlarmış.  Günümüzün en zenginleri, istemedikleri hiçbir canlının geçmesinin mümkün olmadığı çok güvenlikli sınırlarla çevirdikleri geniş yeraltı yaşam alanlarında tüm insanlardan ayrı yaşıyorlar. Onlara, kendilerini toplumlardan bütünüyle ayırdıkları için ‘Tecritli’ diyoruz.” (*28,29,30 sf)

“Evren, Big Bang ile yaklaşık 13,7; yaşam 3,7 milyar yıl önce başlamış. 1,8 milyar yıl önce yaşamın ortaya çıktığı ilksel çorbada, prokaryotlardan(19) ökaryotik (20) hücreler evrimleşmiş; eşeysiz klonlardan eşeyli (21) topluluklar; 1,4 milyar yıl önce tek hücreli ökaryotlardan farklılaşmış hücrelere sahip çok hücreli organizmalar, yalnız bireylerden koloniler ve sosyal topluluklar, primat (22) topluluklar gelişmiş. Yaşamın ortaya çıkışı ve çeşitlenişinden beri beş büyük tükeniş olmuş. Canlı türlerinin %70-80’nin ortadan kalktığı 65 milyon yıl önce son büyük tükenişi izleyerek doğadaki canlılar yeniden çoğalıp çeşitlenmişler. Yaklaşık iki milyon yıl önce iki ayağı üzerinde yürümüş uzak atalarımız; 1,5 milyon yıl önce toplumsal iletişimi ve ilişkileri oldukça gelişmiş olan Homo Eraktus(23) ortaya çıkmış, 500 bin yıl önce insansı türlerden bazıları, ateşi bulmuş, avında, ısınmak ve gıdalarını pişirmek için kullanmış. Ateşi denetleyemediği zamanlar yangınlara yol açmış. Yaklaşık 200 bin yıl önce ortaya çıkan Homo Sapiens (akıllı insan), 190.000 yıl boyunca küçük topluluklar halinde avcılık ve toplayıcılık yaparak yaşamış; av peşinde oradan oraya göç etmiş.  Sulak alanlarda, deniz ve akarsu kenarlarında konaklayıp bitki ve böcek toplamış, 60-70 bin yıl önce Afrika’dan çıkıp Dünya’ya yayılmış.  Kendilerini ekosferin (24) parçası görüyor; doğanın zengin gıda kaynaklarından gereksinimleri kadar alıyor; doğanın yok edebileceği kadar atıklar bırakıyorlarmış. Onlar, doğayı içinde büyüdükleri evleri, canlıların tümünü kendilerinden birileri gibi görüyorlarmış.

Doğa, toprak, su, hava ve canlıların birbirine kopmaz bağlarla bağlandığı, tüm canlı varlıkların doğduğu, beslenip büyüdüğü ve barındığı bir yuva, ana kucağıdır insanın. Eski çağ insanları da, bu bilinçle canlı varlık olarak kavramışlar doğayı. Kendilerini doğuran, doyuran analarıyla özdeşleştirerek, O’na ‘toprak ana’ demişler.” ( * 32, 33 Sf. )

Kitaptan aldığım bu uzun alıntılar, dünyamızın, insanlığın ve insanımızın geçmişini, güzelliğini, zorluğunu, süreç içinde bozulmasını, yerel, evrensel, önlemler alınmazsa, doğanın ve insanlığın yok oluşunu gözler önüne seriyor.

Veteriner Hekimler Derneği Genel Başkanı Dr. Gülay Ertürk’ün “İklim Kanunu ve gıda Güvenliği” başlıklı bir yazısı, 22 Nisan 2025 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin 2. Sayfasında yayınlandı.

Yazıda, “İklim Kanunu Taslağı’nın, iklim krizine karşı mücadelenin yasal altyapısını oluşturma iddiası ile gündeme geldiği” açıklanıyor,  ancak “yalınızca karbon ticareti ve emisyon azaltımı gibi piyasa temelli araçlarına odaklandığı; sağlık, gıda güvenliği, tarım ve hayvancılık gibi yaşamsal alanlara dair kaygı verici bir boşluk barındırdığı… İklim krizinin yalnızca çevresel değil, insan, hayvan ve bitki sağlığını doğrudan etkileyen çok yönlü bir kriz” olduğu vurgulanıyor… Yasa metninde ‘tek sağlık’ yaklaşımı benimsenmeli, sağlık boyutu yasal bir zorunluluk haline getirilmeli” deniliyor; “İklim değişikliği en çok tarım ve hayvancılık sektörünü vurmakta; sıcaklık artışları yem bitkisi üretimini düşürmekte, hayvan refahını bozmakta ve üretim maliyetini artırmakta” saptaması yapılarak, “bu sektörlere dair somut bir destek ya da teşvik mekanizması bulunmamakta… hayvancılık sektörü yalnızca metan salımı açısından ele alınmakta; biyogaz üretimi ve karbon yutak kapasitesi gibi çözüm potansiyelleri görmezden gelinmekte… eksikliklerden birisi ise zoonotik(25) hastalıklar konusudur” değerlendirmesi yapılıyor; ‘İklim Kanunu Taslağı’ mevcut durumuyla hem eksik hem de dengesizdir. Bilimsel ve sektörel temelden yoksundur…., küçük üreticileri gözetmeyen, halk sağlığını dikkate almayan bir çerçeve sunmaktadır” sonucuna varılıyor.

Bugün, “Atmosferdeki karbondioksit miktarı bir buçuk kat, Metan bir kattan fazla arttı, kükürt dioksit ve azot oksit salınımı, doğal salınımların toplamından çok fazla; karbondioksit miktarı son iki milyon yıldan beri, metan ve azot yoğunlukları ise 800.000 yıldan beri en yüksek seviyelerinde, Pm 10, Pm 2,5 ve yeryüzü ozonu gibi kirleticilerle hava solunamaz hale geldi.  CFC gibi gazlar stratosforik ozonun incelmesine yol açtı. Radyasyon, nükleer, teknolojik, endüstriyel ve evsel atıklar gibi sayılmayacak kadar çok sayıdaki olumsuz etkilerin yaklaşık yarıdan fazlası son 30 yılda ortaya çıktı.   Dünya hızla ısınıyor, buzullar eriyor, deniz seviyesi 20 cm yükseldi. Okyanuslarda, ısınma ve asitlenme nedeniyle oksijen üretimi azalıyor. Artan sıcaklıklar, orman yangınlarını tetikliyor. Canlı türleri ve türlerin sayısı her geçen gün biraz daha azalıyor.  Isınma, Kuzey Kutbu’nda ve karalarda okyanuslardan daha fazla… Kuzey kutbunda buzulların erimesi, organik madde bakımından zengin toprağın çözülerek çürümeye başlamasıyla, atmosfere çok büyük miktarda metan ve karbondioksit salınacak. Bu daha fazla ısınmaya neden olan pozitif geri besleme döngüsüne yol açacak. 1750’den beri atmosfere 2475 GtCO2 (Gigaton (26) karbondioksit) salınımı yapıldığı; küresel ısınmayı 1,5 C. Sınırlayabilmek için en çok 420 GtCO2 salınım yapabilecek bir karbon bütçesinin olduğu; 1,7.C ve 2.C’de sınırlamak için ise, sırasıyla 770 GtCO2 ve 1270 GtCO2 salınım yapabileceği. 2020’deki salınımın 38 GtCO2 olduğu göz önüne alınırsa, 2022’den itibaren 11 yılda 1,5.C’ye; 20 yılda 1,7 C’ye ve 32 yılda 2.C’ye ulaşmak kaçınılmaz olacağı ve yüzyılımızda küresel ısınmayı 1,5.C’nin altında tutmak için, önümüzdeki sekiz yıl içinde yıllık sera gazı salınımının yarıya indirilmesi gerektiği belirtiliyor.

……………….

 

İklim değişikliğinin sorumluları gelişmiş ülkeler, küresel şirketler ve CO2 salınımlarının %50’sini üreten %10’luk zengin elitler. En az sorumlu olanlar ise, ancak %10’luk salınım yapan dünya nüfusunun %50’sini oluşturan yoksul ülkelerdeki iklim değişikliğinden en çok zarar görecek savunmasız yoksul insanlar.”  (*89,90.sf.)

“İçinde doğduğumuz Dünya’nın kaynaklarından eşit ve adil bir şekilde faydalanmak herkesin en doğal yaşam hakkı olmasına karşın, geçmişten günümüze çoğunluk bu hakkı hiçbir zaman elde edemedi. 20. Yüzyılın ikinci yarısında seçkin bir azınlık yüksek bir yaşam standardına ulaştı; yoksul ülkelerin kişi başına zenginliği ise iki kat azaldı. Günümüzde 2,6 milyar kişi sağlıksız koşullarda yaşıyor. Her yıl, 6 milyonu önlenebilir hastalık, 2,5 milyondan fazlası yetersiz beslenme, 11 milyon çocuk, doğum komplikasyonları nedeniyle 500 binden fazla kadın ölüyor. 20 yüzyıldaki savaşlarda, çoğu sivil 250 milyondan fazla insan kitle imha silahlarıyla öldürüldü.

Birileri, ürettiklerinin yararlı ya da çevreye zararlı olup olmadığını önemsemeden, daha fazla yapay ihtiyaç, ihtiyaca talep ve satın almayı ihtiyaç sayan tüketici toplumlar yaratarak, karlarını katlıyorlar.  En çok tüketen %10’luk nüfusun tüketim payı %59, en az tüketen %10’un payının %0,5 olduğu, zenginlerin en yoksul %10’dan yüz kat fazla tükettiği bir dünyada,  zengin ve yoksul arasındaki uçurumu gözardı ederek açlık ve yoksulluk ile çevresel sorunların sorumluluğunu yoksul ülkelerdeki ‘nüfusa’ yüklüyor; söylemlerini Malthus’un savlarına dayandırıyor ve yoksul ülkelerde nüfus azalttım programları geliştiriyorlar. Sorumlunun, daha çok tükettirip daha çok üreterek doğal kaynakları hızla tüketen, toprağı, suları ve gökyüzünü pervasızca kirleten, kar ve yeniden üretim sistemi olan kapitalizm ve sistemin seçkinleri olduğunu gözlerden saklamaya çalışıyorlar.

1979 yılında 6,79 milyon m2 olan arktik buz, 472 milyon m2 düştü. Küresel ısınma bu yüzyılda 1,5 C’de sınırlansa bile, yüksek sıcakların uzun süre kalması halinde Antarktika’daki buzulların geri dönüşü olmayan kaybı ile deniz seviyesinin yükseltisinin yüzlerce yıl boyunca süreceği; arktik buzulların erimesi, okyanusların ısınması ve asitlenmesi gibi bazı uzun vadeli etkilerin olasılıkla durdurulamayacağı; artışın 1,5 C’nin üzerine çıkması halinde geri döndürülemeyecek büyük risklerin söz konusu olduğu; 2 C’den sonra belki de gelecekte insanlığın sonunu hazırlayacak sıcaklık artışlarının olacağı bildiriliyor. Böyle giderse yaşadığımız Dünya’nın pek çok yeri yaşanmaz hale gelecek. Salgın hastalıklar ve doğal afetler kitlesel ölümlere yol açacak. Kendileri için nasıl önlem alırlarsa alsınlar, belki de gelecekte ‘Dünya’nın sahipleri’ olduklarını düşünenlerin de içinde olduğu çok sayıda insanın silinmesiyle nüfus çok azalacak. Acaba o zaman gezeğenimiz, azalmış nüfusu bile taşıyabilecek durumda olacak mı?” (*90,91,92 sf.)

“İnsanın insanı ve içinde yaşadığı doğayı bir dünya bu Ama olan bitenler, pandora’nın kutusundan çıkmadı, kapitalist sistemden kaynaklandı.  Zengin ülkelerdeki küçük bir azınlığın ve az gelişmiş ülke seçkinlerinin egemenliğindeki insanı ve doğal kaynakları sömüren bu sistem, gezegenimizin sınırlı doğal kaynaklarını tükettiğinde, beraberinde türümüzü ve canlı türlerin çoğunu yok ederek yıkılıp gidecek.

Tehlike çanları durmaksızın çalıyor. Bu gidiş durdurulamazsa, gezegenimiz daha şiddetli fırtınalara, su baskınlarına, kuraklıklara, gıda ve su azlığına, militarize edilmiş sınırlarda bekleyen yüz milyonlarca göçmene, savaşlara ve kitlesel ölümlere, belki de insan ve tüm canlı türlerin büyük bir bölümünün içinde olduğu altıncı kitlesel yok oluşa sahne olacak.

50’li yıllarda, değişen kirlenen Dünya’nın farkına varmadan, köylerde, kırlarda, doğayla sarmaş dolaş, kasabaların ve kentlerin boş sokaklarında tattık çocukluklarımızı. Ya borçlu olduğumuz gelecek kuşaklar, gençler, çocuklar, bebekler ve doğacak olanlar. ‘İnsanlığa duyduğumuz sevgi bizi henüz doğmamış olsalar da sorumlu olduğumuz gelecek nesillere yardım etmeye sevk ediyor.’ Yaşanacak başka bir dünya yok. Onlara yaşamları için bırakacağımız bir Dünya, doyasıya tadacakları bir doğa olacak mı?

Gezegenimize karşı sorumluluklarımızı yerine getirmek bilinciyle, tüketim savurganlığını azaltırsak;

            Üretimi çoğunluğun gerçek insani gereksinmelerini karşılayacak bir şekilde yeniden düzenlersek;

            Enerjiyi tüketilemeyen kaynaklardan sağlarsak;

            Doğaya uygun tarıma geçer ve tarım alanlarını gıda üretimi için kullanırsak;

            Ve sürekli tüketime ve büyümeye bağımlı bu günkü sistemin yerine, insana ve doğaya saygıyı temel alan bir sistemi, kadın-erkek, herkesin özgür bireyler olarak katıldıkları, kararlarını ortaklaşa aldıkları, doğayla uyumlu, toplumsal eşitlik ve adalet anlayışına dayalı, şeffaf, esnek ve demokratik, toplumları yaratabilirsek; ‘İnsanı insandan, insanlığı doğadan, bireyi toplumdan… Zihinsel etkinliği fiziksel etkinlikten, aklı duygudan ve kuşakları kuşaklardan ayıran büyük uçurumları’ aşabilirsek neden olmasın?”   (*134,135 sf.)

Yukarıda ki alıntılara baktığımız da, insanın ve insanlığın ne kadar zor bir durumda olduğu, çok zor bir süreçten geçtiği, zor koşullarda yaşadığı, sıkıntıları aşmanın ve geleceği kurmanın çok zor olacağı görülüyor.

Biliyoruz ki gezegenimiz (Dünyamız) ısınıyor, kutuplarda buzlar eriyor, denizler yükseliyor, yağışlar artıyor, seller ovaları, tarlaları basıyor, yangınlar artıyor, iş yerleri, konutlar, ormanlar yanıyor;  kuraklık ve depremler yeryüzünü alt üst ediyor.

 

Nüfus artıyor, üretim azalıyor, beslenme, barınma ve yaşam güvenliği tehlikede; sorunları çözmek için insana ve doğaya saldırı da sınır kalmadı. Bu böyle giderse, insanımızın ve insanlığın yok olacağını doğa bilimcileri vurguluyor, önlem alınmasını istiyor.

Özel girişimci, kar amaçlı Kapitalist sistem buna göz yumuyor, önlem almayı savsaklıyor;  emek eksenli kamucu sistemler, ülkeler arası ekonomik rekabet nedeniyle etkisiz kalıyor, gücü yetmiyor ki tahribat sürüyor.

Bana göre, doğadaki ve toplumdaki bütün canlıların kavgasının özü, “Sen yeme ben yiyeyim” kavgasıdır. İnsan dışındaki bütün canlılar, yaşamını sürdürecek gerekli besini aldıktan sonra faaliyetini durdururken, insan aç gözlülük ve stoklama güdüsüyle yıkımını sürdürüyor.

            Gezegenimizin ve insanlığın yok oluşunu engellemek için bireysel, kitlesel, toplumsal, yerel, evrensel örgütlenmelere ve tabii ki çabaya ihtiyaç var. Çabaya omuz verenlere kolay gelsin.

Yazının ve alıntıların uzunluğu tartışmasız. Okunmasında sıkıntı yaratacağı söylenir. Konunun önemi, karşılıksız emek verildiği düşünülürse, zannımca okunur.

                                                                                               13.05.2025,  Av. Mehdi BEKTAŞ

 

* Doğa ve İnsan Yok Oluşa Giderken Yarın Dün Bugün. Dr. Mustafa Başoğlu. Baskı 2022 Su Yayınları.

  1. Anropesen: Başlangıcı için, yaklaşık 500 bin yıl önce homo eraktus’un (13) ateşi kullanmasıyla diğer türler üzerinde büyük güç haline gelmesi, yaklaşık MÖ 10.000’lerdeki Tarım Devrimi, 1450 sonrası dünyanın sömürgeleştirilmeye başlaması 19 yy Sanayi Devrimi veya 2.Dünya Savaşı sonrası önerileri yapıldı.
  2. Sera gazları: Dünyanın yüzeyi, atmosferi ve bulutları tarafından yayılan kızılötesi radyasyon spektrumu (tayf) dâhilinde belirli dalga boylarındaki radyasyonu emen ve yayan, atmosferin hem doğal hem de antropojenik (insan eyleminden veya eylemsizliğinden kaynaklanan tehlike) gaz halindeki bileşenidir. Bu özellikleri nedeniyle sera etkisine neden olurlar. Su buharı (H2O), Karbondioksit (CO2), Nitroz oksit (N2O), Hidroflörür Karbonlar (HFCs) vs oluşan ve atmosferde ısı tutma özelliğine sahip bileşiklere sera gazı denir.
  3. Habitat: Çevre koşulları bütünü.
  4. Holosen: Buzul çağının bitmesiyle başlayan günümüze kadar süren jeolojik devre.
  5. Ppm: Milyonda bir birim.
  6. Homo Sapiens: İlk modern insan, akıllı insan.
  7. Sentetik: İki veya daha fazla parçanın birleşmesiyle kimyasal bileşiklerinden oluşturulan insan yapımı malzeme. Cam, naylon, plastik, polyester, seramik, ilaç, kömür, petrol, gaz gibi yakıtlar.
  1. Fosil (taşıl): Bazen iyi korunmuş, bazen de erozyon ve sedimantasyona sırasında tahrip olmuş ölü organizma kalıntısı
  2. Karbondioksit(CO2): Hafif keskin bir kokuya ve ekşi bir tada sahip renksiz, zehirsiz bir gazdır, ancak yüksek konsantrasyonda (yoğunlaşma) boğucudur; düşüğünde ise sık nefes alınması, baş dönmesi, kan dolaşımında artışa neden olur. Küresel ısınmayla bağlantılı en önemli sera gazıdır
  3. Flora: Bir ülke, bir bölge, bir yöredeki bitki, mantar veya bakteri türlerinin bütünü.
  4. Fauna: Bir bölgede doğal olarak oluşan tüm hayvanların toplamı, ya bölgedeki tüm hayvan türleri.
  5. Partiküller: Havada asılı katı veya sıvı maddelerin mikroskobik parçacıkları, en tehlikeli hava kirliliği.
  6. Atmosfer: Yeryüzünü saran, gaz ile buhardan oluşan hava tabakası, kalınlığı yerden itibaren 560 km kadar uzanır. Atmosferin tabakalarını belirleyen en önemli faktör sıcaklıktır.    Yer çekimi dolaysıyla havanın yeryüzüne yaptığı ağırlık, ‘hava basıncı’  olarak tanımlanır.
  7. Ekosistem: Canlılar ile bunları saran cansız çevrelerin karşılıklı ilişkileri ile meydana gelen ve süreklilik gösteren ekolojik (çevre ile ilgili) düzendir
  8. Virüs: Canlı hücreleri enfekte edebilen (bozan, hastalandıran) ve böylece replike olabilen (kopyalayıp çoğaltan) mikroskobik enfeksiyon (iltihap) etkenler
  9. Perfarmost: En başarılı
  10. Hibrit: Melez birleşim
  11. Protein: Yaşamsal öneme sahip, vücutta yapısal veya mekanik işlevleri olan amino asitler olarak bilinen birçok yapı taşından oluşan organik moleküller.
  12. Prokaortyanlar: Oran
  13. Ökaryat: Zarla çevrili bir veya nadiren birden çok çekirdek.
  14. Eşey: Bir organizmanın dişi veya erkek olarak sınıflanması
  15. Primat: İlk, iri beyinli yüksek memeli, lemur, yaşayan ve nesli tükenmiş kuyruklu, kuyruksuz maymun.
  16. Homo Eraktus: Latincesi Dik İnsan. İki milyon yıl öncesinde, soyu tükenmiş arkaik insan türü. Başlangıcı için, yaklaşık 500 bin yıl önce homo eraktus’un ateşi kullanmasıyla diğer türler üzerinde büyük güç haline gelmesi, yaklaşık MÖ 10.000’lerdeki Tarım Devrimi, 1450 sonrası dünyanın sömürgeleştirilmeye başlaması 19 yy Sanayi Devrimi veya 2.Dünya Savaşı sonrası önerileri yapıldı.
  17. Ekosfern: Tüm ekosistemlerin dünya çapındaki toplamı.
  18. Zoonetik: Hayvanlar ve insanlar arasında yayılan bulaşıcı hastalıklar. Bakteriler, parazitler, mantarlar, bunlara neden olabilir, enfekte vücut sıvılarıyla temas, hayvan ısırıkları, kirli su ve enfekte et yemek yoluyla bulaşır, kuduz, kırım Kongo kanamalı ateş, şark çıbanı, sıtma, şarbon vs
  19. Giaton: Bir milyon ton
  20. Karbonmonoksit (CO): Renksiz, tatsız, kokusuz, yanıcı ve zehirli bir gazdır. Vücuda solunum yoluyla girer ve doğrudan kana geçerek oksijen alımını engeller zehirlenme ve ölüme neden olur
  21. Ekoloji (Doğa bilimi) : Canlıların hem kendi alanlarında hem de fiziksel çevreleri ile olan ilişkileri inceleyen bilim dalı. Ekosistemlerdeki nedenselliği belirlemek için sıklıkla deneyler yoluyla test edilen, popülasyon ve toplum dinamiklerini anlamak amacıyla ekolojik çalışmalarda kullanılan düşünce veya kuramlardır.
  22. Popülasyon: Belli bir alanda yaşayan aynı tür canlılar topluluğu, her eşin birlikte üreyebildiği canlılar grubu.
  23. Artik çözülme: Donmuş toprağın çözülmesi, çözülürken karbon yayması, erimesi ve iklim değişikliğini artırması.
Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir