Search
Close this search box.

Düşman kapıda değil, içeride -Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Kurbanlarının beyinlerini ele geçiren parazitler onların hücre yapılarını ve davranışlarını kendilerine fayda sağlayacak şekilde sinsice kontrol altına alıyor.

mtakad@anafikir.gen.tr

Düşman kapıda değil, içeride – onunla savaşmak daha zor

Aylık “Bilim ve Teknik” dergisinin Kasım 2011 sayısında parazitlerin (ki bunlar böcek, mikrop, virüs veya başka organizmalar olabiliyor) ele geçirdikleri canlıları nasıl kullandıkları ve değiştirdikleri konusunda bir inceleme yayınlandı (Parazitlerin Kurbanlarına Oynadıkları Oyunlar, s. 41-45). Aslında yazının tümü çok ilginç. Herkes bilim adamı olacak değil ama bilimin her alanda hangi sınırları zorladığı ve hangi sorunlarla boğuştuğu konusunda genel bir fikir edinmek gerekir. Sonuçta bilim çabası insan hayatını en çok değiştiren olgular arasında yer alıyor. En az bir bilim dergisinin sürekli izlenmesi, insanın tanınması açısından da önemlidir. Her neyse, parazitlere dönelim. Bunlardan bazılarının konakçı canlılarla öyle ilişkiler kuruyorlar ki, onların beyin gelişiminde etkili olan bazı amino asitlerin ve proteinlerin yapısını bile değiştiriyorlar. Bazen de parazite ait proteinler konakçı organizmanın beyinlerinde sentezleniyor. Çaprazlama bir biyokimsayal sinyal iletişimi gerçekleşiyor. Parazitlerin bunu yapabilmek için konakçının beyin yapısını ve davranışlarını düzenleyen fizyolojik unsurları çok iyi tanımaları gerekiyor. Böylece onları kontrol altına alabiliyorlar. Şimdi yazıdan birkaç örnek aktaracağım.

– Salyangozların gözlerini enfekte eden yassı kurt paraziti, onun ışığa karşı hassasiyetini azaltarak açık alana çıkmalarını sağlıyor. Salyangozun enfekte olan gözleri yeşil tırtıl gibi görünmesine yol açıyor ve onu kuşlara av yapıyor. Böylece bu parazit gerçek konakçısı olan kuşların vücuduna kolayca yerleşmiş oluyor.

– Dev kaplumbağa karıncası, nematod ile enfekte edildiğinde karın kısmı siyahtan canlı kırmızıya dönüşerek olgunlaşmış meyve gibi görünüyor. Parazitin esas konakçısı olan meyve yiyen kuşlar bunu yiyince parazit hedefine ulaşıyor.

– Parazitoid yaban arısının yumurtalarını bıraktığı örümcek davranışını değiştirerek kese şeklinde ağ örmeye başlıyor. Bu kese arı kurtçuğunu tehlikelerden koruyor.

– Bir tür yaban arısı bir tırtılın üzerine yumurtalarını bırakıyor. Tırtıl yumurtadan çıkan pupalar ergin hale gelinceye kadar kımıldayamıyor. Erginler uçunca tırtıl ölüyor.

– Fungus enfeksiyonuna uğrayan bir tür Amazon karıncası koloniden ayrılarak gezinmeye başlıyor ve tam öğle sıcağında bir yaprağın altındaki ana damarı ısırarak ve buraya kenetlenerek ölüyor. Fungus sporları çene kemiği kaslarını kontrol altına alarak karıncanın ölüm ısırığını gerçekleştirmesini sağlıyor. Sonra burada üreyerek yeni konakçılar bulmak için dağılıyor.

Bunlara benzer başka örnekler de var. Ayrıca bağışıklık sistemi zayıflayan insanların beynine yerleşen parazitler de varmış. Toxoplasma gondii adı verilen bu türün çok karmaşık bir yaşam döngüsü var. Esas konakçısı kedilere ulaşmak için farelere yerleşirmiş. Kedi görünce korkup kaçmıyorlar, hatta kedi kokusuna yönelerek yem oluyorlarmış. Nadir olarak kediden  insanlara geçen bu parazit toksoplasmosis denilen bir hastalığa neden oluyormuş. Yapılan araştırmalar, bu hastalığa duçar olan kadınların daha sevecen ve uyumu, erkeklerin ise daha az akıllı fakat daha sadık, alçakgönüllü ve ılımlı bir ruh haline girdiklerini göstermiş. Bunu okuyan kadın ve erkeklerin (tabii sadece karşı cinsle ilgili olarak)  “ne iyiymiş” dediklerini duyar gibi oluyorum. Ama durun. Her iki cins de yukarıdaki özelliklere rağmen aşırı sinirli ve suça eğilimli hale geliyorlarmış. Küresel olarak bakıldığında bu beyin parazitinin farklı toplamlarda gerçekten çok güçlü bir etkisinin gözlendiği ifade ediliyor. Aktarmalarımız bu kadar.

Aslında yazıyı burada kesebilirdim. Eminim siz de benimle aynı şeyleri düşündünüz. Ancak konakçıdaki parazitlerle, toplumdaki yabancı uzantıları ve işbirlikçiler arasında tam bir analoji yapılabilir mi?  Bir konakçının antijenleri ile toplumun direniş eğilimleri karşılaştırılabilir mi? Ayrıca daha çok çareler üzerinde durmak gerekir. Tabii tam bir tedavi imkansız. Soros fonlarından para alan gazetecilerin ve üniversite profesörlerinin milyonlarca beyine soktukları teslimiyet virüsünü nasıl temizleyeceksiniz. Kediye yem olmak için onun kokusuna yönelen fareleri nasıl durduracaksınız. Aramızda binlercesi var. Tabii bunlar bu işi kısmen çıkar, kısmen de teslimiyetin dayanılmaz hafifliğine kapılarak yapıyorlar. Bir kez teslim oldunuz mu artık onurunuzu korumak gibi ciddi bir yükümlülükten kurtulmuş oluyorsunuz. Bu az bir şey mi? Karşınızdaki heyula gibi örgütlerle, sınırsız para kaynaklarına sahip işbirlikçilerle, müthiş tekniklerle, son derece ince propagandalara karşı uğraşmak zorunda değilsiniz artık.

Amerikalılar on yıllar boyunca yüz binlerce subay, polis, idareci ve uzmanı davet edip devasa olanaklarıyla etkilemeye çalıştılar. Bunun birçok amacı vardı. Bunların arasında öncelikle geri gönderecekleri işbirlikçilerini ve kendi tabiyetlerine alacakları kişileri seçtiler. Ama diğerlerine de “bizimle uğraşılmaz” mesajını vermeye çalıştılar. Çok uzun zamandır Amerika’dan icazet alamayan hiçbir siyasetçi başbakan olamıyor. Bununla karşılaşan yurttaşlarımızın bir kısmı buna tepki duyup edindikleri bilgileri ülkemiz için kullandılar ama bir kısmı da biat ettikleri bu makamdan gelen mesajları emir telakki ettiler. Uzun vadede sendikalarda, partilerde, basında, derneklerde, orduda, poliste, istihbarat kuruluşlarında, hatta Kabalak ve Kozalak Kooperatifleri Kayabaşı Bölge Başkanlığı’nda bile belli sayıda uzantıları oldu. Öyle ki, bu uzantılar kendi başlarına toplumun direniş eğilimlerini yok etmeye giriştiler. Ancak bazıları, şayet bunun kendi sonlarını da hazırladığını görünce tutumları değişir mi? En azından çoğunun değişmiyor.

Örneğin CHP’lileri ele alalım. Varlık nedenleri olan cumhuriyete karşı komplolarla karşı karşıya kalınca, tedbir geliştirmek yerine kendilerini komploların bir parçası haline getirerek uyum sağlamaya çalışıyorlar. Demek ki teslimiyet virüsü beyinlerini ele geçirmiş. Enfekte olmayan unsurları ise şaşkınlık içinde hizipçilik yapanların peşinde ziyan oluyor.

Örneğin sendikaları ele alalım. Taşeronlaştırma varlık nedenlerini ortadan kaldırırken, buna karşı birlikte mücadele etmek yerine sistemle en iyi uzlaşan sendika olarak ayakta kalmaya çalışıyorlar.

Örneğin Alevileri ele alalım. Azgınlaşan baskı dalgalarına karşı “biz de ritüellerimizi geliştirip kurumsal bir mezhep olacağız” diye varlıklarının temelini yok ediyorlar.

Örneğin MHP’lileri ele alalım. Sözde milliyetçiler ama ulusa ait ekonomik ve manevi değerler gün be gün yok edilirken sesleri çıkmıyor. Çünkü çıkamıyor. Parazit onların beyinlerindeki proteinleri sentezlemiş. Hatta, baştan öyle kurulmuşlar. Kimliklerini kültür temeli üzerinde değil etnik ve mezhepsel temel üzerinde gördükleri için beyinleri daha da bulanmış durumda. Biyokimyasal mesajlar kısa devre yapıyor.

Örneğin sol liberalleri ele alalım. Emperyalizmden ve klerikal uzantılarından demokrasi beklediler. Gün be gün artan baskılar yavaş yavaş onları da cendereye alıyor ama bunu gördükleri halde aynı yaygaraya devam ediyorlar. İşbirlikçi oldukları için paçayı kurtaracaklarını düşünüyorlar. Tabii paçayı kurtarmak nasıl tanımlanacaksa. Bunlar “ülkemiz” diyemiyorlar, “yurdumu seviyorum” diyemiyorlar, işbirlikçiler hoş görmez diye. Boğazlarında dokuz düğüm, bu kelimeleri ağızlarından çıkaramıyorlar. Çıkardıkları zaman parazit de onların ateşlerini çıkartıyor.

Örneğin Türk ordusunu ele alalım. En ziyade enfekte olmuş organlardan birisidir. Emperyalizmin gösterdiği hedefler doğrultusunda ardı ardına darbe yaparak Türkiye’deki bağımsızlıkçı potansiyeli kırıp geçirdi. Kendi halkının ilerici kesimini düşman gördü. Yabancı parazit ona toplumculuğu ve bağımsızlıkçılığı düşman belletmişti. Ama hiçbir konakçı zarar görmeden kurtulamaz. Nitekim “Büyük Ortadoğu Projesi” ortaya çıkınca sıra ona geldi ve bağımsızlıkçı unsurları kendi eliyle kırdığı için ardı ardına komploya maruz kalıyor. İşbirlikçi basın ona darbe üzerine darbe vuruyor. Virüs, taa NATO’ya girildiği ve ikili antlaşmalar yapıldığı zaman girmişti. Irak’ta ABD’nin verdiği görevi beğenmediği gün cezası kesildi. Helikopterler düşürüldü, gemimiz roketlendi, kafalar çuvallandı ve gerisi devam ediyor. Soğuk Savaş’ın bittiğini ve işlerin nasıl değiştiğini değerlendiremediler. Yeni bir döneme ayak uyduramayan her kurum gibi, kesilen cezayı önlemeyi başaramıyorlar.

60 senedir sürekli istikrarsızlık içerisindeyiz. Her dönemde başka belalarla karşılaşıyoruz. Parazit bir gün ateşimizi yükseltiyor, ertesi gün eklemlerimize, sonrada organlarımıza saldırıyor. Basın elinde olduğu için tansiyonla da istediği gibi oynuyor. Esas hedef her zaman beyinleri ele geçirmek. Bunu da ciddi ölçüde başardılar. Milyonlarca yurttaşımız artık batılıların istediği gibi düşünüyor, onların istediği gibi yaşıyor. Birkaç senede tesettürü topluma soktular. İsteseler daha kısa sürede yok ederler. Televizyonda en dandik programları seksen ülkede birden yayına sokuyorlar. Çünkü beyinlerin bir kısmını kontrol ediyorlar.

 

Tüm bunlara karşı nasıl mücadele edilir. Sadece ülkemizi değil, tüm dünyayı sarmış olan bir enfeksiyon bu. Grip nasıl her yıl farklı şekilde ortaya çıkıyorsa bunlar da bir yıl renkli devrim diye Doğu Avrupa’yı sarıyor, başka bir yıl Arap baharı diye Mağrip ve Maşrık’da iktidarları deviriyor. Adaptasyonda grip virüsünden bile daha başarılı. Her aşıya bağışıklık kazanıyor. İşimiz kolay değil. Önkoşul olarak yeni bir dünyada yaşadığımızı kabul edip bunun özelliklerini iyi öğrenmeliyiz. Bunun yanı sıra…

Öncelikle enfekte olmuş unsurlardan değil, henüz hastalığa tam bulaşmamış unsurlardan başlamamız, bunları parazite karşı dirençli kılmamız gerekir.

İkinci olarak virüsü almış ama bunun farkında olup mücadeleye başlamış unsurlara destek vermemiz gerekir. Bunlar küçük ilerlemelerdir ama antikorları güçlendirecek ve bir dönem sonra daha etkili bir mücadelenin kapılarını açacaktır.

Üçüncü olarak, sistemin zaaflarının üzerine gitmeliyiz. Bu zaaflar da antikorları güçlendirecektir. Kapitalizmin zaaflarını iyi tanımalıyız.

Dördüncü olarak, yurt ve insan sevgisinin emperyalizme direnişle bir ve aynı şey olduğunu anlatıp, insanları tutarsızlıkları konusunda sarsmalıyız. Müslümanlara bir iki istisna dışında bütün İslam dünyasının batının iradesine tabi olma onursuzluğunu nasıl kabul ettiklerini soralım. Batıya direnen son İslam ülkelerinin hepsine karşı Türkiye’ye ayrı görevler verildiğini gözlerine sokalım. Eğer onda biri bile umursamıyorsa o zaman oturup tekrar düşünelim. Ama umursayacaktır, çünkü bu ülkenin tarihinde onurlu mücadeleler var. CHP’lilere partilerinin kökeni olan Müdafa’yı Hukuk tarihini hatırlatalım. Ama çoğu bilmiyor. Hatırlatmak yetmez, anlatmak da gerekir.

Beşinci olarak, virüsün yayılma yollarını ona karşı kullanmanın yollarını bulmalıyız. Burada epey bir karışıklık olduğu açıktır. Örneğin, uluslar arası ilişkiler sadece kaynak transferi ve baskıya yol açmıyor. Yeni olanaklar ve belli kesimler için (kısa veya uzun vadeli) refah artışları da getiriyor. Bu nedenle yeni bir uluslar arası işbirliği düzeninin nasıl olması gerektiği konusunda somut alternatifler ortaya koymadan sadece slogan düzeyinde karşı çıkmak hiçbir fayda getirmediği gibi, bir süre sonra aşınarak etkisizleşmeye yol açıyor. Alternatif getiremiyorsan evinde otur. Siyasetle uğraşmak alternatif yaratmaktır. Başka hiçbir şey değildir. Yapamıyorsan ortaya çıkma.

Emperyalizme karşı topyekün bir mücadelenin koşulları henüz yok. Ciddi bir yardımlaşma da beklemiyoruz. Kaldı ki her ülkede muhalefetin kendi ulusal hesabının peşinde olduğunu biliyoruz. Daha somut  gelişmelerin zamanı başka şeylerin yanında sistemin zaafları tarafından da belirlenecektir. Ancak, bu yok diye, başka ülkelerdeki direnişleri görmezden gelmemeliyiz. Sonuçta emperyalizm her nasıl global planda mücadele ediyorsa, biz de bir yanımızla dünya çapındaki mücadelelerin bir parçası olduğumuzu hissetmeliyiz. Unutmayalım, sayısız kötü yanlarına rağmen SSCB ve Çin devrimleri olmasaydı, ulusal kurtuluş savaşları sömürgeciliği bu kadar kolay tasfiye edemezdi. Her ülkenin direnişi diğerlerini mutlaka bir şekilde etkiliyor, en azından uluslararası ilişkilerin biçimlerini değiştiriyor. Latin Amerika’da özgürce uçan bir kondor gene de bizi sevindiriyor. Okyanusya’da bir çiçek açıyor ve kendimizi daha iyi hissediyoruz. İyisiyle kötüsüyle hayat devam ediyor. Unutmayalım. Durumlara takılıp kalmamalı, süreçleri hissetmeliyiz.

Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir