Düşünsel sistemimiz ve bazı gözden geçirilmesi gereken konular-Saffet Bilen

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Çağımız batı insanı hayatı bölümlere ayırarak düşünmeye alışkın. Bu alışkanlık doğayı, yaşamı, toplumu hem birbirinden, hem de kendi içinde bölümleyerek, ayrıştırarak, sınıflandırarak araştırmadan, incelemeye ve anlamlandırmaya çalışmaktan kaynaklanıyor.

Yaşayan insanı, canlılar âleminin memeli sınıfından, primat takımından, insangiller familyasından, homo cinsinden ve sapiens türünden hayvanlar olarak tanımlıyoruz.

Yine vücudumuzun yaklaşık otuz milyar hücreden oluşan, genetik bir sistem tarafından üretilen ve yönlendirilen bir örgütlenme olduğunu biliyoruz. Bu oluşumun iki ya da üç milyar yıllık evrim sürecinin ürünü olduğunu, beynimizin, ağzımızın, ayaklarımızın ve ellerimizin, cinsel organımızın bu evrim süreci sonucunda maddi bir karşılığa denk gelen organlar olduğu da bilinmekte.

Bütün bu organizmayı oluşturan organların hidrojen, oksijen, karbon ve azot vb. atomlar ve bileşimlerinden oluştuğunun bilindiğini de eklemek gerekir.

Bu kadar bilgi birikimine rağmen, üzerinde tartışmanın eksik olmadığı bir yaratık insan.

Bunun ana nedenlerinden birinin, bütün bu bilgi birikiminin aslında tek bir canlıyı tanımladığını kabul etmeyen, kendi sınırları içinde sıkışıp kalan düşünce disiplinlerinden kaynaklandığını söylemek yanlış olmasa gerek.

Düşünsel birikimin başlaması ile-burada söz konusu ettiğim sürecin batı düşüncesi ve temelleri olduğunu belirtmeliyim-insan kendini doğadan hızla ayırmaya başlamış ve kendini doğadan ayrı, daha özel ve üstün bir konuma yerleştirmiştir.

Bu üstün konuma yerleşme doğa da ki her şeyin insan kullanımına ve rahatına ayrılması düşüncesini getirmiştir. Ona göre, Doğa içinden çıktığımız, bir parçası olduğumuz bir bütün değildir. Bacon ve Descartes’ten bu yana doğa karşıtlığı içinde düşünüyoruz. Doğaya hükmetmenin, onu kontrol etmenin ve ele geçirmenin görevimiz olduğundan eminiz.

Kendini tarif ederken geliştirdiği, en gelişmiş, en zeki vb. birçok eni içinde barındıran üstünlük sıfatlarının diğer bir yönü daha var. Doğadan ve her şeyden yalıtılmışlık.

Düşünsel sistemimizi de bu özellikler üzerine kurduğumuz çok açık. Dünya birbiri ile ilintisiz, üst üste binmiş üç tabakaya ayrılmış, birbirleri ile temas etmeyen, fikir alışverişi yapmayan üç ayrı düzlemde anlatılmaya, anlamlandırılmaya başlanmış. Fizik-kimya düzlemi, Yaşam-doğa düzlemi, İnsan-kültür düzlemi.

Süreç içinde gelişmiş olan doğa üstü insan anlayışının, doğa bilimlerindeki gelişmelerle ve yöntemlerin düşünsel anlayışlarımıza dahil edilmesi ile kendiliğinden ortadan kalkacağı, bu birikimin yalıtılmış insan düşüncesini değiştirmesi beklenebilirdi. Ama böyle olmadı. Her düzlemde yer alan bilimsel disiplinler, kendi sınırlarının dışına çıkmayı doğru düzgün denemediler bile.

Bu ilişkisizliği en bariz şekilde Biyoloji ve antropoloji bilimleri arasında gözlemlemek mümkün. Biyoloji kendini organizma içi bir yaşam anlayışı ile sınırlamış, canlı varlıklarda zekâ, bilgi ve iletişim alanlarına kapıları kapatmıştır. Antropoloji için ise insan toplumu ve ruhu, doğada bir benzeri daha olmayan bir oluşum olarak görülür. İnsan toplumu, ruhsuz ve toplumsuz biyolojik, vahşi bir dünyanın anti tezi olarak görülmelidir. Örneğin, arılar ve karınca topluluklarının varlığı, şaşırtıcı istisna türler olarak görüldü. Oysa çok rahatlıkla canlılar dünyasına kök salmış topluluk örnekleri olarak da görülebilirler.

Örgütlenme eyleminin kendisi canlılara yabancı değildi başından itibaren. Proteinlerin yapı taşı amino asitler ve gelişmiş tek hücre bu fikrin en önemli kanıtıdır. 1953 te genetik kodun kimyasal yapısının keşfi sonucunda biyoloji, kimya bilimine yabancı olan iletişim, kod, mesaj, program, enformasyon, bastırma, denetim ve ifade gibi, örgütlenmeye ait kavramlara başvurmaya başladı. Bu düşünsel süreç için olumlu bir gelişmedir.

Doğadan ve her şeyden yalıtılmışlık denince bir konudan daha söz etmek gerekir mutlaka. Bilimsel çalışma alt edilmesi gereken bir karşıtın özelliklerinin açığa çıkartma faaliyetidir. Bu çalışma gözleme dayanan bir çalışmadır. Gözlem faaliyeti kabaca gözlenecek bir nesnenin varlığını zorunlu kılar. Birde değişik koşullar altında ne yaptığını. Sonuç çıkartma işlemi bunlardan sonra gelir. Buraya kadar söylediklerim hemen herkesin mutabık olabileceği, alışılagelmiş uygulamaların anlatımıdır.

Ama sorun bilimsel çalışmanın başlangıcı olan bu işlemde, gözlemci ile gözlenen ve çevre koşulları arasındaki ilişki nedir? Diye sorulduğunda başlar.

Şöyle açarak devam edeyim; Gözlemci, gözlenen ve çevre koşulları arasında kurulan klasik ilişki, tepede gözlemcinin bulunduğu, alt köşelerinde ise gözlenen ve çevre koşullarının bulunduğu bir üçgen oluşturur. Gözlemcinin neye önem verdiğine bağlı olarak da alt köşe açıları değişir. Değişmeyen gözlemcinin konumudur. Gözlemci her şeye yukarıdan bakan bir tanrı/tanrıça konumundadır. Bu tanrı/ tanrıça değerlendirmesinin yerine, Batı düşünsel dünyasında gelişmiş insan vahşi doğanın karşıtı, antitezidir, önermesi geçer. Bu önerme daha sonraları genel kabul gören ve bütün alanlara uygulanır, bir önerme olmuştur.

Gelişmenin, ilerlemenin tez ve anti tez çatışmasına, çelişmeye bağlı olduğu fikri, Hegel’in olgunlaştırdığı, geliştirdiği bir önermedir. Bilindiği üzere bu önermeye göre, önce ortaya bir tez atılır, sonra bu teze karşı bir antitez çıkar ortaya, daha sonrasında hem tez hem de antitez değerlendirilerek bir sentez oluşturulur. Ama sentez de bir önermedir, yani bir tezdir, onun antitezi, tez ve antitezin sentezi derken sürekli bir devinim olur ve sürer gider, bu da gelişmeyi sağlar, yani sürekli bir gelişim, ilerleme meydana gelir. Yine bilindiği üzere Marks idealist olan Hegel’i ayaklarının üzerine oturttuğunu söyler. Marks materyalisttir, Hegel idealist.

Hâlbuki gelinen noktada insanın hiç de özel bir varlık olmadığı, evrim süreci sonucunda ortaya çıkmış doğanın bir ürünü ve parçası olduğu, tartışma götürmez bir gerçeklik artık. Bunun kanıtları her geçen gün daha fazla açığa çıkıyor. Doğanın rakibi, karşıtı, ona hükmetmek amacı ile ortaya çıkmış bir varlık değildir insan.

Bu gerçeklik, ilk ağızda gözlemcinin konumunun değiştirilmesini de zorunlu hale getirir.

Araştırmayı, bir üçgenin tepesinde doğadan ayrı bir konumda yürüten bir gözlemci modeli yerine, aynı sürecin içinde yaşayan, etten kemikten ve sinirden oluşan biyolojik ve olaylara bilinçli müdahale yeteneği olan bir varlığın, eylemi olarak düşünmekte yarar var.

İkinci olarak da, yeryüzünde bulunuşumuzun özel bir anlam ifade etmediği, yaşamın merkezi, doruğu ve bir şeylerin antitezi olmadığımızın kabulü gereklidir. Farklılık varsa çelişmede vardır. Ama batı düşünürlerinin ona atfettiği bir önemde de değildir. Yaşam ikilik, çelişme üzerinden yürümüyor esasen. Bu doğada böyle, toplumlarda da.

Yaşamın ikilik üzerine yürüdüğü fikri, salt batıya özgüde değildir. Cennetin ve cehennemin, çalışkan ile tembelin, iyiyle kötünün ortaya çıktığı tarihi doğru belirlemek gerekir. Bu, toplumsal her türlü artının bir avuç elit tarafından el konulduğu, kendileri için cennetin kurulduğu, iktidarın ortaya çıktığı tarihtir.

16 yy Hindistan hükümdarı ve Avrupalıların ‘Büyük Moğol’ diye andıkları Ekber’in görkem ve gücünün tanığı olarak inşa edilen, mimarlık harikası eşsiz sarayının duvarında, bugün bile görülebilen şu farsça yazı, ne yaşandığının özeti gibidir.

‘Yeryüzünde bir cennet varsa buradadır ve buradan başka yerde değildir’.

Ekber neredeyse belli başlı bütün dinsel inançların hükümdarı bir muktedir olarak, sözünü dolandırmadan, doğrudan söylemiş.

Yaşamın işleyişinin esasen çelişme üzerinden olmadığını ifade etmek insanın varlığını inkâr etme, insanı toptan silme anlamına da gelmez. Tam aksine, kendi doğal rutinine dönmesinin, son beş, bilemedin en fazla onbin yıldır kendi elimizle yarattığımız sorunların çözümünün de başlangıcıdır aynı zamanda.

Yaşamın içinde farklılıklar var ve bu farklılıklar arasındaki ilişkinin adıdır çelişme. Ama yaşamın temeli uyumdur, paylaşımdır. Sonsuz rekabet fikri, sınıflı toplumların icadıdır. Çelişmenin yaşamın gelişiminin temeli olduğu iddiası, sonsuz, sınırsız rekabet fikrinin, akıllı, çalışkan, doğuştan şanslı olanın başaracağının fikri temelidir. Kurucu inisiyatifi böyle ele geçirmişler, sonrasında ise bölerek, parçalayarak sistemin devamını sağlamışlardır. Çatışmayı çıkaranlarda bunlar, kurtarıcı pozisyonunda ortaya çıkanlarda bunlardır, esasen.

Sorunu, sözünü ede geldiğim boyutlarıyla da ele almaya başlayan bilim insanlarının varlığı, gelecek için iyimser olmamızı kuvvetlendiren gelişmelerden biridir.

Toplumsal dönüşüm projesi üretmeyi seven bizler içinde oldukça fazla mesaj taşıyan ve düşünülmesi, tartışılması gereken gelişmelerdir bunlar.

 

Saffet Bilen

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

7 Responses

  1. Merhaba Saffet,

    Gerek AnaFikir’de yayınlanan gerekse Facebook’ta paylaştığın; “daha güzel bir dünya arayışı” kaygısıyla yazdığın yazılarını mümkün mertebe okuyorum ve faydalanıyorum. Teşekkür ederim. Aklına emeğine sağlık. Bu yazını da okudum. İzninle, yazında katılamadığım epeyce düşünce olduğunu ifade etmek istiyorum.

    Yazında, “Çağımız batı insanı hayatı bölümlere ayırarak düşünmeye alışkın. Bu alışkanlık doğayı, yaşamı, toplumu hem birbirinden, hem de kendi içinde bölümleyerek, ayrıştırarak, sınıflandırarak araştırmadan, incelemeye ve anlamlandırmaya çalışmaktan kaynaklanıyor.” diyorsun. Bu düşüncene katılamıyorum. Çünkü hayatı bölümlere ayırarak düşünmek, sadece çağımız batı insanına özgü bir yöntem olmayıp, insan aklının mantık sisteminden dolayı, doğudan batıya tüm insanlarda ezelden beri bulunan, bu nedenle “insana özgü” bir yöntemdir.

    Kısaca açıklamam gerekirse, insan aklında esas olarak, birbirine bağlı iki tür mantık işler: “diyalektik mantık” ve “formel mantık.” İnsanın “insan” oluşundan beri her insanda mevcut olan ve “kıyas” temel, birincil formundan türeyen her iki mantık türü, Antik Yunan düşünürleri tarafından keşfedilmiş ve daha sonraki düşünür, mantıkçı-matematikçi ve bilim adamları tarafından sürekli geliştirilmiştir.

    Aklın ilk harekete geçen mantık segmenti, diyalektik mantıktır. Ben, işleyiş tarzı nedeniyle, diyalektik mantığı “göreceleme mantığı” olarak adlandırmayı tercih ediyorum. Akıl gözlerini açıp da bir olgular kümesi ile karşılaştığında, bunları birbirlerine göre kıyaslayarak, farklılıklarına göre aralarında “görecelilik ilişkileri” kurar. Örneğin (A) olgusunu seçerek, “A; B ve C-olmayandır” der. Aynı işlemi B ve C için de yapar. Bu işlemde, A’yı, B ve C’yi dışlayarak, yani “çelişkiyle” belirler. B ve C’yi de aynı şekilde belirler. Başka bir deyişle, A, B ve C arasında çelişkili ilişkiler ya da göreceli bağlamlar kurar. Başka bir deyişle, zıtlar, çelişkiyle birbirine bağlanır. Böylece, diyalektik (göreceleme) mantık ile, doğanın tüm olguları, bir göreceli bağlamlar sistemi halinde akılda, bilinçte kurulur (zıtların birliği). Diyalektik mantık, bu şekilde, olgular arasında, sonsuza uzanan göreceli bağlamlar sistemi kurarken, diyalektiğe paralel olarak devreye formel mantık girer. Ben, işleyiş tarzı nedeniyle, formel mantığı “özdeşleme mantığı” olarak adlandırmayı tercih ediyorum. Göreceleme işlemi sırasında, örneğin B ve C’de olmayan özellikler A’ya yüklenerek, A kavramının belirlenimlerini oluşturulur. Bu da şöyle formüle edilebilir: A; B ve C ne değilse o’dur” Başka bir deyişle, gözlenip de B, C’de olmayan özellikler, A’ya ait olur. A olgusuna ait özellikler de A kavramının belirlenimlerini oluşturur. Böylece belirlenen A kavramının, ilişkin olduğu olguya özdeşliğini ifade etmek üzere de akıl “A, A’dır” der. Aynı işlem B ve C için de yapılarak, “B, B’dir ve C, C’dir” formülasyonları yapılır. İşte bu da formel (özdeşleme) mantığının işleyişiyle gerçekleşir. Formel mantık, beş tümeli (tür, cins, ayırım, özgülük, ilinti) kullanarak da, tekilden genele gitmek suretiyle bir kavramlar sistemi halinde “bilgi sistemi”ni kurar. Bu bilgi sistemin ilişkin olduğu şey de “varlık” kavramı ile ifade edilir. Çok eskiden, bilgi sistemi günümüze kıyasen çok dar olduğu için, bir kişi (örneğin Aristoteles) insanlığın tüm bilgisine hakim olabiliyordu ve bunlara “alim” deniyordu. Eski alimler, bu bilgi sistemini “fizik” ya da “tabiiye” olarak adlandırırlardı. Ancak bilgi sistemi genişleyip, dallara, dallar da alt dallara ayrıldıkça, tek kişinin tüm bilgiye hakim olması imkanı giderek ortadan kalktı. Ancak tüm bilgi ya da bilim dallarının, aklın birbirine bağlı olarak işleyen diyalektik (göreceleme) ve formel (özdeşleme) mantığı ile örülü olduğundan ve tümünün varlık denen en genel olgunun sistematik bilgisi olduğundan kuşku yoktur. (Dilersen, diyalektik ile ilgili daha kapsamlı düşüncelerimi, AnaFikir’de yayında olan “Diyalektik Mantık” başlıklı yazımda bulabilirsin. Ayrıca, yine AnaFikir’de yayında olan “Postmodernizmin Yaslandığı…” başlıklı yazımın bir bölümü de insan aklının mantık sistemine ilişkindir.)

    Ana çizgileriyle yaptığım bu açıklamalardan görüleceği üzere, “hayatı bölümlemek” sadece çağımız batı insanına özgü değil, “insana özgü”dür. Ayrıca, çağdaş batı insanı da dahil, insan aklı ezelden beri, sadece hayatı bölümlemez, bölümlere arasında sistematik ilişkiler kurarak nihai olarak bütünleme yapar. Başka bir deyişle, düşünürken bölümleme ve bütünleme Bacon ve Descartes ile başlamamış olup, ilkelden gelişmişe doğru insanın “insan” oluşundan beri vardır.

    Yazında katılmadığım bir diğer düşüncen de; insanın kendini doğadan yalıtarak, özel ve üstün bir konuma yerleştirdiği düşüncesidir. Bu düşünceni de diyalektik mantığın “çelişki” anlayışına dayandırarak, bu mantıkla çağdaş batı düşüncesinin insanı doğanın anti-tezi olarak görüp, doğanın karşısında bir yere konumlandırdığını, böylece kendini doğadan yalıttığını ifade ediyorsun. Bu anlayışa karşı da insanın doğanın içinde ve onun bir parçası olduğunu, diyalektik yaklaşımdan kaynaklanan “üstünlük” düşüncesinin, insanın doğal durumuna uymadığını, insan ile doğa arasında karşıtlık görmenin yanlış olduğunu, doğrusunun “uyum” olduğunu öne sürüyorsun.

    Öncelikle, insan doğa ilişkisine ilişkin düşüncelerimi ifade etmek istiyorum.

    İlk olarak, insan da doğanın bir parçasıdır. Doğanın havasını soluyan, suyunu içen, yiyecekleriyle beslenen, doğadan elde ettiği malzemeden yaptığı barınaklarda barınan bir varlık olarak, insan istese de istemese de doğadan kendini yalıtamaz. Yalıtmaya kalkarsa, yaşayamaz.

    İkinci olarak, insanın bedensel olarak doğaya ait olmasının yanında, bir de ve daha önemli olarak, doğanın insanın içinde olması durumu vardır. Doğa bir mantık örgüsü ile örülmüş bilgi sistemi, bilinç olarak insan akının içindedir ve biz doğayı bu bilinçle kavrarız. Doğaya bu bilinçle bakarız. Bu durumda, insanın kendisi de doğanın bir parçası olarak, doğa bilgisinin içindedir. Bu bakımdan da insanın doğadan yalıtılmışlığından bahsedilmese gerektir.

    “Yalıtılmışlık” durumunu, “insanın kendini doğanın dışında ve üstünde görme, doğayı kendine tâbi kılma düşüncesi” olarak kullanıyorsun. Bu düşünceni eleştirmeye, yazında geçen bir ibare ile başlamak istiyorum. Yazında “Araştırmayı, bir üçgenin tepesinde doğadan ayrı bir konumda yürüten bir gözlemci modeli yerine, aynı sürecin içinde yaşayan, etten kemikten ve sinirden oluşan biyolojik ve olaylara bilinçli müdahale yeteneği olan bir varlığın eylemi olarak düşünmekte yarar var.” diyorsun. Benim eleştirimde hareket noktam tam da bu ibarede ifade ettiğin şeydir: “olaylara bilinçli müdahale yeteneği olan bir varlık”. Bu ibareyle ifade ettiğin düşüncenin, yazının başlarında bir yanlışlık olarak görüp eleştirdiğin; “çağdaş batı insanı kendini doğadan yalıtarak, özel ve üstün bir konuma yerleştiriyor” tespitin ile çeliştiğine dikkatini çekmek isterim. Çünkü bir varlığın doğaya müdahale yeteneğine sahip olması, doğal olarak, o varlığın (insanın) kendini doğanın üstünde görmesini doğurur.

    Diğer hayvanlara göre -kuşkusuz- üstün düşünme yeteneği, insanı, -senin deyiminle- “olaylara bilinçli müdahale yeteneği olan bir varlık” konumuna getirmiştir. Doğaya bilinçli müdahale “alet yapmak” ile başlamış, bilinç düzeyi yükseldikçe, müdahalenin etkenliği giderek artmıştır. Böylece, bilinçli müdahale yeteneği, insanı, doğaya uyarak değil, müdahale edip doğayı değiştirerek, yaşama koşullarını sürekli iyileştirmeye, sonuçta ölümü yenerek ölümsüzlüğe ulaşmaya yöneltmiştir. Öyle ya “olaylara bilinçli müdahale yeteneği”nin etkinliğine bir sınır çizebilir miyiz? Ortalama yaşam süresi, tarih boyunca sürekli uzamıştır. Yaşam süresindeki uzama eğilimine bir sınır koymak makul olur mu? Örneğin, bilimin, ileride insana 150 yıl, hatta daha uzun yaşama imkânı sağlamasına rağmen, “bilim ne kadar gelişirse gelişsin, insanoğlu 90-100 yaşından fazla yaşamasın” diyebilir miyiz? Bu durumda, “olaylara bilinçli müdahale yeteneğimiz” varsa, doğanın karşısına çıkarak, bu yeteneğin etkinliğini alet yapmaktan başlatıp sonsuz yaşama doğru yönelmişsek, bu yeteneğimizle doğaya müdahaleyi bir tarafa bırakıp, şimdiye kadar ürettiğimiz bilgileri, bilincimizi unutup, “doğanın bir parçası olarak, doğanın içine girip, doğayla uyum içinde yaşamak” için, alet yaptığımız zamanların da öncesine dönüp, topladığımız yemişleri, otları, kökleri yiyip, mağaralarda mı yaşamalıyız?

    Öte yandan, senin de ifade ettiğin gibi, bütün bilgi sistemi “insan merkezli” ya da “insan için”dir. Olaylara bilinçli müdahale edebilmek amacını taşımaktadır. Bununla birlikte, insan olaylara bilinçli müdahale edebilmek için aklını kullanırken, kendini “doğanın dışında ve üstünde bir varlık” olarak görüp, kendini doğadan yalıtmamış, tam tersine kendini “doğanın içinde ve doğanın parçası bir varlık” olarak ele alıp inceleyip bilim konusu yapmıştır.

    Diyalektik mantık ile ilgili düşüncelerimi yukarıda anlattığım için, insanın kendini üstün görmesi diyalektik mantığın “çelişki, tez-antitez-sentez” anlayışından kaynaklanıyor düşüncene ayrıca girmeyeceğim. Şunu ilave etmek isterim ki; insanın bilincin toplumsallaşmasında kul “dil” de diyalektik ve formel mantık ile yapılanmıştır. Bu durumu, büyük dil bilimci Saussure; “dil bir ayrılıklar ve özdeşlikler sistemidir” biçiminde ifade etmiştir.

    Bence, insanlığın asıl ve çözülmesi gereken sorunu, doğa karşısındaki “olaylara bilinçli müdahale eden varlık” konumu değil, insanlar arasındaki; tarih boyunca süregelmiş ve halen de sürmekte olan; hemcinslerinin yaşama hakkına müdahale ederek, bağımlılık ilişkileri kurma ve sömürme sorunudur. Bunda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum.

    Selam ve saygılarımı iletiyorum.
    Mehmet Uysal

  2. Değerli Mehmet öncelikle ilgine teşekkür ederim.
    Uyarıların üzerine yazıyı dikkatlice yeniden gözden geçirdim. Fazla uzun yazıların okunmama gibi bir sıkıntısı olduğunu biliyoruz. Mümkün olan en kısa dert nasıl anlatılabilir uğraşı, meramını net anlatamamaya yol açmış olabilir, diyerek. Birde çeşitli konulara ait fikirlerimi farklı alanlarda yazıyorum. Bazı söylediklerimin gözden kaçtığını görüyorum. Örnek, TİB’ de de yayınladığım bir yazı var. ‘İnsan kurgulayan, plan yapan bir canlıdır’ yazısı. Bu da doğal. Birbirimizi okuyarak, soru sorarak, cevaplayarak tanıyacağız. Uslubun ve nezaketin içinde teşekkür ederim.
    Yazının giriş bölümünde söylemeye çalıştığım batı uygarlığının yaşamı bölerek düşünme alışkanlığının zirvesi olduğudur esasen. Tabiiki bu durum tek başına batıya özgü değildir, düşünsel faaliyet sınıflandırmak demektir, aynı zamanda. Ayrıca bu özelliğin salt batıya özgü olmadığının üstünde epeyce duran bir insanım. Bu özellik batı için uç noktadadır, sadece. Batı uzmanlığa hiçbir uygarlığın vermediği kadar önem verir. Bu iş o derecededir ki verdiğim örneklerde de anlatageldiğim gibi, diğer disiplinlere kapılar kapalıdır. Yeni yeni disiplinler arası değerlendirme ortamları oluşturuluyor.
    Ayrıca bu faaliyetin özellikle sosyal bilimler dediğimiz alanda özellikle bilinçli olduğunu düşünürüm. Çeşitli kereler de yazdım bunu. Örneğin’Hiç düşündünüz mü? Neden öyle değil de böyle düşünüyoruz diye’ başlıklı yazımda kısaca belirtiğim gibi, Devletin ideolojik ve pratik ihtiyaçlarına cevap verme amaçlıdır, bir çok bölünme. Bu anlamda burjuva bilimsel tarihinin gözden geçirilmesi önemli bir uğraştır.
    Örneğin Tarih, burjuva bilimsel çevrelerde ilk bilim dalı olarak seçilen alandır. Bu konuya eğilen ilk ülkeleri Fransa, Birleşik krallık, Almanya, ABD ve İtalya olarak sayabiliriz. Son iki yüz yıldır tarih sahnesinin, rol miktarları değişse de, başrol oyuncularıdır bunlar. Bu ülkelere, bugünde bakınca tarihe en fazla ihtiyacı olan ülkeler olduğunu görürüz. Tarih bilimi, Burjuvazinin yaşanılan toprak parçasındaki insanların ne kadar köklü ve derin bir geçmişe sahipolduğunun gösterilme ihtiyacına, cevap vermeye aday olarak, işe başlamıştır. Ulus fikri için, böyle bir geçmiş şarttır. Aynı zamanda da tarihsel düşmanlarada sahip olmak gereklidir. Ve bu uğraşların sonucunda ortaya çıkan ve bize şimdiye kadar anlatılan ise, başka bir dünya mümkün diyen insanların öykülerinin değil, bu hareketleri ezen zorbaların, egemenlerin öyküleridir. Tarih zorbaların, egemenlerin tarihidir.
    Avrupa’nın dışında da insan toplulukların varlığı ve bunlarla temas antropolojiyi bilimin bir dalı haline getirmiştir. Ve yayılmanın temel taşlarını döşemiştir, bu bilim dalı.
    Yine, Burjuva düşünce tarzı, pazarı, devleti ve toplumu birbirinden ayırarak düşünür. Toplumu bütünlük olarak düşünmez. İktisat, siyaset bilimi, sosyoloji bilimleri bu alanlarda ortaya çıkan tıkanmayı aşma ihtiyacının sonucu bilimsel alan haline gelmiştir. Buralar da yapılan araştırmalar ve çıkartılan sonuçlar, Kapitalizmi kapitalizm yapan temel unsurlardan biridir.
    Dediğim gibi batı bilimsel tarihini yeniden gözden geçirmenin bir yararı var.
    Buraya kadar çok problem yok bence.
    Yazım bazı sonuçlar çıkarıyor ve bir öneride bulunuyor.
    Üç önerisi var esasen,
    Birincisi, bilimsel çalışma dediğimiz yöntemin alışılagelmiş biçiminden vazgeçmek gerektiğidir. Gözlemci tanrı ya da üst konumundan vazgeçmelidir. Sürecin bir parçası olmalıdır. Değiştiren ve değişen. Aslında bu fikir yenide değildir. Marks’ın filozoflar dünyayı yorumlamakla kalmamalı, aynı zamanda değiştirmelidir, önermesinin başka bir şekilde söylenmesidir.
    İkincisi insan en gelişmiş, en sıfatlarının tümünü sırtlanan özel bir varlık değildir. Kendini de evrim dediğimiz sürecin sonunda ortaya çıkaran doğanın bir parçasıdır. Doğanın antitezi değildir.
    Üçüncüsü sonsuz rekabete dayalı bir yaşam insan doğasına uygun bir yaşam değildir.
    Bu söyleye geldiğim konuları daha önce epeyce yazı ile ele aldığım için detaylandırma ihtiyacı duymadığımı söylemeliyim.
    Ama bu başlıklar altında tartışmayı devam ettirmenin önemli olduğunu da söylemeliyim. Tartışmaya katkı sunacak her fikir önemlidir.
    Bende sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum.

    Saffet Bilen

    1. Saffet, gerek bu konuşmanın konusu olan yazı-yorumlarımızla gerekse diğer yazılarımızla, düşüncelerimizi yeterince antlattığımız-anladığımız, bu nedenle yazacaklarım tekrar olacağı için ilave şeyler yazmayacağım. Sadece toplum bilimlerine satırbaşıyla değinip, birkaç da soru soracağım.
      Bildiğin gibi, toplum ya da insan bilimleri alanında sadece burjuva bilimleri yok. Toplumsal yaşamın geçmişini (tarih), ekonomiyi, siyaseti, hukuku vs. burjuva bilimi dışında açıklayan ve oldukça geniş kabul gören toplum bilimleri de var.
      Birkaç da soru:
      – İnsanın -senin deyiminle- “değiştiren” olması, onu “üst konuma” koymaz mı?
      – “Değiştiren” konumu, insanın, diğer hayvanlara göre üstün düşünme yeteneğinden kaynaklanmaz mı?
      – İnsan “değiştiren” konumuyla, sürece müdahil oluyorsa, sürecin üstünde yer almaz mı? Bu durumda insan “sürecin bir parçası” nasıl olabilir? Müdahale, “alet yapma” ile başladığına göre, “sürecin bir parçası” konumunda olabilmek için, alet yapma öncesine dönmemiz gerekmez mi?
      – Rekabet insan doğasına neden aykırıdır?
      – İnsanoğlu doğal olarak dayanışmaya mı yatkındır?
      – Sömürüsüz, sınıfsız bir toplum düzeninde, rekabet içinde dayanışma insan doğasına daha uygun değil midir?
      Selamlar sevgiler.

  3. Saffet Bilen’in yazısını okudum ve farklı yaklşımları karşılıklı görüşmek için kendisine mail olarak ilettim ve Mehmet Uysalın yazıya ilşkin itirazlarını okudum. diyalektik ve formel mantık yaklaşımında farklı görüşlerim var … bu yazıya notunu ve diyalektik mantık yazısınıda kağıda alıp kendisine farklı görüş ve aykırı fikirlerimi mail ile göndereceğim….baki selamlar…

  4. Yazıyı , yazının kritiğini ve kritiğe yanıtı rahatsızlığım neden ile çok dikatli okuduğumu söyleyemem. Genel olara bu gibi konulardaki düşüncemi beirtmek isterim iznizle. Evrende doğanın oluşumunun başlanıgıcı olarak hidojen ve onun gelişiminin izlenmesi esastır. Bilim buradan yola çıkararak ölçümleme yapmaktadır. Maddnin evrilerek kökleşmesi ve elementer hale gelmesi kendinden başka bir yapıya dönüşümü, aslının özelliklerinide taşıdığını , bu özelliklerin de farklıklar içerdiğini bilmekteyiz.Bütün bunlar uyumla birlikte uyumsuzluğu , ve işbölümü ile birlikte yeknasaklığı ,tekiliği kapsar ve de gösterir. Kaotik gibi gelse de oldukça düzenli ve sırdanlık taşır. Bunu bireysel bilincin oluşumunun hemen ardından toplumsallaşmanın ve de düzenli bir işbölümünün getirisi olarak da görmek mümkündür. . Bunlar şu anda aklıma gelebilecek fikirmidir. . İçtenlikle iyi dilekler sunuyorum. ömür ernez.

  5. Mehmet, değiştiren olabilmek için illada üst bir konuma gerek yok bence. Şöyle bir örnek vereyim büyücek bir tepenin zirvesinden epeyce bir suyu serbest bırakalım. Bu su tepenin dört bir yanından aşağı doğru aksın. Daha sonra da hem her taraftan akan suyu, hemde arazinin tamamını inceleyelim. Hem su birbirine benzemez durumdadır. Çünkü geçtiği yerlerde var olan mineraller, bitkilerle temas etmiştir. Hemde arazi değişikliğe uğramıştır. Eski halinde değildir. Birbirine de benzemez.

    Rekabet değil, sonsuz rekabet Mehmet. benim karşı çıktığım bu. Bu tarz rekabet insan yaşamı için yeni bir olgu.Sınıflı toplumsal dokuların icadı.

  6. Öncelikle kapitalizm, kapital sahiplerinin erksel yönetimine dayanan yönetimdir.. Erk sahiplerinin ideologları ,üretimin emeğin dışında ikinci,üçüncü dördüncü vs faktörler, belirleyiciler, oluşturucular tarafından yapıldığını ileri sürmeleri ile insanı da, doğanın dışına, ona rağmenliğini taşıma çabasını görmekteyiz. Tarihin incelemesi göstermiştir ki, insan emeği belirleyici ve doğanın gereği olarak tek faktördür. Pekala üç beş faktör çoğaltmanın nedeni nedir ? Emeğin ürününe, değerine el koymaktır. Bunlar insan denen doğanın ayrılmaz bütününü oluşturan parçanın oluşumu ve toplumsal yaşamın gelişimi ile birlikte gelişen kavramsal tanımlardır. “…batı uygarlığı(!?)nın (yaşamı bilmem ama) bölerek düşünme alışkanlığı…” kendi doğasının da bir parçasıdır. Ama düşün düzeyinde ona kim katılabilir? Düşnmeye yararıaçısından insan denen canlı madde olarak moleküllerden, atomlardanve de amino asitin gelişiminin ürünü ise “…çelişme, uyum,, paylaşım, sonsuz rekabet..” ve de artı iyon eksi iyon zıdlığı nasıl birlik olabilir? “Çatışmayı çıkaranlar da…….. ..bunlardır, esasen. Umarım meramımı anlatabilmişimdir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir