Eğitilmiş zihin yetmez, çok iyi eğitilmiş zihinler gerekir…-Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Eğitilmiş zihin ile çok iyi eğitilmiş zihin arasındaki fark, yenilgiyle başarı arasındaki farktır…

mtakad@anafikir.gen.tr

Eğitilmiş zihin yetmez, çok iyi eğitilmiş zihinler gerekir…

Düşünmek ağır çaba gerektirir. İnsan zihni düşünmeyi öğrenmek için binlerce yıl kafa patlattı. Aristo, Eflatun, İbni Sina, İbni Rüşd, Descartes, Spinoza, Hume, Mill, Kant ve daha nicelerinin en temel konusu düşünmenin ne olduğunu çözmekti. Bu, aynı zamanda doğayı ve insanı tanıma çabasıydı. Unutmayın, Marx’ın ilk çalışmalarında da felsefi konular ağır basar, tıpkı Newton’da olduğu gibi.  İkisi de önce düşünme konusunu anlamak zorundaydı, sonra biri doğayı, diğeri toplumu anlamaya yöneldi. Bu çaba sona ermiş değildir. Her dönemin büyük düşünce çatışmaları veya sorunları olacaktır. Günümüzde de büyük sorun post modernist yaklaşımlara karşı çağımızın sorunlarına alternatif sentezler üretmek ve kaotik dünyada yolumuzu bulmaktır. Dünya solu bunun sıkıntısıyla kıvranıyor ve Marksizmden başka bir alternatif de görünmüyor. Olsaydı bugüne kadar çıkardı. Ama Marksizmin de bunu çözmesi için kendisini aşması, üzerine sıçrayan, ısrarla eteklerine yapışan kaba materyalizm ilkelliğinden sıyrılması gerekiyor. Bunu yapamazsa tarih olur. Ama yapacaktır. Zaten başka bir çare de yok. Kapitalizm “tarihin sonu geldi” diyerek Marksizmin mezar taşını çoktan dikti ama bu taş dönüp dolaşıp kendi tepesine düşecektir. Bu kadar zalim ve adaletsiz, ama en fazlasıyla da insanı bu kadar küçümseyen, hiçe sayan, metaya indirgeyen bir sistem yaşayamaz. Yaşarsa, bu insanlığın ayıbıdır. Gerçi insanlığın daha ne ayıpları var, nelerle birlikte yaşıyoruz… o da başka konu.

Düşünmek ve zihni eğitmek, ülkemizde maalesef üzerinde çok az durulan konulardır. Ne okullarda, ne de herhangi bir alanda çalışırken bu konuda hiçbir yol gösterenimiz olmadı, her şeyi el yordamıyla bulmaya çalışırken vakit yitirdik. Şurası muhakkak ki, düşünmeyi birkaç kitap okuyarak öğrenemeyiz. Bu konuda herkes kendi yolunu bulmak zorundadır. Ama önemli gördüğümüz bazı konulara dikkat çekebiliriz.

Öncelikle, zihni eğitmek süresi sınırlı bir iş değil, sonsuz bir çabadır. Zihin ancak sürekli bir gelişme çabası içerisinde üretken olabilir. Gelişme ise bilgilenme, tartışma, değerlendirme, yeniden yorumlama çabalarının sürekli kılınmasından başka bir şey değildir. “Artık epey öğrendim, bu bize yeter“ diyemeyiz. Gerektiğinde bu konulara da bakarız” diyenlerden de hiçbir hayır gelmez. Ayrıca on kişiyle, elli kişiyle filan siyaset olunmaz. Bir siyasi hareketin gelişebilmesi için birkaç bin, hiç değilse birkaç yüz adet zihnini çok iyi eğitmiş insana gereksinimi vardır. (Siyasetine göre bunların vicdanlı ve onurlu olması da gerekebilir!!!). Bu Türkiye için henüz bir temenniden ibarettir. Böyle insanlar olmadığından değil. Öncelikle siyasetin “s”sini bile bilmeyenler bu insanlarla düzgün diyalog kuramadığı için. İkinci olarak da siyasi girişimler bunları hazmedemediği için. Bunları kazanmaya değil, uzakta tutmaya çaba harcadığı için. Grupçuğumun aklını karıştıracak şeyler söylersen gelme dediği için. Ayrıca unutmayın, tüm dünyada ve tarih boyunca, liderlerin asla affetmediği kişiler onlara haklı eleştiri getirenlerdir. Okuyanların bir kısmı için not düşeyim. Burada genelleme yapıyoruz ve kişileri hedef almıyoruz. Alırsak, açıkça söyleriz, dolambaçlı yollara başvurmayız. Dünya her gün sonsuz dertlerle boğuşurken kişilerle uğraşma gibi ayıplara düşmeyiz.

Kapitalizm gibi sürekli kriz içerisinde yaşayan, dünyayı iğfal eden (kandıran) ve gerektiğinde gözünü kırpmadan milyonları öldüren bir sistemin bu kadar etkili bir hakimiyet kurmasının nedenlerinden birisi de, hiç kuşkusuz çok iyi eğitilmiş zihinleri kullanması ve satın almasıdır. Diğer yandan, sosyalizmin yenilgisindeki en büyük etkenin de dogmatizme saparak bir kısım zihinleri dondurması olduğuna inanıyorum. Birer başpiskoposluk gibi çalışmaya başlayan dünya KP’lerinin 1929’dan itibaren o döneme kadar iyi kötü işleyen kolektif liderlik sistemini terk ederek tek lidere biat sistemini getirdiğini, buna körü körüne boyun eğmeyen milyonlarca sosyalisti uzaklaştırdığını, tecrit ettiğini veya öldürdüğünü artık herkes biliyor. Bürokratik partiler en yetenekli zihinlerini harcamıştır, sırf en yetenekli ve dolayısıyla bağımsız oldukları için. Geri kalanların zihinleri dumura uğratan bu yaklaşımlar hala etkilerini sürdürüyor. Bunlar alternatif politikaların üretilmesini engelleyen ilkelliklerdir ve bu zihinlerle uğraşırsak hiçbir yere varamayız. Bu tarihi ayrıntılarıyla bilmeden, günümüzdeki felaketin nedenlerini ve çarelerini bulamayız. 2361 yılında Pamir eteklerindeki Büyük Asya Düşünce Tarihi Enstitüsü’nde “1490’lar İspanyasındaki Engizisyon ile 1930’ların Moskova Duruşmaları’nın karşılaştırılması ve bu algılamanın 2020 sonrası düşünce akımlarına etkisi ” konulu bir tez yazılacak. Bu yazıyı okurlarsa, evrende zaman katlanmalarının kesişme noktasını denk getirdikleri anda bana göndereceklerini umuyorum. (Gelirse gene de çok şaşarım yani, bu arada bizim makinelerimizin formatını zaten teknoloji tarihi müzesinden bulurlar di mi? Bugüne kadar gelecekten hiçbir şey gelmediğine göre bundan birkaç sonuç çıkar. Ya pratik olarak zamanda seyahat edilemiyor ve yola çıkan şeyin morfolojisi bozuluyor, ya da biz zamanın en önündeyiz ve evren konsantrik değilse zamanda zaten seyahat edilemez).

Şimdi, bazen, “1930’lar ile, şu meşhur Zugaşvili (Kobe) ile niçin o kadar uğraşıyorsun, ne faydası var, o konular geride kalmadı mı” diye soruyorlar. Ara sıra öfke sergilemenin herhangi bir yararı olduğunu herhalde düşünmüyoruz. Ama çok büyük bir başka derdimiz olduğu aşikar. Sol düşünceyi yeknesaklaştırarak el kitaplarına indirgediği ve insanları birer otomat, düşünmeyen birer memur haline getirmeye çalıştığı için ve bu yaklaşımın etkilerini hala silemediğimiz için büyük derdimiz var.

Dumura uğramış zihinlerle tartışmaktan hiçbir fayda çıkmıyor, tam tersine uğursuz bir itişme ortamı oluşuyor. Bu ortam kapitalizmin ideolojik saldırılarıyla daha da sisli hale geliyor. Bunları by-pass yapıp ileriye bakmalıyız. Ülkemizde 1950’den beri her yıl üç aşağı beş yukarı bir milyon çocuk doğdu. Bunun anlamı her birimizin yaklaşık bir milyon yaşıtımız olduğu ve hala her yıl bizden epey küçük bir milyon kişinin şu veya bu şekilde hayata atılıyor veya hayatın bir köşesine sığınıyor olmasıdır. Bunları bir kenara bırakıp hala birkaç bin zihni bulanık kişiyle uğraşmak siyasi intihar olarak da tanımlanabilir siyasi cinayet olarak da. Siyasi cinnet desek ne olur. Hepsi doğru olur ama ben –sırf başka şeyler dememek için- siyasi körlük ve basiretsizlik demeyi tercih ederim.

Aklıma gelmişken şunu söyleyelim. Bir kişinin kendisini şu veya bu görüşe bağlı olarak nitelemesi (veya öyle hissetmesi) tek başına ona hiçbir nitelik kazandırmaz. Birkaç el kitabını ezberlemek (hatta ezberlemeye çalışmak diyelim, çünkü ezberi dahi karıştırırlar)  ise zihnini daha da dumura uğratır. Doğayı, toplumları ve insanları kavramak devasa bir çaba gerektirir. Bu çabaya girilmediği zaman toplumsal muhalefet fi tarihinden beri aynı birkaç tür eylemin çıkmazında bocalayan hazin grupçukların çabalarından ibaret kalır. Olsa ne olur, olmasa ne olur. Hatta olmasa daha iyi olur. En azından temsil ettiklerini sandıkları düşünceyi küçük düşürmezler. “Aman karıştırmayın, elde kalanı yitirmeyelim” demek kendine güvensizlik ile beceriksizliğin ve bilgisizliğin zımni kabulünden başka bir şey değildir. Onlar için zımni, bizim için açık. Bağımsız ama kişiliği gelişmiş bir insan bin kat evladır.

Şimdi, biraz uzun kaçan bu mukaddemeyi bırakıp, önem verdiğimiz birkaç noktaya değinelim.

Düşünce bir zihin eylemi ise bunun doğru yapılması gerekir. (Tabiatıyla bu mutlak olarak mümkün değildir ve birçok kısıtlamaya tabidir).  Gene de iyi düşünmek için görüntünün yanıltıcılığına karşı hassas olmak gerekir. Marx “görüntüyle gerçek aynı olsaydı bilime gerek kalmazdı” demiştir. Zaten her şey aşikar olsa neyi araştıracaksınız ki. Ne var ki hemen hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Öte yandan sadece nasıl düşündüğümüz değil ne düşündüğümüz de önemlidir. Önümüze atılan konuları değil, kendi programımıza göre düşünmeliyiz. Çoğu kişi her konuya sazan gibi atlıyor.

Her zaman kavramlarımızı doğru kullanmalı ve tanımlamalıyız. Çoğu zaman aynı kavramdan farklı şeyler anlayabiliyoruz. Yakın geçmişte, üniversite öğrencilerine bir kısmı her gün kullanılan bir kısmı biraz daha spesifik ama gene de kullanılan 100 kelime, terim ve kavramı sormuştum (sonra 200’e çıkardım) ve yüzde 40 doğru yanıt bile çok nadirdi. Ortalama yüzde 20’lerdeydi. Demek ki bunlar haberlerin en azından bir kısmını anlamadan dinliyor, kitapları anlamadan okuyorlar ama anlamış gibi yapıyorlardı. Körler sağırlar, birbirini ağırlar. Bir kavramı kullanıyorsak mutlaka tanımlamalıyız. Tanım olmadan olmaz. Sürekli sorun. Şunu nasıl tanımlıyorsun, bundan ne kastediyorsun vs. Karşınızdakini bıktırıncaya kadar sorun ki ciddi konularda haybeye konuşmamayı öğrensin. Artıca sözlük ve referans kaynaklarının sürekli kullanılması gerekir.

Bir başka husus üzerine düşünce inşa edilen olguların, verilerin veya varsayımların doğruluğuna dikkat etmektir. Tutarsızlıkları tespit konusunda şahin gibi bir gözümüz olmalıdır. Şurasını unutmayalım ki her gün yazılı, sesli, görsel medya ve internetten sel gibi kirli bilgi yağıyor. Bir kısmı kasıtlı dezenformasyon, bir kısmı sadece hatalı, büyük kısmı da fuzuli. Her gün televizyonda haber izlerseniz bir çok fuzuli reklamla birlikte senede yaklaşık 1000 saat harcarsınız. Aynı bilgileri hızla gözden geçireceğiniz kaynaklardan edinirseniz 100 saat yeter. 900 saat size kalacağı gibi, ruh sağlığınızı da korumuş olursunuz. Birkaç ay içinde genel sağlığınız da düzelmeye başlar.

Bağlantıların doğru kurulması gene çok önemli bir husustur. İlgisiz şeyler arasında bağlantı kurularak veya yanlış bağlantı kurularak fikir yürütülmesi çok sık karşılaştığımız şeylerdir. Ne alaka dedirten o kadar çok şey var ki. Bizdeki tartışmalarda genellikle oradan oraya atlanırken konular dağılır gider, bir fayda çıkmaz.

Düşüncenin en büyük düşmanı ise önyargılardır. Hepimizin önyargıları vardır. Bunu engelleyemeyiz. Ama farkında olabilir ve bunların bizi körleştirdiğini kabul edebiliriz. Keza, düşünceler ve yargılar sürekli olarak çevre baskısı altındadır (mahalle baskısından beter). Şu ne der, bu ne der diye düşünmekten kaçıyoruz. Ve gene düşünceler duyguların da baskısı altındadır. Duygularımı başka şeylere karıştırmıyorum diyecek olan yedi kere daha yutkunsun. İnsanlar esas itibariyle duygusal varlıklardır ve bu normaldir. Sadece farkında olmak ve özen göstermek gerekir.

Düşünme konusunda zihni eğittikten ve belli bir disiplin sağladıktan sonra farklı konulara geçebiliriz. Bilginin referansı olarak felsefe ile ilgilenebiliriz. Bilgi felsefenin en temel inceleme alanlarından birisi, belki de birincisidir. Temel bilgilerimizi sağlamlaştırdıktan sonra siyasetin nasıl yapılması gerektiği konusunda fikir üretebiliriz. Sosyal ve kültürel konulara bilinçli olarak eğilebiliriz. Aksi halde dön baba dön, dolap beygiri gibi dönüp dururuz. Burnumuza da halka geçirirler.

Bu arada teori konusunda da dikkat çekmek gerekir. Bazıları teorileri reçete veya şablon gibi görür ki en kötü durum budur. Bazıları ise yön gösterici veya genel rehber gibi görme eğilimindedir ki bu daha iyidir. En iyisi teoriyi genel bir bakış sağlamak ve zihni eğitmek için öğrenenlerdir. Teoriler daima çağın genel telakkilerine bağlıdır ve daima farklı değerler taşır. Bazıları öngörü yapmayı sağlar ki en iyileri bunlardır. Daha alt düzeydeki teoriler ya olmayacakları ya da olanları olduktan sonra açıklar. En kötüleri ise hatalı önyargıların ifadelerinden ibarettir. Fizik bilimlerle ilgili teoriler bu anlamda biraz daha nitelikli gibi görünür ama yakından bakıldığında bunların da büyük kısmı sürekli değişime tabi olmuştur. Bu kötü bir şey değil, insan bilgi ve kavrayışının gelişmesinin tabi bir sonucudur.  Toplumla ilgili teorilerin açıklama ve öngörü yapma gücü ise sürekli değişen koşullar tarafından çok hızlı bir şekilde eritilir. Sahaya çıkıldığı zaman sadece başa çıkılması gereken bir pratik vardır. Eğitilmiş zihin bunu daha iyi çözümleyebilir. Ama bu da tek başına yeterli değildir. Bir somut durumu yönetmek bilginin yanı sıra başka özellikler de gerektirir.

Ve nihayet bilginin taşıyıcısı olan kavramlar ve dil üzerinde durmak gerekir. Dil asla tarafsız bir aracı değildir. Her dil, ait olduğu kültürün değerlerini taşır. Bir dilden fazlaca alıntı yapılınca, o kültüre ait mesajlar da, bu kavramları ve kelimeleri alan topluma taşınmaya başlar. Dil, egemenlik araçlarının en sinsi olanıdır ve emperyalizmin bu alanda büyük bir avantajı vardır. Aslında bizim de avantajlarımız var ama savaşmadan düşmana terk ediyoruz. Bu konuda hiçbir hassasiyet fazla sayılamaz.

Büyük ülkelerin büyük kurumları sorunları çözmek ve durumları yönetmek için en iyi eğitilmiş zihinlere kapsamlı ve uzun vadeli programlar hazırlatır ve başlatanlar emekli olduktan çok sonraları da aynı projeler koşullara göre gözden geçirilerek devam eder. Dosyalar kapanmaz, sadece bazen beklemeye alınır. Herkes bulunduğu yerde bu politikaları ayrıntılarıyla görecek ve tedbirlerini/alternatiflerini geliştirecek bir nitelik sahibi olmalıdır. Odalar, sendikalar, dernekler buna eğilmelidir. Sadece bir itiraz çığlığı olarak kalacaksa protesto etmek siyaset yapmak sayılamaz. Ne yazık ki sol siyasetlerin yüzde 99.9’u protestodan ibaret. Kimse kendisini aldatmasın. Siyaset alternatif üretmek ve bunu uzun vadede takip etmektir. Bir grubu zorla protestoya ikna ediyorsun, sonra da arkası gelmiyor ve bu grup da dağılıp gidiyor. Elli yıldır sol siyaset bunun tekrarından ibarettir. Ya kendinizi geliştirin ya da bir şey yapıyormuş gibi etrafta dolanmayı bırakın. Eğitilmiş zihinlerle bir yere varılmıyor. Çok iyi eğitilmiş olma önkoşulu var.

Mehmet Tanju Akad

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir