Emperyalizmin Türkiye’yi ele geçirme süreci–2

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

İkinci Yeniden Paylaşım Savaşı’nın galipleri arasında yer alan

ama bu savaşın en ağır yükünü taşımış olan Sovyetler Birliği’nin etki alanını genişletmesini istemeyen Amerika, kendi hegemonyası altında bir kamp oluşturma yoluna gidiyordu.

İKİNCİ YENİDEN PAYLAŞIM SAVAŞI ERTESİNDE GELİŞMELER

ABD’nin İkinci Yeniden Paylaşım Savaşı sonunda elde ettiği evrensel gücü o zamana kadar hiçbir ülke elde edemedi. 1939–1941 yıllarında savaşa girmeyerek, böylece savaşan rakipleri yıpranırken, Amerika savaşa girdiği yılların ekonomik atılımını hazırlıyordu. Ağustos 1939 ile ABD’nin savaşa girdiği tarih olan Aralık 1941 arasında, endüstrideki üretim iki katına çıkarken, ihracat ise, 1939’da 3.177 milyon dolardan, 1941’de 5.147 milyon dolara ulaşıyordu.

ABD, bir yandan Avrupa devletlerinin artık kontrol edemedikleri dış pazarları ele geçiriyor diğer yandan da üretim mekanizmasını geliştiriyordu. Birinci Paylaşım Savaşı’ndan itibaren başlayan bu süreç, 1945 yılında zirveye ulaşır.

“ABD için savaş, tüm dünya pazarını ve dünya kaynaklarını Amerikan sömürüsüne açacak olan kaldıraç olacaktı. ABD Dışişleri Bakanı Cordell Hull bunu 1942’de çok kesin biçimde ortaya koymuştu: ticarette ve diğer iktisadi işlerde yeni bir uluslararası ilişkiler sistemine giden yolda önderlik, muazzam iktisadi gücümüz nedeniyle büyük ölçüde ABD’ye düşecektir. Bu önderliği ve onun getireceği sorumluluğu, öncelikle saf ulusal öz çıkar gerekçeleriyle üstlenmeliyiz.” (E. Mandel, age, S.16–17.)

İkinci Yeniden Paylaşım Savaşının sonuna gelindiği zaman, Almanya, Japonya, İtalya başta olmak üzere, Fransa ve hatta İngiltere’nin de bağımsız birer ekonomik ve askeri güç olmaktan çıktıklarını söyleyebiliriz.

Dünyanın en büyük emperyalist gücü olmanın sorumluluğunu Birinci Paylaşım Savaşı sonundan itibaren omuzlamaya doğru giden ABD, 1945 yılında kapitalist-emperyalist cephenin en büyüğü olduğunun bilincindedir. Cemiyet-i Akvam’a sırtını dönen ABD, savaşın galipleri tarafından 1945’de kurulan Birleşmiş Milletler Örgütü’nde birinci dereceden etkili olmaya başlar. Bundan böyle, ABD ekonomik, politik, ideolojik ve askeri-stratejik çıkarları için dünyanın her yanına el atmaya yönelir.

 İkinci Yeniden Paylaşım Savaşı’nın galipleri arasında yer alan ama bu savaşın en ağır yükünü taşımış olan Sovyetler Birliği’nin etki alanını genişletmesini istemeyen Amerika, kendi hegemonyası altında bir kamp oluşturma yoluna gidiyordu. Savaştan hemen sonra ortaya atılan Soğuk Savaş teziyle birlikte ekonomik, siyasal ve askeri alanlarda görev üstlenecek yeni örgütler oluşturarak; bir taraftan geri bıraktırılmış ülkeleri yeni sömürgesi haline getirmeyi, diğer taraftan ise Batı Avrupa ve Atlantik’i, Japonya ve Pasifik’i denetimi altına almayı amaçlamaktaydı.

 “Öncülük ederek yarattığı yeni kurumlar (IMF ve uluslararası para sistemi-Bretton Woods sistemi; Dünya Bankası, yani IBRD ve GATT), askeri yardımlar ve Marshall Planı çerçevesinde verdiği ekonomik yardımların amacı, kendi parası ve sermayesinin egemenliği kadar, Batı kampının SSCB karşısında güçlenmesiydi. Böylece etkinlik kazanma yolunda genişleyen komünizm sınırlanabilecekti.” (Prof. Dr. Gülten Kazgan, Tanzimat’tan XXI. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, S.93.)

Emperyalist aç gözlülüğün, yeniden paylaşımcı zorbalığın yarattığı savaşta perişan olan Avrupa ciddi ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya kaldı. Yiyecek sıkıntısı ve ısınma gibi sorunların altından kalkmakla boğuşan Avrupalıları Marshall Planı adı ile yapılan yardımlarla Amerika, kontrolü altına almaya çalışıyordu. Böylece Avrupalıları savaşa sürükleyen özel girişimciliğin, serbest piyasanın yani kapitalizmin sosyalizmden, komünizmden daha çok refah getireceğine inandırmaya uğraşıyordu. Diğer yandan bu Planın bu hegemonik ve propagandif amacını anlayan Sovyetler Birliği yardım başvurusunda bulunmamaları için Polonya ve Çekoslovakya üzerinde etkili olmaya çalışıyordu. Milyarlarca dolarlık Amerikan yardımının en büyük kısmı İngiltere, Fransa, İtalya ve Batı Almanya’ya verildi. Böylece Marshall Planı Avrupa’nın ciddi bir şekilde bölünmeye doğru gitmesinde çok önemli bir etken oldu. Bu yolla ekonomik olarak büyümeye başlayan Batı Avrupa, kuzey Atlantik ticaret ağının içine giriyor, Amerikan tekellerinin pazarı olarak yeniden ayağa kaldırılıyordu.

“Batı Almanya ile Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden doğmalarının Soğuk Savaşın ürünü olduğu söylenegelir; bu yadsınamaz. Amerika Birleşik Devletleri’nin, 1947-48’de, Avrupalı ve Japon rakiplerini, bu ülkelerin kapitalist kampı çökertecekleri korkusu ile yeniden kurmaya karar verdiği açıktır.” ( Ernest Mandel, Avrupa Meydan Okuyor, s. 15.)

Savaş sonrası dönemde, Doğu Avrupa devletlerindeki Komünist Partileri ise Sovyetler Birliği’nin denetiminde 1947’de kurulan ve yeni Komünist Enternasyonal olarak da ifade edilmeye çalışılan Kominform’a katılarak bu ülkenin Komünist Partisi’nin etkisi altına giriyorlardı. Bu birliğe Bulgaristan, Polonya, Çekoslovakya, Romanya, Macaristan, Yugoslavya’nın yanı sıra Fransız ve İtalyan Komünist Partilerinin de katıldıkları biliniyor. Savaştan sonra Çekoslovakya’da oluşturulan karma yönetim ise yıkılır ve yerine Sovyetler Birliği’nin kontrolünde yeni bir yönetim kurulur. Fakat bu arada Yugoslavya halklarının ulusal kurtuluş savaşına önderlik etmiş olan Tito, Stalin’le çatışmayı göze alarak özyönetimci-bağımsızlıkçı tavrını ortaya koymaktan çekinmez.  Tito’nun bu tavrı ve Balkanlarda etkin bir güç olmayı hedeflemesi Yugoslavya’nın 1948’de Kominform’dan çıkarılması sonucunu yaratacaktır.

Bu arada ABD’nin özellikle Avrupa’da ve Pasifik’te ekonomik hegemonyasını gerçekleştirmek için kurdurduğu örgütlere girmeyen Sovyetler Birliği, 1949’da Doğu Avrupa devletlerinin de içinde yer aldığı Comecon’u kuruyordu.

 

Mehmet Ali Yılmaz

                                       Devam edecek.

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir