Devlet, toplum ve insan hayatında hukuk, savcı, yargıç, savunman, mahkeme,
bütünüyle yargı çok önemli bir kurumdur. Her ne kadar hukukun “otorite (devlet) ile halkın karşı karşıya gelmesi”nden doğduğu savlanırsa da bu yeterli değildir. Çünkü hukuk, yalnızca hukuki kurallar bütünü değil, aynı zamanda ekonomik, siyasi, sosyal yönü ve boyutu olan bir düzendir (sistemdir). Halk kadar devleti, sınıfı, kurumu, grubu, aileyi, bireyi de ilgilendirir; sınıfsal karakteriyle toplumsal gelişimin ve değişimin önemli bir gücüdür.
“Adalet” ya da “hak” kavramı, hem siyasal, hem ekonomik, hem sosyal, hem kamusal hem de bireyseldir, yere ve zamana göre değişiklik gösterir.
Bu bağlamda yargı ve mahkemelerin dünden bugüne gelişimini ele almak, kimi yanlış düşüncelerin giderilmesinde, doğrunun biçimlenmesinde, toplumsal mücadelenin niteliği ve yönünün belirlenmesinde yararlı olabilir.
Ülkemizde, cumhuriyetle sorunu olan ne kadar çevre varsa, bilerek ya da bilmeyerek, amaçlı ya da amaçsız, geçmişi, tarihi öğrenmeden, “böyle yargı mı olur” diye konuşuyor, suçluyor, hatta eleştiri adı altında sövüyor…
Hele bir kesim var ki cumhuriyetin, aydınlanmanın, gelişmenin yeminli düşmanı; “yerimi buluyum yolumu buluyum” güdüsüyle dinci, gerici iktidar yandaşlığı ile saldırmadığı alan yok gibi. Bunlarda, “şalvarı şaltak Osmanlı, eğeri kaltak Osmanlı, ekende yok biçende yok, yiyende ortak Osmanlı” hayranlığı, ecdat şarlatanlığı, bitmez ve tükenmez.
Bunlara bakarsan, Osmanlı’da her şey güllük gülistanlık, birçok inanç ve etnik yapıdan oluşmuş Osmanlı tebaası çok mutlu, inançlar, etnik yapılar, sosyal sınıflar arası hiçbir sorun, kavga yok; herkesin işi var, aşı var, eşkıya yolları kesmemiş, yolsuzluk, hırsızlık hiç olmamış, güvenlik tam yerinde; padişah “kafa vurula” dememiş, şeyhülislamlar “kanı ve malı helaldir” diye fetva vermemiş, adalet de tıkır tıkır işliyormuş…
Bu güzel işleyişi ırkçı, asimilasyoncu, inkârcı, imhacı jön Türkler, İttihatçılar, Kemalistler ve de hiç iktidar yüzü görmemiş iştirakçiler ( sosyalistler) bozmuş!
Bunlar, her yeniliğe “Din elden gidiyor” diye karşı çıkanları, “istemezük” nidalarıyla kan akıtanları, Rusların Osmanlı’yı dağıtalım dediğinde Fransız ve İngilizlerin, Fransız ve İngilizlerin Osmanlı’yı yıkalım dediğinde Rusların karşı çıkışlarını, tampon devlet olarak yıllarca yaşamasını, emperyalistlerin anlaşmasıyla (Sevr) tarihten silinmesini; işgalci emperyalistlerle birlikte kuruluşunu engellemek için fetvalar yayınlayan Şeyhülislam Dürüzade Abdullah Efendi’yi, Hareket-i Milliyi “fitne ve fesat” hareketi olarak niteleyen Damat Ferit’i, Mir-i Miran Paşası (Paşaların Paşası) ilan edilen Ahmet Aznavur ve çetelerinin katliamlarını, Kuva-ı İnzibatiye adı altında kurulan hilafet ordusunun Bolu, Düzce, Gerede, Nallıhan, Beypazarı, Bozkır, Konya, Ilgın, Kadınhanı, Karaman, Çivril, Seydişehir, Beyşehir, Koçhisar, Hendek, Adapazarı, İzmit, Bandırma, Gönen, Susurluk, Biga, Yozgat, Köhne (sorgun), Yenihan, Boğazlıyan, Zile, Erbaa, Çorum, İmranlı, Zara, Hafik, Viranşehir ve daha birçok yerde çıkardığı gerici iç isyanları; sonradan padişah ve Yunanlılarla işbirliği yaparak Milli Mücadeleyi boğmaya kalkan Çerkez Ethem’i, kurtuluş mücadelesini baltalamaya kalkan Koçgri isyanını; “laiklik dinsizliktir” diye genç cumhuriyeti yıkmak isteyen, Misak-ı Milli sınırları içindeki Halep ve Musul’un elden çıkmasına neden olan İngiliz destekli Şeyh Sait isyanını, Menemen vahşetini görmezden gelerek; değerlerini yok etmeye birikimlerini satmaya çalıştıkları Türkiye Cumhuriyeti’nin “Osmanlı’nın devamı” olduğunu söyleyerek masal okuyorlar… (1, 304–313)
Tarihinden kopuk, toplumundan uzak, toplumsal mücadeleyi salt gözyaşı sanan, zaman mekân kavramını, somut şartların somut tahlilini aklına bile getirmeyen/getiremeyen, tarihin, sınıflar, milletler, toplumlar ve hanedanlar arası çekişmenin, çatışmanın, tutkuların, hırslarının, kinlerin bütünü olduğunu anlayamayan, sorumsuz ve umarsız kişilerin; uluslararası tekellerin beslemesi, vatan, millet sözüne kin ve nefretle bakan neoliberallerin; milliciliği ırkçılık, faşistlik olarak niteleyen soldan dönmelerin; halkları birbirinden ayırmayı bir erdem gibi sunan ve bunun için savaşan ayrılıkçıların; dini ve dince kutsal sayılan değerleri her alanda fütursuzca kullanan yobazların; ırkımızdan başka ırk tanımayız diyen kafatasçıların; ikbal, istikbal, siyaset aşkına buna çanak tutan, gözü dönmüş, önünü görmekten aciz, yavan, bilgisiz, umarsız sığ politikacıların; “evrim teorisini” reddeden, “yaratılış teorisi”nin tutsağı olmuş tarikatçı mollaların ağına düşmüş, sessizliğe gömülmüş üniversitelerin; yansız ve nesnel (objektif) olduğu sanılan bukalemun (renkten renge giren) bilimci, yazar, çizer tayfasının varlığı düşünüldüğünde, yurtseverlerin, halkçıların, millicilerin, cumhuriyetçilerin, sosyalistlerin yani devrimcilerin işi zor görünüyor…
Tüm bunlardan “daha elim ve daha vahim” olan, uluslararası tekellerin oluşturduğu dünya düzeniyle (emperyalizmle) kol kola giren, desteği ile ülkenin yasama, yürütme, yargı erkine el koyan; halkın canı, kanı pahasına elde ettiği birikimlerini, ülkenin yeraltı yerüstü yaşamsal kaynaklarını, kurumlarını, kuruluşlarını özelleştirme adı altında uluslararası tekellerin yağmasına sunan, haraç-mezat satan;; ülkeyi, yabancı istihbarat elemanlarının, dinci, ayrılıkçı örgütlerin at koşturduğu, adam kaçırdığı, sabotajlar yaptığı, saldırıda bulunduğu, güvenliksiz, korumasız duruma düşüren; “yurtta barış dünyada barış” politikasını bırakarak “yeni Osmanlıcılık” adı altında komşu ülkelerle kanlı bıçaklı olan; savaş çığırtkanlıklarıyla halkın can, mal güvenliğini tehlikeye atan; din, mezhep ayrımıyla ülkede ve bölgede kardeşliği dinamitleyen; uzay çağında at sırtında fetih hayalleri kuran; günde beş vakit ibadeti siyasete dönüştürerek törenle camiler açan, gelecek kuşaklarının beynine türban takan; dört dörtlük eğitim anlayışıyla laik eğitimden dinci eğitime halkın isteğidir diye geçiş yapan ve ülkenin geleceğini karartan; dijital verilerle suç ve suçlu üreterek hukuk tanımazlığın örneklerini sunan; dünyadan çok ahiretle, bugünden çok geçmişle uğraşan; yalanı ve talanı devlet ve toplumun yaşamsal alanlarına sokan; halkı yanıltmayı ve oyalamayı üstün bir siyaset yapma sanan, otoriter ve totaliter eğilim ve tutum içinde olan bir siyasi iktidar ve de “Ben neymişim Be Abi” diyerek ortada dolaşan, her konuda ahkâm kesen, her yeri ve makamı kendine hak sanan, ahirete inanmış, dünya malına bağlanmış, bir çuval una, bir torba şekere iradesini bağlamışların desteğindeki “tek adam”, bunla kader birliği etmiş tarikatların ürettiği, her türden, her boydan, her meslekten âdemcikler var!
Bütün bunlar yetmez gibi, halkı uyutmayı, beynini yıkamayı iş edinmiş, işbirlikçi, tüccar, sanayici medya patronu, yandaş ve candaş medya kanalları; siyaseti ibadet diye yutturmaya çalışan mektep ve cami imamları; kapı kulu köşe yazarları; tarihi yalnız anı (hatıra) sanan, dedikoduyu bilgi diye sunan, nesnelikten uzak; konuyu kavramadan, işin aslını öğrenmeden suçlamayı, damgalamayı iş edinmiş, iktidara fikren ve fiilen lojistikdestek sağlayan,kendi değirmenine “kalburla su taşıyan” aymazlar düşünüldüğünde, mücadelenin zorluğu net olarak görülür.
Savaşım zor olsa da yurtseverler için olanaksız değildir. Karanlık aydınlığa bir gün mutlaka dönecektir; devrimcilerin, yurtseverin tarihi, mücadeleden yılmayanların, kaçmayanların, dönmeyenlerin tarihidir; mücadele her düzlemde, her alanda amansız sürer, sürmektedir, sürecektir…
Çünkü devrimciler, yurtseverler, halkın gözünde ve vicdanında, “Ferhat’tır, Karacaoğlan’dır, Pir Sultan’dır, Dadaloğlu’dur, Köroğlu’dur, Yörük Ali’dir, Yunusu biçaredir baştan aşağı yâredir, ağu içer dost elinden.” Onlar, Toplumun ve insanlığın yüz akı, örgütlü gücü, düşünsel (fikri), eylemsel (fiili) kavga neferidir. Ülke adına, halk adına, insanlık ve doğa adına ne yapılmışsa onlar yapmıştır, ne bedel ödenmişse onlar ödemiştir; tarihimiz, bunun canlı örnekleriyle doludur ve de yalansız tanığıdır…
Geçmişi doğru bilmeyenlerin sağlıklı bir gelecek kurması zordur, hatta olanaksızdır savsözünden yola çıkarak, Türk yargısına, mahkemesine, yargıcına (hâkimine), savcısına (müddeiumumî), savunmanına (muhami/avukat), bunların toplumda algılanışına bakmak, yargı yetkisinin geçmişten günümüze değin aldığı öz ve biçimi irdelemek, aydınlamak, gerçekleri öğrenerek yanlışlardan, önyargılardan arınmak, kuşkusuz yararlıdır.
Türk Hukuku Hunlarla Başlar
Türk boyları, MÖ VIII yüzyılda Orta Asya’da yaşam koşullarının kötüleşmesiyle batıya doğru göçer, MÖ II. yüzyılda Karadeniz’in kuzeyine kadar ilerler, Don ve Tuna nehirlerine kadar uzanır, Milattan sonraki yüzyıllarda batıya doğru akar. Güneybatıya doğru ilerleyen boylar Maveraünnehir üzerinden İran, Irak, Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya geçer. Asya’da, Doğu Avrupa’da, Ön Asya’da Türkler tarafından kurulduğu savlanan devletlere bakıldığında bazı sonuçlar çıkarmak, Töre denilen hukuk kurallarının Hunlarla başladığını saptamak mümkündür.
Bunun için hukuku tarihini incelemek gerekir. Hukuk tarihi, geçmişte yürürlükte bulunan hukuk kurallarının ne gibi psikolojik, etnik ve coğrafi etkiler altında meydana çıktığını, hangi hukuki meseleyi çözmek, hangi ihtiyacı karşılamak için kural olarak konulduğunu ve sorunları hangi aşamaya kadar çözdüğünü, ihtiyaçları nasıl karşıladığını araştırır, ortaya çıkarır…(2, shf.1)
Hukuk tarihi geçmişte yürürlükte bulunmuş olan hukuku yalnız arayıp saptamakla yetinmez; bu hukukun nasıl ve niçin meydana geldiğini, neden başarılı olduğunu veya olmadığını da araştırır (2, shf.1)
Türk Hukuk Tarihi, 1071 Malazgirt’ten önceki dönem, Malazgirt’ten sonraki dönem olarak iki bölümde ele alınır.
1071’de Anadolu’yu kalıcı biçimde ele geçiren boylar, geçtikleri ve yaşadıkları bölgede bulunan halklara etkide bulunur ve onların etkisi altında da kalır. Birçok örf ve âdeti kabul ederse de göç ve yerleşme olayları, hukuki açıdan büyük bir değişme neden olmaz. Zira, Anadolu’ya gelen boylar, göçerler, bir hukuk sistemini bırakıp yeni bir hukuk sistemi kabul etmek durumunda kalmaz.
Türk Hukuk Tarihi, iki bölüme ayrılmasına karşın, döneme paralel ve uygun bir gelişme göstermez. Hukuki gelişmedeki dönemeçler, İslamiyet’in kabulü, Tanzimat’ın ilanı, Cumhuriyetin kuruluşuyla olur. Bu nedenle irdelemeyi, göçebe hukuku, yerleşik hukuku, İslam hukuku, cumhuriyet hukuku olarak yapmak gerekir.
Göçebe Hukuk
Türklerin, göçebe olarak yaşadıkları yer, Orta Asya adıyla anılan yüksek yaylalardır. Burası, güneyde Pamir, Hindikuş Dağları, kuzeyde Sibirya orman bölgesi, batıda Hazar Deniz’i, doğuda Çin ile çevrilidir.
Yazının bulunduğu MÖ.3200 yılından bugüne kadar dünyada köklü bir iklim değişikliği olmadığı kabul edilir. Bu düşünceden yola çıkarak, Orta Asya’da yaşamış boyların, kavimlerin göçebe kültürü çerçevesinde yaşadıkları, dönemsel olarak yaşanan kuraklığın etkisi, nüfus artışı, dış baskılarla bozkırı boşaltarak başka bölgelere doğru göç ettikleri, göç yolları üzerindeki yerleşik kavimlerle karışlaştıkları, kaynaştıkları, kendi dil ve kültürlerini bir yandan yerleşik kavimlere kabul ettirirken, bir yandan da yerleşik kavimlerin kültürlerinden etkilendikleri, yani “işgal ederken işgal edildikleri” saptanır.
Göçebelik, insanın gezici olarak hayvan besleme, etinden, sütünden, derisinden, yününden yararlanarak yaşamını sürdürme faaliyetidir.
Kış ayları insanların ve hayvanların yer değiştirmesine uygun olmadığından kışlakta kalınır, demircilik, savunma ve saldırıda kullanacak araç, silah yapılır. Yaz gelince oba liderinin (oba beyi, şef) yönetiminde oradan oraya göçülür. Dış saldırılara karşı koymak, ihtiyaçlarını karşılayacak maddeleri yerleşiklerden zorla almak için kuvvetli boyun (kabile) liderliği altında bir araya gelinir. Bu birlik giderek büyük alanlara hükmeden bir güce (devlete) dönüşür.
Çoğu kez etkinliği ve gücü kabul edilen lider, birbirine yakın akraba boyları, kabilleri, toplulukları bir araya getirerek kurduğu devletin sınırlarını daha da genişletir, diğer kabile topluluklarını egemenliği altına alarak sırasıyla yabgu, melik, han, kağan, sultan yani imparator olur.
MÖ VIII yüzyılda Orta Asya’da ortaya çıkan Hunlar, iki kola ayrılarak kuzeyden ve güneyden batıya doğru göçer.
Orta Asya’da yaşamış devletlerin en eskisi, Çinlilerin Hiung-nu dedikleri, M.Ö 220’de kurulan Büyük Hun Devleti’dir(M.Ö.220–51). Asya Hunlarının ya da Büyük Hun Devleti’nin kurucuları, MÖ III yüzyılda Batı Mançurya’dan Pamir Ovası’na kadar geniş bir bölgede hâkimiyet kurar. Çin için büyük tehlike haline gelir. Çinliler, Hun akınlarını engellemek için Çin Seddi’ni yapar.
MÖ 51’de ikiye bölünen Büyük Hun Devleti’nin doğusunda kalanlar Çin’e boyun eğerken, batısında olanlar Asya içlerine doğru yolculuklarını sürdürür. MÖ IV yüzyılda Volga Irmağı’nı geçer, Batı Hun Devleti’ni kurar, Avrupa’yı tehdit etmeye başlar, 434’te Bizans’ı haraca bağlar, Atilla yönetiminde İstanbul yakınlarına kadar gelir. Atilla’nın ölümüyle gücünü yitirmeye başlayan Hunlar, 455’te Germen ordularına yenilerek dağılır.
V.yüzyılın ortalarında Orta Asya’dan güneybatıya yönelen ve Hindistan’a kadar inen Hunlar Ak Hun Devletini (Eftalit) kurar, İpek Yolunu ele geçirir. 652’de Sasani ve Bizans devletlerinin işbirliği sonucu yıkılır. (3, shf.19)
Hunlar, hem Türklerin hem de Moğolların ataları sayılır. Tıpkı Cermenlerin hem Norveçlilerin, hem Almanların hem de İngilizlerin ataları olduğu gibi. Şu halde Hunlar, Türklerin ya doğrudan doğruya atalarıdır yahut da Türkler Hunların bir koludur. Nasıl ki batının hukuku Cermen hukuku ile başlıyorsa Türk hukuku da Hun hukukuyla başlar. (2, shf. 11)
Büyük Hun Devleti’nin en parlak dönemi, M.Ö 209’da Mete Han’ın kağan olduğu dönemdir. Oğuz Han ile Mete Han aynı kişidir. Mete’nin sanı, bütün Hun hanlarında olduğu gibi “Tan-Hu”dur, “gökten kudret alan” anlamındadır.
Büyük Hun Devleti, sağda 12 solda 12 olmak üzere 24 yönetim bölgesine ayrılır. Bu yönetim bölgesinin başında bulunan beyler, bağımsız olmaktan daha çok devletin büyük görevlileri gibidir. Hunlar’da devlet düzeni hiyerarşiktir.
Her yılın ilk ayında boy beyleri, Tan-Hu’nun (Kağan) sarayının kurbanlık yerinde bir araya gelir (toy), devletin ve halkın genel durumunu görüşür, kararlar alır. Kurban için Mayıs ayında, atlar semirince güzün toplanılır; halkın, hayvanların sayısı ve gücü ölçülür; çünkü savaş zamanı gelmiştir, yerleşik halkların ambarları dolmuştur…
Hunlarda kamu hukuku ve özel hukuka ilişkin bazı kurallar görülürse de tam bir kurallaşmadan söz edilemez; birini öldüren öldürülür, eşkıyalık yapanın ailesi rehin tutulur, ufak suç işleyenler araba tekerleği altında ezilir, yüzü damgalanır, sopayla dövülür. Hapis cezası küçük suçlara verilir ve en fazla on gündür. Göçebe yaşam nedeniyle belirli bir yerde cezaevi bulunmaz, hapis cezası genellikle çadırda çektirilir. (2, shf.14)
Bu kurallar yazılı olmaktan öte örfidir. Büyük yaptırımlar gerektiren suçlar Tan-Hu (Kağan, Başbuğ) ile boy beylerinin katıldığı toplantılarda (toy) görüşülür, karara bağlanır, ceza burada verilir. Duruma ve konuma göre diğer boyların yaptırımları da benzer yöntemle, örfi olarak oluşur. Yargı görevi yapan bağımsız bir organdan, hukuki bir soruşturmadan, mahkemeden söz etmek olası değildir.
İkinci Türk devleti Göktürk Devleti’dir.(MS.552–744). Türk adına ilk kez siyasi bir nitelik kazandıran Göktürkler ortaya çıkışlarından VI. yüzyılın ilk yarısına kadar Juan-Juanların egemenliğinde yaşarlar. 546 yılında Çinlilerin Tiela adını verdikleri Kuzey Kabileler birliğinin saldırılarına karşı koyarak, 552 yılında Tu-menleri (Bumin Kağan) liderliğinde ayaklanırlar ve Göktürk Devletini kurarlar. Ak Hun Devleti’nin yıkılışıyla karışıklığa sürüklenen Orta Asya’ya hâkim olurlar. Oğuzlar, Kırgızlar, Karluklar, Sabarlar, Türkişler gibi göçebe Türk boylarına dayanan Göktürkler, doğuda Çin batıda Bizans’a kadar genişler. (3,23)
İl-Kağan/El-Kağan adını da alan Bumin Kağan, ülkenin batı kesimini Küçük kardeşi İstemi Han’ın yönetimine verir. İstemi’ye on boy (kabile) bağlanır ki bunlara Onoklar da denir. Devletin Bumin’e bağlı doğu kesiminin başkenti Ötüken’dir.
Bumin Kağan devleti kurduğu yıl ölür, üç oğlu sırasıyla kağan olur. Bumin Kağan’ın kardeşi İstemi Han, Bizans’la ilişki kurar, elçiler gönderir. İstemi’nin oğlu Tardu, Bumin Kağan’ın üçünü oğlu T’o Po 581’de ölünce bağımsızlaşır. Göktürk Devleti, Doğu Göktürk Devleti Batı Göktürk devleti olarak ikiye ayrılır. Doğu Göktürk Devletine 630 yılında Çinliler son verir, Batı Göktürk Devleti bir süre daha varlığını sürdürür.
Göktürk Şadı(beyi) Kutlug, 682’de başlattığı bir ayaklanma ile Çin hâkimiyetinde kalan Doğu Göktürkleri ile Batı Göktürkleri bir araya yeniden getirir, Göktürk Devleti’ni yeniden kurar (II. Göktürk Devleti), İl-Teriş/El-Teriş Kağan (ili, eli birleştiren) sanını alır. (*3,23)
Kutlug Kagan 692’de ölünce, çocukları küçük olduğu için, yerine kardeşi Kapgan geçer. 24 yıl iktidarda kalan Kapgan Han’dan sonra ise oğlu İnel (savaşlarda bir başarısı yoktur) başa geçerse de Kutlug Han’ın küçük oğlu Kül Tegin (Çin kaynakları, “olağanüstü asker” olarak niteler) ihtilal yaparak ağabeyi Bilge Şad’ı kagan olarak tahta geçirir. Bilge Kagan kardeşi Kül-Teğin ile birlikte devleti yönetir.
II. Gök-Türk Devletinin hızla gelişmesinde büyük rol oynayan iyi bir stratejist olan vezir Tonyukuk’un planları sayesinde büyük askeri ve devletin düzenlenmesi anlamında başarılar elde edilir. En parlak dönemini Bilge Kagan döneminde yaşayan II. Göktürk Devleti’ne 744’te Uygurlar son verir.
Orhun yazıtları diye anılan, 720’de dikildiği sanılan Tonyukuk, 732’de dikilen Kül-Teğin, 735’te dikilen Bilge-Han yazıtlarında, hukukla ilgili bir bilgiye rastlanmaz; bu yazıtlarda devletin yapısı ve Kaganın yaptıkları anlatılır.
Göktür Devleti de tıpkı Hun devleti gibi büyük lider (şef, başbuğ, kagan) etrafında toplanmış boylar (kabileler) birliğidir. Boylar birliğinin liderine Kagan, boy liderine de Kan denir.
Kağanın görevi, boyları (kabileleri) bir arada tutmak, birbiriyle ve dışarıyla olan ilişkilerini düzenlemek, gelir sağlamaktır.
Kağan kudretini, erkini (=kut) gökten, Tanrı’dan alır, tanrı olmamakla beraber Tanrı’ya benzer sayılır. (2, shf.19)
Devlet yönetimi, Hunlar’da olduğu gibi, ülke sağ sol olmak üzere ikiye ayrılır. Bölümler, Şadapıt, Tarkan, Buyruk denilen boy beylerinin yönetimine verilir. Bu beylerden başka Yabgu, Şad, Teğin, Alpagu, Tadın gibi adlar taşıyan boy beyleri de vardır.
Devlet yönetimine katılan bu beylerin en önemli görevi, Kağanın yeri boşaldığı zaman yeni Kağanı seçmektir. Yeri boşalan Kağanın ergin oğlu varsa bunun seçilmesi gelenektir.
Ceza Hukuku, Hunlar’da olduğu gibi, kamu hukuku alanındır. Yani cezayı belirleyen ve uygulayan devlettir; bazen suçlu bulunanın yakınlarına da yaptırım uygulandığı görülür. İsyan, cana kast, evli kadına tecavüz ölümle; genç kızları baştan çıkaran hem ceza hem evlenmekle; dövme, yaralama tazminat ödemekle; hırsızlık çaldığı malın sayı ve değerinin on mislini vermekle cezalandırılır.
Özel hukuk tam gelişmemiştir, ancak boyların kışı geçirdiği kışlaklarda bir parça toprağa sahip olmak, baba ölünce bu toprağı en küçük oğula bırakmak; atları, zeki ve cesur oğula vermek; koyunları diğer çocuklar arasında bölüştürmek gelenektir. Beylerde Kut hakkı (yönetim, egemenlik), buna layık olana düşer. (2: shf. 18,19,20,21,22)
Göktürk Devleti’nde de bir hukuki soruşturmadan, yargı yetkisi kullanan bir mahkemeden söz edilemez.
Göktür Devleti’nin kurulmasından itibaren çeşitli birlikler oluşturmaya başlayan Türk boyları, Ön Asya’ya geldiklerinde İslamiyetle tanışır. Kimi Türk boyları batıya doğru yolculuklarına devam eder, kimileri de bulundukları coğrafyada siyasi işlev üstlenir. X. yüzyılın başlarından itibaren Peçenekler, Oğuzlar, Kıpçaklar Karadeniz’in kuzeyinden batıya doğru ilerler, Balkanlara iner.
XI. yüzyılda Oğuz, Kıpçak, Uygur, Karluk, Kırgız, Yağma, Çiğil, Bulgar ve Başkırt adlı boyların Doğu Avrupa’ya doğru uzanarak yerleştikleri görülür. Oğuzlar, Seyhun Nehri civarından Ön Asya’ya doğru ilerlerken; Kıpçaklar, Hazarın kuzeyinden Karadeniz’e doğru ilerler.
Yerleşik Hukuk
Üçüncü Türk devleti Uygur Devleti’dir.(MS.745–1209). Göktürk Devleti içinde yer alan Uygurlar, Bilge Han’ın MS.734’de ölümünden sonra çıkan karışıklıktan yararlanarak, Kutluk Bilge Kül’ün öncülüğünde, Basmil ve Karluklularla birleşerek ayaklanır, Göktürk Devletini yıkar, Ötüken’i alır.
Uygurlar, önce Karluklarla birlik olur Basmilleri saf dışı bırakır, sonra Karlukları egemenlikleri altına alarak Uygur Devleti’ni kurar. İlk başlarda Ötüken devletin başkentidir, sonra doğudaki Ordu Balık’a (Karabalasağun) taşınır.
758’de Uygurların en önemli kenti Baybalık Çinliler ve Soğdaklar tarafından kurulur. 762’de Çin’den Maniheizm rahipleri gelir, Kağan Böğü Han Mani dinini kabul eder. 780 yılında Böğü Kaan’ın veziri tarafından öldürülmesiyle büyük bir karışıklığa düşen Uygurları Kutluk Bilge Han yeniden toparlar, ancak 840’ta Kırgızlar Uygurları dağıtır.
Ötüken Uygurları Kırgızların egemenliği altına girer. Sarı Uygurlar Kansu’ya yerleşir, yeni bir devlet kurar, 1028’e kadar yaşar. Turfan (Beşbalık)Uygurları önce Karahıtaylara, sonra da Moğollara bağlanır, 1209 yılında Cengiz Han tarafından saf dışı edilir. . (3, shf.25)
Uygurların bir kısmı bozkırda göçebe, bir kısmı vahalarda tarancı (tarımcı) olarak yaşar. Çinlilerle tecimin (ticaretin) ilerlemesi, Çin’den gelen malları saklayabilmek için depoların gerekli olması, yerleşikliği hızlandırır. (2, shf.22)
Uygurlarda, Hun ve Göktürklerin göçebe hukukundan ayrı olarak, Çin’in ve Çinlilerin etkisiyle yerleşik özel hukuk alanında yeni kurallar oluşur ve bu İslamiyet’in Asya’da egemen olmasına kadar da sürer.
Uygur Kağanı da egemenlik kudretini (=Kut) tanrısal kaynağa bağlar. Otacılar (tabip), Yıldızcılar (Müneccim, Astrolog), Şair (Ozan), Targıçlar (Tarımla uğraşanlar), Satıgçılar (Tüccarlar), İğdişçiler (Çobanlar), Uzlar (küçük sanatçılar), Karabudunlar(İşsizler), Çivgalar (Yoksular) adlı sosyal gruplar oluşur. (2, shf.25)
Devlet yönetiminde, Kağanın ve boy beylerinin dışında, baş vezir (Ulu Hacip), Sübaşı(komutan), Saraybakanı (Kapıkbaş), başyazman (Bitikçi), Ağıcı (Haznedar), Yalvaç (Elçi) ve Tapukçu (ikinci sınıf memur) adları verilen görevliler yer alır. (2, shf. 26)
İlk ABC’yi Uygurlar kullanır En önemli gelişme özel hukuk alanında olur; trampa (değiş tokuş), faiz, taşınmaz mal satışı, yarıcılık sözleşmesi, vasiyetname, evlat edinme örneklerine rastlanır.
Belgeler, Uygurların her alanı kapsayan, oldukça ileri anlayışa dayanan bir hukuk sistemi kurmaya yöneldiklerini gösterir.
Uygurların tarih sahnesinden çekilmesi, İslamiyet’in Türkler arasında yayılması ile göçebe Türk hukuku da tarihe karışır.
İslam Hukuku
Türkler, İslamiyet’in inanç kalıbına girmeden önce, ikiciliğe dayanan (aydınlık, karanlık), aydınlık evreni oluşturan 17 katlı “gök”, karanlık evreni oluşturan 7 veya 9 katlı “yer”, bütün bunları yaratan ve göğün en üst katında oturan “Tanrı=Tengri”, gök’ün “cennet”, yeraltının “cehennem” olduğu ve “yersu” adlı iyiliksever, yüksek dağlarda, ırmak boylarında, su kaynaklarında oturan ruhun bulunduğu, bunlara tapınmak ve kurban vermek gerektiği, Kam (Şaman) denilen kadın erkek rahiplerin ruhlarını göndererek ya da ruhları kendi içine alarak insan yaşamında etkin rol oynadığı Şamanlığa inanır.Bununyanında Budizm, Mazdeizm (Zerdüş), Manheizm, Nestorinizm gibi inanışlarla da tanışır, Orta Asya’da, Doğu Türkistan’da bu inançlarla yüzyıllarca yaşar. (2, shf.32,33)
Türklerin İslamiyet’i kabul etmesiyle bu inanışlar silinir gibi görülse de yine de içinde yaşar, gelenek ve göreneklerde somutlaşır; ancak hukuk alanında ciddi bir etkisi olmaz, en büyük etkiyi İslamiyet yapar.
Türklerin İslamiyet’e girmesi ve benimsenmesi çok uzun bir süreci kapsar. İslamiyet’in ortaya çıktığı VII yüzyıldan Türklerin büyük çoğunluğunun İslamiyeti kabul ettiği/ ettirildiği XI yüzyıla kadar 400 yıl geçer.
İslamı cihatla (Savaşla) yaymak isteyen Araplarla Türklerin ilk karşılaşması 642’de Maveraünnehir’de (Sir Derya=Seyhun-Amu Derya=Ceyhun nehirleri bölgesi) olur. Araplar, tüm uğraşlarına karşın, Göktürklerin dirençli savunması karşısında, Maveraünnehir’den bir adım ileri gidemez.
Göktürk Devleti ortadan kalktıktan sona ise Maveraünnehir Arapların eline geçer. Doğu İran’da ve Maveraünnehir’de bağımsızlaşan Samaniler, X.yüzyılda Orta Asya’nın Çimkent ve Talas bölgelerini zapteder. Maveraünnehir bölgesine yerleşmiş Türk boyları (kabile) ya İslamiyeti kabul ederek ya da köleleşerek Dar ül-İslam’a girer.
VIII yüzyıldan itibaren İslam halifeleri koruma birliklerini Müslüman Türklerden oluşturur. Bu, Türklerin ordu içinde yükselmesine, mevki, orun kazanmasına, giderek hanedan olmalarına, devletleşmelerine yol açar. IX yüzyılda Ahmet İbn-i Tolun’un Mısır Valisi olması ve 868’de Mısır, Suriye’de, Abbasi Halifeliği’nden bağımsız ilk Türk kökenli hanedan olarak ortaya çıkması ve Tolunoğulları Devleti’ni (868–905); Fergana asıllı Muhammet bin Tuğç’unda İhşidiler (935–969) devletini kurması bu yolla olur. Kuzey Suriye’ye, Kilikya’ya, Musul, Kerkük dolaylarına Türk boylarının yerleşmesi bu dönem görülür.
İslamı kabul ederek Dar ül-İslama (İslam Dünyası) giren Türkler, İslam halifesini de korumaya alır, İslam dünyasının bütününü kapsayan Türk-İslam devletlerini kurar.
Türk-İslam devletlerinin başlıcaları, Tolunoğulları (868–905), İhşidiler (935–969), Gazneliler (963–1186), Karahanlılar (992–1211), Büyük Selçuklular (1038–1194), Anadolu Selçukluları (1077–1242), Büyük Selçuklu Devleti’nin içinden doğarak bağımsızlaşan Eyyubiler (1187- 1250), Harzimşahlar (1097–1128), Eyubilerin yerini alan Memluklar (1250–1517), Timur Devleti (1370–1506), Osmanlı (1299–1923), Akkoyunlu(1390–1444), Karakoyunlu(1380–1468), Safevi(1502–1736), Babür (1526–1858) devletleridir.
Bu devletleri kuran Türk boyları, İslamiyeti kabul etmelerine karşın, dillerini, kültürlerini, geleneklerini sürdürür.
Geniş topraklara yayılan İslam Dünyası, X yüzyılın başından itibaren Arap hanedanları ile iki büyük mezhep (Şiilik, Sünnilik), beş büyük Arap Hanedanı (Abbasiler, Emeviler, Fatımiler, Karmatiler, Hamdaniler) arasında yaşanan iktidar kavgası nedeniyle zayıflar, duraklar. Bu ortamdan yararlanan Türkler, Türk-İslam Devletlerini kurar.
İslami benimseyen Türk-İslam devletlerinde yürürlükte olan hukuk, İslam hukukudur.
İslam, yalnızca bir din değil, aynı zamanda bir hukuk sistemidir.
İslam hukuk sistemi de diğer hukuk sistemleri gibi kendi kendine değil, diğer hukuk sistemlerinin etkisi altında kalır ve gelişir.
İslam hukukunun esası, Hz. Peygamber’den önce Araplar arasında var olan örf ve âdetin kurallara bağlanarak pekiştirilmesi ve buna yeni ve ileri kuralların katılmasıdır.
İlk yüzyıllarda içtihat yolundan giderek büyük gelişme gösteren İslam hukukunun, içtihat yolunun kapatılmasıyla donduğu ve dünyadaki gelişmeye ayak uyduramadığı kabul edilir(2, Shf.39, 40)
Türkler, Müslüman-Türk devletlerini kurmaya başladıkları X yüzyıldan, İslam hukukunu kesin olarak bıraktıkları XX yüzyıla kadar, İslam hukukunu daha çok özel alanda uygular.
İslam hukukunun adı fıkıh’tır. Fıkıh, dine ait kuralların yanında devlete ve özel yaşama ait kuralları da kapsar. Fıkıh’ın dine ait kurallarına İbadat, aile, miras, ayni haklar, borçlar hukuku, yani özel yaşayışa ait kurallara Muamelat, ceza hukukuna Ukubat denir. (2, Shf.40)
İslam hukukunun kaynakları Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas’tır.
Kur’an, tanrı tarafından Hz. Peygamber’e gönderildiğine inanılan ayetlerin bütünüdür.
Sünnet, Hazret-i Peygamberin kimi olaylar, anlaşmazlıklar karşısında söylediği sözler, koyduğu kurallar, sorulan sorulara verdiği cevaplardır ki örnek alınması ve uyulması gereken kurallardır.
İcma, belli bir dönem veya zaman içinde yaşayan fakihlerin (din bilginlerinin) bir sorun üzerinde aynı düşüncede olmaları, buna uyulması ve aksine görüş ileri sürülememesidir.
Kıyas, Kuran ve Sünnette yer alan kuralın, aynı kaynaklarda yer almamış olan bir sorunun çözümü için, benzetilerek uygulanmasıdır ki Sünni mezheplerin doğmasına kıyasın yol açtığı ileri sürülür.
İslam hukukunun kaynaklarından biri de içtihattır.
İçtihat, fıkıh kaynaklarının koymuş olduğu kurallardan hangisine uyulması gerekeceğinin aranıp bulunmasıdır ki bu işi yapanlara Müçtehit denir. Sonradan sorunların kesin olarak çözüldüğüne inanılmış ve içtihat yolu kapatılmıştır. İçtihat yolunun kapatılması İslam hukukunun gelişmesini durdurmuştur. Sorunlar çıkınca Fıkıh bilgini sayılan Müftü’lere sorulur, alınan fetva’yla çözüm yoluna gidilir. (2, Shf.47)
İslam hukukunda, özel hukukunun tersine, kamu hukuku çok az işlenmiştir. Kamu hukuku çoğu kez örf ve adet hukukuna göre yürütülmüştür.
İslam devletleri bütün Müslümanları içine alan ve bütün dünyaya egemen olmak isteyen bir anlayışa dayandığı için, İslam kamu hukuku evrensel bir boyut taşır.
İslam devletinin başında halife bulunur. Halife, Emir ül-Müminin yani Müslümanların Emiridir. Müslüman olmayanlarla savaşan orduların başkomutanı, Müslümanların ortak ibadetini yaptıran başimam, Peygamberin halefidir.
Halifeye itaat etmeyen, Peygamber’e ve dolaysıyla Allaha karşı isyan etmiş sayılır.
İslam kamu hukukuna göre dünya, Dar-ül Harb, Dar ül-İslam olarak ikiye ayrılır. İslam egemenliği altında olan bütün topraklar Dar ül-İslam, olmayanlar ise Dar ül-Harp’tir.
Dar-ül Harbi, Dar ül-İslam’a çevirmek için Cihat gerekir. Halife her yıl Cihat yamakla yükümlüdür.
Bütün Müslümanlar Dar ül-Harbe giren ülkeden çıkmak zorundadır, eşinin ardından gelmeyen kadın boşanmış sayılır. (2, Shf.55)
İslam Ceza Hukukunun Fıkıhtaki adı, yukarıda belirttiğimiz gibi, Ukubat’tır.
İslam hukukunda işlenen suç, ya Allah’a ya da kişiye karşı işlenir.
Suç yalnızca Allah’a karşı işlenmişse ve bunu kimse görmemişse, suçluya bunu saklaması, suç meydana çıkmışsa inkâr etmesi, itiraf etmişse ikrarını geri alması yalnız sessizce Allah’tan af dilemesi sağlık verilir; çünkü Allah bağışlayıcıdır. (*, Shf.59)
Bir kere ortaya çıkmış bu tür suçlara ceza verip vermemekte serbestlik vardır. Eğer suç kişiye karşı işlenmiş, özel hukukuna engel olmuşsa, bu kişinin yakınması, zarar görmesi üzerine harekete geçilir.
İslam ceza hukukunda suçlara verilen cezalar dört gruba ayrılır: Kısas, Diyet, Hadd, Tazir.
Kısas, cana karşı canla ödeşmedir; öldüren öldürülür. Ancak bunun uygulanabilmesi için suçun bilerek isteyerek (taammüden) işlenmesi gerekir.
Diyet (=Kanlık), bedel ödemedir. Ölüm ya da yaralanmayla sonuçlanan bir suç işlendiği zaman kıyasın istenmediği veya uygulanmasının olanaksız bulunduğu durumlarda, suç işleyenin maktul yakınana veya mağdura mal (hayvan, para, altın, eşya vs) vererek bedel ödemesidir.
Had, Kuran’da belirtilen değişmez cezaların uygulanmasıdır. Bu ceza Allaha karşı işlenen suçlara karşı konmuştur, yakınmasız kovuşturulur. Allaha karşı işlenen suçu kimse görmemişse susması, itiraf etmişse inkâr etmesi, Allah’tan sessizce af dilemesi istenir. Hadd cezası, beş suça uygulanır ki bu suçlar: Zina, İftira, Hamr (alkol, şarap içme), Hırsızlık, Yağma’dır (Yol Kesme). Kur’an’da olmayan Hamr suçu ile Zina yapan kadına uygulanan Recim (taşlayarak öldürme) cezası İcma yoluyla konmuştur.
Tazir, Kuran’da yer almayan suçlara karşı verilecek cezadır. Tazir’de ölüm cezası yoktur; ancak halifeye, hükümdara, devlete karşı olduğu ve zarar verdiği sonucuna varılan suçlarda, bu hak tanınmıştır ki buna Siyaseten Katıl denir ve bu ceza Şeyh ül-İslam’dan fetva alınarak uygulanabilinir.
Hz. Peygamber sağ iken özel hukuk alanında çıkan anlaşmazlıkları çözer ve suç işleyenlere cezalarını verir. Sonradan Dar ül-İslam (İslam memleketi) büyüyünce halifeler bütün anlaşmazlıkları çözümleyemez duruma gelir, zorunlu olarak illerde valiler bu işlere bakmaya başlar. Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında bile hukuki anlaşmazlıkları çözmek üzere Kadı’lar görevlendirilir.
Kadılar hem ceza hem de özel hukuk işlerine bakar.
Şeriata göre kadı, şeriatı iyi bilen, mahkûmiyeti olmayan, vereceği hükümleri fıkıh (İslam hukuku) kaynaklarından kendisi çıkarabilen, müçtehit (İslam hukuku yorumcusu) gibi hareket edebilen kişidir.
Kadı olmak için erkek olmak gerekmez, kadınlarda kadı olabilir, yalnız kadın kadılar, Kısas ve had cezalarında kadılık yapamaz, tanıklık edemez.
Kadılar yalnızca davalar bakmaz, aynı zamanda vakıf işlerine, yetim ve delilerin mallarının yönetilmesine, erkek akrabası olmayan kadınların evlendirilmesi işlerine de bakar.
Kadının özel hukuk veya ceza hukuku alanında bir sorunu çözebilmesi için, özel hukuk alanında bir yakınıcının kadıya başvurarak dava açması; ceza hukukunda ise suç kişiye karşı (Hakkı Âdem) işlenmiş ise zarar görenin veya varislerinin, tanrıya karşı (Hakkı Alla) işlenmiş ise herhangi bir müslimin başvurması gerekir. Suç had cezasını gerektiren suçlardan ise, kadı suçu öğrenir öğrenmez kendiliğinden harekete geçer, yakınmayı beklemeden davaya bakar.
Hakkı ihlal edilen kişi kadıya başvurur, kadı, suç isnat edileni mahkemeye çağırır. Yargılama açık ve sözlü yapılır, şahitler dinlenir, kanıtlar toplanır ve karar verilir. Verilen kararı, zaptiyece yerine getirilir.
İslam hukukuna göre, ülkenin baş kadısını (Şeyh ül-İslam) halife atar. Türk-İslam devletlerinin baş kadısını önceleri Bağdat’taki Abbasi halifesi, Yavuz Sultan Selim’in halifeliği üslenmesinden sonrada Osmanlı padişahı atardı.
Osmanlı’da Adalet İşlerinin başı Kazasker ile Şeyh ül-İslam’dır. Kazasker askerlerin davalarına, miras işlerine bakar, kadıları ve müderrisleri atar. 1480’e kadar bir adet Kazasker var iken, bu tarihten sonra Anadolu ve Rumeli kazaskeri olur ve her ikisi de Divan-ı Hümayun’a girer. Osmanlı’da Şeyh-ül- İslam, din işlerine bakan en yüksek görevlidir, manevi makamdır, bundan dolayı ulemanın da başı sayılır. Kazaskerlik, Mollalık ve müderrislikte bulunanlar Şeyh-ül-İslam atanırken, Ebussuud Efendi’den sonra genellikle Rumeli Kazaskeri bu göreve atanır. Sadrazam Padişahın dünyevi vekili iken Şeyh ül-İslam dinsel vekilidir. Şeyh ül-İslam, Divanın üyesi değildir. Özel şeri bir hususun çözümü için Divan’a çağrılabilirdi. Cülusta (padişahın tahta çıkması), kılıç kuşanma, sultan cenazelerini kaldırmada görevlidir. Padişahın özel olarak gönderdiği davalara bakar, çözülmeyen şeri sorunları fetva vererek çözümler, kadıların doğru karar vermesi için yol gösterir, ancak yerlerine geçip hüküm kuramaz. Birçok şehirde bulunan ve Şeyh ül-İslam’a bağlı olan Müftüler de benzer biçimde görev yapar. Şeyh ül-İslamlık cumhuriyete kadar sürerse da Tanzimat’tan sonra yapılan düzenlemelerle önemini yitir, ancak 1876 Anayasası’na göre Bakanlar Kurulunun üyesi sayılır. (2, Shf.138, 139)
Osmanlı’da küçük kasabalara kadar dal budak salan yargı örgütü vardır. Kazaskerden itibaren aşağıya doğru giden bir hiyerarşi içindedir. Bu örgütün en önemli unsuru hâkimlerdi. Hâkimlerin başında “Molla” denilen hâkim, bundan sonra sırala belirli şehirlerde mollalık yapanlar (Küçük Molla), hâkim olmayan müfettişler, şehirlerde görev yapan kadılar, kazlarda görev yapan naipler gelir.
Osmanlı’da ilk medreseyi 1326 yılında Sulatan Orhan İznik’te kurar. Fatih Sultan Mehmet, Fatih, Ayasofya, Eyüp, Kanuni Sultan Süleyman Süleymaniye medreselerini kurar. Bu medreselerde Tıp, Matematik, İlahiyat, Hukuk okutulurdu. Öğretim derecesi 12’iydi. Medrese’de okuyan öğrencilere Talebe denirdi, sınavla bir üst sınıfa geçenlere Danişment adı verilirdi. Sınıfını bitirip öğrenime devam etmeyenler bir sınavla Naip olurdu. Öğrenime devam eden Danişment, sınavla mülazımlığa geçerdi. İsteyenler Kadı olurdu, müderris olmak isteyenler okumaya devam ederdi. Süleymaniye’de müderrisliğe kadar yükselenler molla olurdu.
Devletin çıkarmış olduğu ve iktisadi hayatın en ince noktalarını düzenleyen ihtisap kanunlarına dayanarak “iktisap Ağaları” da çarşı ve pazardaki hayatı düzenler ve denetlerdi.
Osmanlı da İslam ceza hukuku tam uygulanamamış, bazı değiştirmelere uğramıştır. Değiştirmeler had cezalarında olmuştur. Osmanlı yalnız cezaları değiştirmekle kalmamış, yeni cezalar koymuş ve suçlunun maddi durumuna göre basamaklandırmıştır. Fatih Kararnamelerinde bu değişiklikler görülür, “at uğurlarsa eline keseler, kesmezlerse 200 akçe cerem alına” buyruğunda olduğu gibi, hırsızlık suçunda had hükümlerine aykırı hüküm konarak hâkime takdir hakkı tanımıştır.
İkili Hukuku
Milattan önce 200 yılında Hunlarla başlayan Türk Hukuku, X. yüzyıldan itibaren girdiği İslam Hukuku cenderesinden, Türk-İslam devletlerindeki örfi hukuk uygulamalarıyla kurtularak nefes almaya, 1730’da Lale Devri ile İslami yaşam tarzı yanında batı yaşam tarzını benimsemeye, 1789’da yapılan reform çabalarının Padişah III. Selim’in öldürülmesiyle tıkanması, Padişah II. Mahmut’un 1826’da yeniçeri kışlalarını topa tutarak reforma karşı direnişi kırılması, 3 Kasım 1939 tarihli Tanzimat fermanı ile İslam hukuku ile batı hukukunu birlikte uygulamaya çalışan ikilili bir hukuk düzeninin oluşumuyla noktalanır.
Padişah II. Mahmut döneminde, Meclis-i Vala-yı Ahkamı Adliye adlı bir kurul oluşturulur, bu kurula yönetim işlerinde danışma, memurları yargılama, devlet ile kişiler arası uyuşmazlıkları çözme görevi verilir, hukuk alanında dönüşümün başlangıcı olur.
Gülhane Hatt-ı Hümayunu (fermanı) yayınlanana kadar idare hukuku, medeni hukuku, ceza hukuku alanlarına ilişkin yargı yolu ayrımı yoktur; kadılar, her türlü davaya bakar.
Tanzimat’tan önce Osmanlı Devleti’nde üç tip mahkeme vardır: Osmanlı tebaası Müslüman halkın kendi arasında ve yabancı uyruklular arasında çıkan her türlü anlaşmazlıklara bakan Şeriat mahkemeleri, Müslüman olmayan cemaat üyelerinin davalarına bakan cemaat mahkemeleri, kapitülasyondan yararlanan yabancı uyruklu kişiler arasındaki davalara bakan Konsolosluk mahkemeleri.
Saray entrikalarının artması, yeteneksiz, ürkek padişahların tahta çıkması, kapıkulu ve dirlik düzenin bozulması, Osmanlının toprak kaybetmeye başlaması, dış baskıların artması hukuki düzenlemeyi zorunlu kılar ve ilk köklü değişim Tanzimat fermanı ile olur.
Tanzimat süreci, aynı zamanda, İslam hukuku ile batı hukuku arasında bir çeşit mücadele sürecidir. Mücadelenin sonunda kamu hukuku alanında batı hukuku yanlıları, özel hukuku alanında İslam hukuku yanlıları öne çıkar.
Tanzimat fermanı, hukuki bakımdan, beş esaslı noktayı içine alır: (1)Kanun önünde Müslüman olan olmayan eşittir, (2) Herkesin, can, mal ve ırzı dokunulmazdır; (3) Kanunsuz vergi alınmaz ve vergi iltizamları olmaz; (4) Eşitlik gözeten bir yöntemle asker alınır; (5) Ceza davaları açık görülür (alenidir).
Tanzimat, Osmanlı Devletinde o zamana kadar hüküm süren “keyflik”ten “hukuki”liğe, “kanusuzluk”tan “meşruiyet”e, “emniyetsizlik”ten “emniyete” geçişi ifade eder (5, Shf.139)
Tanzimat fermanından üzerine ilk çıkarılan kanun, 1840 tarihli ceza kanunudur. 1851’de Kanun-i Cedit (Yeni Kanun), 1858 yılında Fransız Ceza Kanun’u esas alınarak yeni bir ceza kanunu yürürlüğe konur. Bu son ceza kanunu 1926 tarihli Türk Ceza Kanun’u kabul edilene kadar uygulanır. 1879’da Fransız Ceza Yargılama Usulü Kanunu çevrilerek Osmanlı Ceza Usul Kanunu yürürlüğe girer.
1856 yılında yayımlanan Islahat Fermanı ile Müslimlerle gayrimüslimler arasında davaları görmek üzere karmaşık mahkemelerin kurulacağı, gayrimüslimlerin mülk sahibi olabileceği kabul edilir.
Özel hukuk alanında çıkarılan kanunlar, ya İslam hukukuna dayandırılır ya da yabancı kanunlardan çeviri yoluyla elde edilir. Özel hukuk alanında ilk çıkarılan kanun 1950 tarihli Ticaret Kanunu’dur. Bu kanunda esas olarak Fransız Ticaret Kanunu’na dayanmaktadır. 1861’de Ticaret Yargılama Usul Kanun’u, 1863’te Deniz Ticaret Kanun’u yürürlüğe girer.
1868’de Meclis-i Ahkâm-ı Adliye adlı kurul Divan-ı Ahkâm-ı Adliye ve Şura-ı Devlet olarak ikiye ayrılır, birincisi adliye mahkemelerinin en yükseği (Yargıtay), ikincisi de idari yargı organı (Danıştay) olur.
1831–39 arasında Dirlik sistemine dayanan Osmanlı toprak düzeninde Tımar örgütlenmesi kaldırılır, 1858’de Arazi Kanunu çıkarılır. Kanun, mülk araziyi tanımakla yetinir, düzenlenmeyi fıkıh kurallarına bırakır.
Tanzimat’tan sonra medeni hukuk alanında çıkarılan en önemli kanunun, Mecelle-i Ahkâm-i Adliye’dir. 1869–1976 yılları arasında İslam hukukunun Hanefi mezhebine dayanılarak hazırlanan, Mecelle adıyla bilinen bu kanun, 1851 maddeden oluşur. Mecellede borçlar hukukundan, medeni hukuktan söz edilmez, evlenme, boşanma, miras ile ilgili hükümler yer almaz. Mecelle içinde İslam hukukunun birçok hükümleri Türkçe olarak toplanır ve saptanır.
Mecellenin Hanefi mezhebinin esas alarak hazırlanması, Hanefi mezhebinden olmayanları mahkemelere başvurmaktan alıkoyar, sorunlarını inandıkları mezhebin kurallarına göre iç bünyelerinde çözmeye iter.
1879 yılında Fransa’nın medeni usul kanunundan yararlanarak Osmanlı Hukuk Yargılama Usulü Kanun’u (Usul-i Muhakeme-i Hukukiye) çıkarılır.
1876’da kabul edilen Kanun-u Esasi (Anayasa), Avrupa Monarşilerinin ve parlamentarizmin etkileriyle yazılır. Yasama, yürütme ve yargı (Erk) Osmanlı mutlakıyetçiliğinin izlerini taşır, padişahın kişiliğinde birleşir.
Bu Anayasa’ya göre, Şeyh ül-İslam ile diğer vekiller (bakanlar), Sadrazamın (Başbakan) başkanlığı altında Bakanlar Kurulunu (=Heyet-i Vükela) oluşturur. Bakanlar padişah tarafından atanır. Sadrazam, Şeyhülislam ve bakanlar hem padişaha hem de Meclis-i Umumiye karşı sorumlu kabul edilir.
Meclis-i Umumu, Meclis-i Ayan ve Meclis-i Mebusan’dan oluşur. Meclis-i Ayan üyelerini padişah atar. Meclis-i Mebusan üyeleri ise, 50.000 Osmanlı Tebaasına (yurttaş) göre hesaplanır ve erkek seçmenler tarafından seçilir.
Bu Kanun-u Esasi (Anayasa) tam bir uygulama olanağı bulamadan, Padişah II. Abdülhamit tarafından 14 Şubat 1878’de askıya alınır. 30 yıl süren istibdat (baskıcı) dönemden sonra, 24 Temmuz 1908 tarihli İttihat ve Terakki isyanıyla yeniden yürürlüğe konur, yapılan değişiklikle padişahın yetkileri kısıtlanır, Meclis’i Umumi’nin yetkileri artırılarak, “Mutlakıyetçi Monarşi”den, “Parlamenter Monarşiye” geçilir.
Tanzimat’tan sonra Osmanlının taşra örgütü yeniden düzenlenir, 1864 tarihinde Vilayet Nizamnamesi çıkarılır, Osmanlı Devleti vilayetlere, vilayetler liva veya sancaklara, sancaklar kazalara, kazalar nahiyelere, nahiyeler de köylere ayrılır. Vilayetleri vali, sancakları mutasarrıf, kazaları kaymakam, nahiyeleri nahiye müdürü, köyleri muhtar yönetir. 1870’te yeni bir Vilayet nizamnamesi kabul edilir ve Cumhuriyetin ilanından sonra 1929 çıkarılan Vilayet İdaresi Kanunu’na kadar yürürlükte kalır.
Yargı, Nizamiye mahkemeleri, Ticaret mahkemeleri, Şeriyye mahkemeleri, Cemaat mahkemeleri ve Konsolosluk mahkemeleri olarak biçimlenir..
Şeriyye mahkemeleri Şeyh ül-İslam kapısına bağlı olarak çalışır, her kaza, sancak ve vilayet merkezinde bir Şeriyye mahkemesi bulunur. Ticaret davalarına bakmak üzere bazı yerlerde Ticaret Mahkemesi açılır.
Yeni alınan kanunları uygulamak üzere, kaza, sancak, vilayet bidayet (ilk derece) mahkemeleri adıyla nizamiye mahkemeleri kurulur.
Nizamiye mahkemelerinde yargıç veya savcı olabilmek için İstanbul Hukuk Mektebini bitirmek gerekir. Avukatlık ise, 1875 tarihinde İstanbul için kabul edilir, 1976’da bütün ülkeyi kapsar.
Cumhuriyet Hukuku
Bu yenileşme, yeniden yapılanma sürerken, 1877–78 Osmanlı Rus Savaşı’yla Doğu Anadolu, 1912 ve 1913 Balkan savaşlarıyla Balkanlar, 1914 Birinci Dünya savaşı ile Kafkaslar, Kuzey Afrika, Arabistan, Irak, Suriye elden çıkar, Osmanlı Anadolu’ya sıkışır.
30 Ekim 1918’de Birinci Dünya Savaşının galip devletleri ile (İngiliz, Fransız, İtalyan) Mondros Mütarekesi (Ateşkes) imzalanır. Mütareke imzalandığı sırada Osmanlı ordularının elinde olan, 28 Ocak 1920’de Osmanlı Meclis-i Mebusan’ınca Misak-ı Milli sınırları içinde alınan topraklar, önce işgal girişimine uğrar, sonra 10 Ağustos 1920’de Osmanlı delegeleriyle imzalan Sevr Antlaşmasıyla İngiliz, Fransız ve İtalyanlar arasında paylaşılır, bağımız Ermenistan ve Ermenistan’a bağlı muhtar (Özerk) Kürdistan kurulması kararlaştırılır.
İşgale karşı Anadolu halkının direnişi ile başlayan, Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmasıyla hızlanan, Sivas, Erzurum kongreleri ile derlenip toparlanan, 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Milli Meclis’in yönetiminde, Mustafa Kemal’in önderliğinde, misak-ı milli sınırları içinde işgalci dış işbirlikçi iç düşmana karşı sürdürülen kurtuluş mücadelesinin kazanılması, Sevr Antlaşmasını tarihin çöp sepetine atar; 1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılması, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanı, 3 Mart 1924’te Hilafetin ilgası ve eğitim birliği yasasının kabulü, 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Mektebi’nin açılması, 30 Kasım 1925’te Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, 17 Şubat 1926’da Medeni Kanunun yürürlüğe konulması Türk hukukunda yeni bir dönemin başlangıcıdır.
Bu dönem, Osmanlı döneminde başlayan laik hukuk anlayışının uygulamaya konulması, “akli olmayan nakli kaynakların” reddedilmesidir. Bu anlamda 1926 yılında yürürlüğe konulan Türk Medeni Kanun’u, hem çağdaşlaşmanın bir aracı hem de laik hukuk anlayışının bir uygulanmasıdır.
Yasama, yürütme ve yargının ayrılması (Kuvvetler ayrılığı), yasama ve yürütmenin yargıya karışmaması, bağımsız yargı, yansız yargıç ilkesinin yargılama hukukunda egemen kılınması, “kanıtsız vicdani kanaat olmaması” ve kararların kanıtlarla desteklenen “vicdani kanata göre” verilmesi, laik hukuk anlayışının bir sonucudur.
Cumhuriyetin laik okullarında yetişen(!), özel girişimciliğin ve liberal ekonominin bayraktarlığını yapan sağcı, dinci, tarikatçıların, egemenlerin desteğiyle, dini ve dince kutsal sayılan değerleri kullanarak, gerici darbelerin yarattığı siyasal ortamdan yararlanarak, siyasi iktidarı ele geçirmeleri; iktidarlarını, gericiliğin, tutuculuğun, Osmanlı hukuk düzenine özlemin bir aracı haline dönüştürmeleri, emperyalizmin doğrudan ve dolaylı müdahalesi, Türk hukukunu çağdaşlaşma hedefinden uzaklaştırır, gericiliğin tuzağına düşürür.
Bugünkü iktidarın adli, idari, askeri yargıyı tek çatı altında toplama girişimi, bağımsız yargıyı yok etme, iktidarın hizmetine alma girişimidir. Bunu anlamak için hukuk alanında yapılanlara bakmak yeterlidir. 17.02.2013
Av. Mehdi Bektaş
*1: Devrim Bitmeyen Sevda, Mehdi Bektaş, Arkadaş Yayınları, 1.baskı, 2010.
2: Türk Hukuk Tarihi, Prof. Dr. Çoşkun Üçok, 1966, 4.baskı,
3: Tarih Atlası 2004, D.B.R Yayıncılık.
4. Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, Prof.Dr.Osman Turan, Boğaziçi Yayınları, 6.baskı,1997
5. Tanzimat I, Milli Eğitim Bakanlığı, Araştırma –İnceleme Dizisi, Komisyon, Milli Eğitim Basımevi, 1999