Önceki iki yazıda Mondros Mütarekesi sonrası işgal edilen Türkiye’nin toplumsal yapısı ve bu yapı içindeki ilerici, reformist, modernist, millici özellikler barındıran kesimleri harekete geçiren, Ulusal Kurtuluş Savaşını yönelten etmenler kısaca özetlendi. Bu toplumsal dinamiğin ürünü olan siyasi önderlik, Kurtuluş Savaşını başarıya ulaştırdıktan sonra yeni bir devlet ve ulus oluşturma hedefine yöneldi. Bu siyasi tercih hem önder heyeti içinde hem de toplumsal ittifakta ayrışmaya yol açtı. Yol ayrımının ideolojik, politik ve sosyal-kültürel özellikleri ve bunların ardındaki toplumsal dinamik nesnel bir şekilde ele alınmadan günümüzde yaşanan gelişmeler doğru bir zemine oturtulamaz.
Çünkü geçmişte ortaya çıkan politik ve sosyal-kültürel farklılıklar ve bunların ardındaki toplumsal dinamikler günümüzde de içinde bulunduğumuz konjonktürün özelliklerine uygun bir şekilde kendisini yeniden üretiyor. Bu nedenle, günümüzdeki kafa karışıklarının arka planını oluşturan genç Cumhuriyet tarihinin kimler tarafından hangi amaçla çarpıtıldığı sergilenmeye çalışılacaktır.
Cumhuriyet (Laik Uluslaşma süreci) ve Kürt Aşiretleri
Kurtuluş Savaşı’na destek veren Kürt aşiretlerinin bir bölümü Cumhuriyet’in ve laikliğin ilanına, yeni rejimin merkezi otoritesini sağlama girişimlerine karşı Kemalistlere vermiş oldukları desteklerini çektiler. Kürt aşiret isyanları bu süreçte ortaya çıktı ve yaklaşık 15 yıl aralıklarla devam etti. 1924 ile 1938 arasındaortaya çıkan Cumhuriyet karşıtı 18 ayaklanmanın 16’sı aşiret reislerinin öncülük ettiği isyanlardı.[1] Bunların içinde en önemlisi Nakşibendi Şeyhi Şeyh Said önderliğindeki ayaklanmaydı.
Fuller, 2007’de yazdığı “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabında da bu dönemin aşiret reislerinin önderliğindeki ayaklanmalarını dine, hilafetin ilgasına bağlamaktadır:
“Çok sayıda din adamı, M. Kemal’in Türk toprağını düşman işgalinden kurtarma mücadelesine tam destek vermişse de, Halifeliği sona erdirip İslami kurumların elindeki bütün yetkileri alan yeni laikleştirme önlemlerinden pek hoşnut olan yoktu. Ateşli Türk milliyetçilerinin çoğunun gözünde İslam ve din adamları, Türk vatanseverliğinin antitezi haline gelmişti.”[2]
Fuller bu eserinde Müslümanlıkla siyasal İslam’ı, dinci hoca takımı ile de halkı özdeşleştiren bir tarih anlayışı geliştirir. Fuller geliştirdiği bu tarih anlayışında, Kurtuluş Savaşı’nda işgalci emperyalist devletlerin yanında yer alan dinci güçlerin ve Hilafetin işbirlikçi ve gerici konumlarını gizler. Bu dönemdeki gerçek işlevlerini göz artı eder, çarpıtır. Daha da ileriye gider, Anadolu’nun gerici –dinci kesimlerini aklamaya ve bir bakıma “demokratlaştırma”ya girişir, ilerici yurtsever Millicileri de “ateşli Türk milliyetçisi” olarak niteler.
E. Fuller’in bu tarih yaklaşımı Henri J. Barkey ile 2008’de birlikte yazdığı “Türkiye’nin Kürt Meselesi” kitabında da görülür. Türkiye’nin Kürt uzmanı olarak tanımlanan Henri J. Barkey ile birlikte, günümüz kuşağına Şeyh Said isyanını şöyle sunarlar:
“…yeni rejimin dinin birleştirici unsur olarak işlevine son verme yönünde aldığı karar ve 1924 yılında Halifeliğin kaldırılmasıyla birlikte iki topluluğu bir arada tutan bağlardan biri daha ortadan kalkmıştı. Bu durum, ülkenin doğusunda yaşayan Palulu Şeyh Said gibi Kürt şeyhlerine Ankara’ya karşı isyan etme gerekçesi sağlamıştı.”[3](koyulaştırmalar y.a.)
Oysa birçok sosyal bilimcinin ifade ettiği gibi Şeyh Said isyanı, “feodal toprak ağalarının ve aşiret reislerinin ayrıcalıklarının azaltılacağı korkusu”na sahip bir kısım aşiretin bir araya gelmeleri ve karizmatik bir dini lider önderliğinde dini duyguları harekete geçirerek ayaklanmalarından başka bir şey değildi.[4]
ABD düşünce kuruluşlarının, Vakıfların orkestra şefi RAND Coorparation’un Türkiye bölümünü yöneten G. Fuller başta olmak üzere tüm bu yapılar, Türkiye ve Kürt sorununa ilişkin yazdıkları raporlarda, makalelerde nesnel tarihsel gerçekler bilinçli bir şekilde çarpıtmaktadırlar. Türkiye’nin yakın tarihine yönelik revizyonlar ABD’nin ülkemize ve Ortadoğu’ya ilişkin güncel politikalarına meşruiyet sağlama girişimleridir. Diğer bir ifadeyle, ABD’de geliştirilen Kürt ve Türk tarih tezleri özü itibariyle Amerikan yönetiminin Ortadoğu politikalarına meşruiyet sağlamaya yöneliktir. Genç Cumhuriyet döneminin topluma farklı biçimde sunulması (tarihi gerçeklerin değiştirilmesi) birbiriyle ilişkili iki alanı içerir. Bunlardan biri laik uluslaşma diğeri de Kürt sorunudur. Her iki alanda da karşı-devrimci kesimlerin kullandıkları temel argümanları dindir. Bu durumun bir benzeri günümüzde de yaşanıyor. Kürt dinamiği içinde yer alan Kürt egemenlerin, aynen geçmişte olduğu gibi dini gericilik temelinde oluşturdukları (din ağırlıklı etnik) ittifak, ilerici Kürt siyasi yapılarını kendine tabi kılmıştır.
ABD menşeli Kürt tarih tezlerinde, Kürt toplumunda etnik kimlik bilincinin ortaya çıkmadığı dönemde görülenfeodal aşiret isyanları milliyetçi Kürt isyanlar olarak tanımlanıp olumlanıyor. Böylelikle de Kürt aşiret reislerinin ve dinci toplumsal dinamiklerin günümüzde de devam eden gerici dinci-muhafazakâr ve işbirlikçi özelliklerinin üstü örtülüyor.
ABD emperyalizmi Ortadoğu’daki çıkarlarına yönelik geliştirdiği bu tarih tezi ile bölgedeki dini-mezhepsel ve etnik dinamikleri hem besliyor hem de kendisine tabi kılmaya çalışıyor. Bu doğrultuda ülkemizde de tüm ilerici gelişmelerin motoru olan toplumsal dinamiğin tarih bilincinin ve direniş refleksinin köreltilmesinde bu kesimin içinden çıkan bir kısım “liberal, aydın” da önemli görevler üstlendi. Bunlara eklenen bazı sol çevreler hemen hemen tüm televizyon kanallarında, gazetelerde, düzenlenen panellerde vb. her yerde modernist-reformcu, aydınlanmacı laik ilerici toplum kesimlerine karşı yoğun bir ideolojik saldırı yürüttüler. Bu ideolojik saldırıya direnemeyen bir kısım ilericileriler, Kürt milliyetçileri ve sol-sosyalist kesimler; gerici –işbirlikçi Kürt egemenleri (aşiretlerle, toprak ağalarıyla), şeyhlerle, tarikatlarla ittifak yaptılar. Ortak platformlar, partiler oluşturdular.
Oluşan/oluşturulan bu birlikteliğin;
- Nakşibendi şeyhi Said’i kutsaması, ismini şehir meydanına vermesi,
- Nur Külliyatı’nın yazarı ve Nur cemaatinin kurucu lideri gerici Saidi Nursi’nin doğumunu kutlanması,
- AKP iktidarının devleti ve toplumu İslamlaştırması çabalarına ses çıkarmaması,
- Türk –Kürt birliğinin İslam ile sağlanacağı iddiaları,
- Kutlu Doğum Haftası kutlamaları düzenlenmesi,
- Medine sözleşmesini referans alması,
onun tarihi gerici karakterinin günümüzdeki tezahüründen başka bir şey değildir.
Cumhuriyet (Laik Uluslaşma süreci)ve Dinci Gerici Toplumsal Dinamik
RAND Corporation’un ve ABD düşünce kuruluşlarının, Vakıfların üzerinde yoğunlaştığı bir diğer başlık uluslaşma ve ulus devlet oluşturma sürecinin temel dayanağını olan laiklikti. CİA Ortadoğu masası başkanı olan ve Türkiye’de uzun yıllar görev yapan, Siyasi İslam uzmanı G. Fuller 1988’de ülkemize geldi. Hazırladığı “Yeniden Türkiye Ziyareti: 20 Yıl Sonra Türkiye Toplumu ve Kültürü Hakkında İzlenimler’’ başlıklı raporunda dini ve etnik kimlikleri (İslamcı ve Kürt kimlikleri) değerlendirdi. Bu iki toplumsal dinamiğin ülkenin iç ve dış politikadaki olası işlevleri üzerine ilk rapordu. Bunu siyasi İslam üzerine yazdığı bir dizi rapor ve politika belgesi izledi. Siyasi İslam ABD düşünce kuruluşlarının önemli ilgi alanı haline geldi. Tüm raporlar ve makalelerde tarihsel gerçeklerle yalan ve yanlışlar harmanlandı, geçmiş ABD’nin politik hedeflerine uygun olacak şekilde eğilip büküldü. Kaybedilen Osmanlı topraklarından Anadolu’ya göç etmek zorunda kalan milyonlar ve yaşadıkları sorunlar, Anadolu’nun yerleşik Müslüman ahalisinin sahiplendiği Kurtuluş Savaşı ve genç Cumhuriyet rejiminin tüm olumlulukları gözardı edildi. Hanefi, Şafi, Yezidi, Alevi, Bektaşi gibi farklı inançlar, Çeşitli Türk boyları, Pomaklar, Çerkezler, Çeçenler, Kafkasya Adıgeleri, Boşnaklar, Arnavutlar, Zazalar, Kürtler gibi etnik kimliklerinin üzerinde -uluslaşma anlamında- oluşturulmaya çalışılan milli, dilsel ve coğrafi “Türklük” ve laiklik üst kimliği altında toparlayan politikalar karalandı. Bu dönemde hilafetin kaldırılmasına, tekke-zaviyelerin ve tarikatların yasaklanmasına, laikliğin getirilmesine karşı ayaklanan Kürt aşiretleri liderlerinin başını çektiği isyanlar Kürt halkının Türklük kimliğine duydukları tepki olarak sunuldu. Buna karşın Osmanlı Sultanının Pan İslamist politikalarının Müslümanları bir arada tutamadığı, dahası birbiriyle çatışmalarını engelleyemediği dönemler yok sayıldı. Hilafet makamı ve dini ideoloji yüceltildi.
Graham E. Fuller; “Halifeliğin ilgası bütün Müslümanları etkileyen bir girişimdi. Bu eylem, bir İtalyan Başbakanı’nın dünyanın her yanında bulunan Katolik topluluklara danışmadan, ani bir kararla Papalığı ilga etmesi gibi bir şeydi.”[5]
“Avrupalı emperyalistlerin yapmaya çalıştığı şey tam da buydu zaten …halifeliğin kaldırılması, bizzat İslam’ın kendisine indirilmiş bir darbe olmuş, Müslüman ümmeti aynı anda hem merkezi kuramından, hem de —on üç yüzyıldan fazla bir zamandır İslami kimliğin, iktidarın ve meşruiyetin esaslı bir sembolü olmuş— yüksek dini otoritesinden mahrum bırakmıştı. … Halifeliğin devam eden eksikliği, …Sonuçta Hilafet, hâlâ anahtar bir sembol ve siyasi bir makam olup, etkileyici bir dini liderin yükselişini beklemektedir.”[6]
Fuller “Yeni Türkiye” kitabında ve yazdığı çok sayıda makalede, yaptığı söyleşilerde günümüz Türkiye’sinde devleti ve toplumu ele geçiren gerici-dini dinamiğin laiklikle mağdur edildiğini söyler. İslam dinini kucaklayıcı ve bütünleştirici ideoloji olarak sunar. (Büyük dedesinin de “Müslümanım de geç” diyerek benzer bir düşünceyi savunduğunu geçtiğimiz günlerde RTE’den öğrenmiş olduk!)Türkiye’nin geçmişi ile barışması gerektiğini, böylelikle Ortadoğu’da, Müslüman ülkelere yeniden liderlik edebileceğini, ılımlı İslami iktidarın da bunun için bir fırsat olduğunu sıklıkla tekrarlar. Nesnellikten uzak, gerçek dışı çarpıtmalarla işbirlikçi dinci Türk-Kürt gericiliğini aklar ve mağduriyetlerinden dem vurur. Böylelikle ABD güdümünde Soğuk Savaş döneminde yukarıdan aşağı geliştirilen dinci gericiliğin, ılımlı İslam adı altında AKP aracılığıyla iktidara taşınmasını ilerici toplum kesimlerine “doğal gidişat” olarak sunar. Bu toplum kesimlerinde var olan tarihsel direnci kırmaya yönelir.
RAND Corporation’un geliştirdiği siyasal İslam teorisi ABD Vakıfları ve düşünce kuruluşları tarafından yaygınlaştırılmıştır. Bu teori doğrultusunda genç Türkiye Cumhuriyetinde, dinin, toplumsal yaşamın ekonomik, teknolojik, siyasal, eğitsel, sağlık, cinsel, bilgisel tüm alanlarından çıkarılarak etkisizleştirilmesine (kişinin inanç dünyası içine çekilmesine) yönelik laik uygulamaları şiddetle eleştirilmiştir. Soğuk Savaş döneminde dinin devlet işlerine karıştırılmamasına indirgenerek daraltılan laiklik yaklaşımı dahi otoriter bulup karalanmıştır. Bunun yerine “özgürlükçü laiklik” kılıfıyla “inanç özgürlüğü” konularak demokrasinin zorunlu bir gereği olarak dayatılmıştır. İşbirlikçi egemen çevrelerin, politikacıların yanı sıra ülke entelejansiyasının önemli bir bölümü (liberaller, bir kısım “aydınlar, akademisyenler, sanatçılar, yazarlar”) ve bazı sol çevreler bu siyasi projenin gönüllü savunucuları oldular. Yine bu dönemde Batı’dan ithal edilen “sekülarizm” kavramı laiklik kavramının yerine ikame edilmeye çalışıldı. Sekülarizm kavramına dört elle sarılan bir kısım “ülke entelejansiyası”, liberaller ve bazı sol kesimler, Anglosakson ülkelerinin özgün koşullarında ortaya çıkan sekülarizmi, içerdiği anlamı göz ardı ederek topluma taşıdılar.Batı’da toprakların önemli bir kısmının mülkiyetini elinde tutan Kilise’nin topraklarına laiklikle birlikte el konulması, kamulaştırılması anlamına da gelen sekülarizmin bu yanını bile görmezden geldiler. Şirketleri, vakıfları, ticari faaliyetleriyle dev bir işletmeye dönüşen, Diyanet’in maddi varlığından arındırılmasını, sekülarizmi dile getirmediler.
Böylelikle de Cumhuriyetin modernist- aydınlanmacı, ilerici-reformcu toplum kesimlerindeki yerleşik laik tarihsel bilincin altının oyulmasına katkı sundular. Siyasi İslam’ın önündeki son engelleri de aşmak ve onu iktidara taşımak için geliştirilen bu kavramların peşine takılarak ilerici-aydınlanmacı-laik dinamiğin hareketsiz kılınmasına, teslim alınmasına katkı sağladılar.
Dahası Cumhuriyet döneminde laiklikle ve sosyal devrimlerle kadınların:
- devlet memuru olarak çalışmaları,
- okullarda karma eğitim, kız ve erkek çocukların eğitim eşitliği,
- resmi nikah ve tek eş zorunluluğu,
- kadına boşanma, vesayet, mallarda tasarruf hakkı,
- mirastan kız çocuklarının eşit pay alması,
- seçme seçilme hakkı,
vb. kazanımlarının toplumsal hafızadan silinmesine de destek verdiler. Laikliği savunan kadınları “laikçi teyzeler” diye küçümsediler. Cumhuriyetin en büyük kazanımı olan laikliği ‘”jakoben laiklik[7], militan laiklik[8], Radikal laiklik[9]” olarak niteleyip, olumsuzladılar. Buna karşın, aşiretlerle, toprak ağalarıyla, dinci gericilikle ittifak halindeki HDP ve benzeri siyasi hareketleri seküler ilan ettiler. Kürt siyaset içinde yer alan kadınlar üzerinden bu gericiliği akmaya çalıştılar. PKK-HDP kadın hareketinin gelişmesinde ve siyasallaşan bu kadınların da Kürt toplumunda aktif rol üstlenmesinde laik Cumhuriyetin etkisi görmezden gelindi.
ABD düşünce kuruluşları, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu ülke ile yapılan anlaşma ve ittifaklar temelinde bir önceki dönemin bağımsızlıkçı ve laik uluslaşma anlayışını itibarsızlaştırırken emperyalizme bağımlı ve gerici dinci-ırkçı “uluslaşma” sürecinin önünü açtılar. Bağımsız ve laik uluslaşma sürecini tartışmalarda hedef haline getirdiler. Soğuk Savaş sonrası Ortadoğu’da etnik-dini/mezhep politikalarıyla yürütülen yeni paylaşım savaşına ülkemizi de katmak için genç Cumhuriyetin başarılı deneyimlerini karaladılar. Toplumsal hafızayı tahrip ederek, toplumun aydınlanmacı-laik, modernist-ilerici-devrimci dinamiklerinin dirençlerinin kırılmasına, yeni bir mücadeleye girmelerinin önünün kesilmesine katkı verdiler. Bugün ülkemizde devletin ve toplumun İslamlaştırılması, yeni anayasa tartışmalarında laikliğin çıkarılarak yerine dinin konmak istenmesi vb. tüm anti-laik girişimler; ABD ve işbirlikçi gerici dinci güçlerin ve yandaşlarının el birliği ile yürüttükleri politikaların bir ürünüdür.
[1]Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar (1924-1938),Türk Genel Kurmayı
[2]Yeni Türkiye Cumhuriyeti: Yükselen Bölgesel Aktör, Graham E. Fuller,Timaş Yayınları, 2011, s 71
[3]Türkiyenin Kürt Meselesi, Graham. E. Fuller-Henri J. Barkey, Profil Yayıncılık, 2011, s 32
[4]Kürt Sorunu Kökeni ve Gelişimi, Kemal Kirişçi – Gareth M. Winrow,Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1997, s 110-111
[5]Yeni Türkiye Cumhuriyeti: Yükselen Bölgesel Aktör, Graham E. Fuller,Timaş Yayınları, 2011, s 64
[6]A.g.e, s 65
[7]Heath W. Lowry, 21. Yy. Başında Türkiye’nin Siyasi Yapısı, s 49
[8]Philip H. Gordon, Türkiye’yi Kazanmak, s 37
[9]G. Fuller, Yeni Türkiye, s 37