Gerici Saldırılar Sistemli Biçimde Artıyor

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Türkiye’nin siyasal ve toplumsal plandaki dönüşümünde artık kritik bir aşamaya gelindiğinin işaretleri hızla artıyor. Bu gerici dönüşümün esas olarak politik üstyapıdan toplumun kılcal damarlarına doğru gerçekleştirildiğini söylemek mümkün. Cumhuriyetin 1923’ten 1940’ların başına kadar uzanan süreçte yaşama geçirdiği asgari devrimci programın omurgasını oluşturan laiklik ilkesi ile buna bağlı devrimler açıkça aşağılanıyor, çiğneniyor, saldırıya uğruyor. Egemen çevreler, tıpkı 12 Eylül’ün yaptığı gibi, kendilerine göre bir Cumhuriyet, Atatürk ve Devlet tanımı yapmaya girişiyorlar. Bunun bir sonraki adımı ise rejim değişikliğinin açıkça ilanıdır.

 

Faşizm herhangi bir ülkede bir anda egemen hale gelmez. Askerî darbe ile faşizmin pejoratif (yermeli) dilde birlikte uyandırdığı ortak çağrışımdan farklı olarak, faşizm sonuna kadar örgütlü bir toplum düzenini öngörür. Bu örgütlülük kendini politik toplumda (devlet) olduğu kadar sivil toplumda da gösterir; ideolojik, kültürel, siyasal, ekonomik ve sosyolojik planda adım adım örülür. Faşizmin askerîleşmiş bir ekonomiyi ve süreklileşmiş olağanüstü hali içermesi gerek şarttır, ancak yeter şart değildir.  Bundan daha vahimi, toplumsal dokuya nüfuz eden bir söylemsel-ideolojik ve kültürel atmosferin tedricî olarak inşa edilmesidir. Bu söylemsel yapı ve düzen her ülkenin tarihsel ve kültürel arka planına göre değişiklik gösterir. Bu bakımdan sanıldığının aksine tek bir faşizm yoktur; kuram ve eylemde ülkeden ülkeye değişiklik gösteren “faşizmler” vardır. Dış destek bunun bir bölümüdür, ama tamamı değildir. Faşizm, kendini tepeden tırnağa örgütledikten sonra belki de en son olarak yeni rejimin adını resmen koyar.

 

Son birkaç ayda yaşanan gelişmeler artık mızrağın çuvala sığmadığını bütün toplum kesimlerine göstermiş olmalı. Öncelikle Milli Eğitim’e bağlı okullarda müfredat değişikliğinin gündeme getirilmesi ve yeni müfredatın akıl ve bilim dışı içeriği, benzerlerine Bedevî kabilelerinde bile kolay rastlanmayacak ölçüde çağ dışı bir anlayışın çocuklarımıza dayatılmaya çalışıldığının kanıtıdır. Yeni müfredatta “değerler eğitimi” adı altında ve bütün ders içeriklerini doğrudan etkileyecek biçimde öğretmenler gericilik propagandası yapmaya zorlanırken, 8. sınıftan itibaren, henüz çocukluk çağındaki öğrencilere ilahi dinletilmesi ve söyletilmesi planlanmaktadır. Hiçbir bilimsel kanıt, araştırma ya da görüşe dayanma gereği duyulmaksızın Evrim Teorisi müfredattan çıkarılmaktadır. Evrim’in müfredattan çıkarılışının “izahı” ise yandaş televizyon kanallarında “ayet” ve “hadislerle” yapılmakta (!), sûre numaralarıyla yapılan “bilimsel” hesaplamalarla arıların kromozom sayılarının insanoğluna zaten “haber verildiği”, yine “bilimsel” unvanlı kişilerce açıklanmaktadır.

 

Evrim Teorisi’nin çıkarıldığı müfredata “cihad” kavramı eklenmekte, buna yönelik eleştirilere verilen “cevapta” ise cihadın esas olarak “nefisle savaş” olduğu yüksek perdeden ilan edilerek toplumun aklıyla alay edilmektedir. Kur’an da pek çok yerde geçen cihad kavramı (Nîsa, Tevbe, Nahl, Furkan Sûreleri) esas olarak, Müslümanların kâfirlere karşı canıyla malıyla savaşmasını buyurmaktadır ve yalnızca bir yerde (Nahl) açık olarak insanın nefsiyle mücadelesi cihada referansla kullanılmaktadır. Keza sözlüklerde cihad kavramı savaşa karşılık düşmektedir. Bu konuda yapılan te’vil ve tefsirler olayın özünü değiştirmez. Her şey bir yana, yanı başımızdaki Suriye’de, sözcüğün ihtira beratına sahip olan Arapların cihad ifadesini hangi anlamda kullandığını bilmemek için beyin özürlü olmak gerekir. Yine bu müfredatta Anadolu İmam Hatip liselerindeki “Fıkıh” dersi öğretim programına “Muamelât” ve “Ukûbat” üniteleri konulmaktadır. Ukûbat, İslam Ceza Hukuku anlamına gelmektedir ve gündelik yaşamı düzenleyen hükümler içermektedir. Şeklen de olsa hala laikliğin ilke olarak mevcut bulunduğu bir ülkede bu düzenlemelerin ne amaçla yapıldığı bütün yurttaşlar için açıktır. Keza aynı müfredatta Osmanlı İmparatorluğu tarihsel bir gerçek olarak değil bir “ütopya” gibi anlatılmakta, devletin yıkılış ve dağılmasına neden olan sömürgeci ilişkiler, dış müdahale, geri kalmışlık gibi olgulara hiç değinilmemekte, hatta genel olarak çöküş süreci yok sayılmaktadır. Bu yüzden neden Cumhuriyetle yola devam edildiğini, devrimlerin amaç ve niteliğini anlamak mümkün olmamaktadır. Bütün bu nedenlerle yeni müfredatla çağdaş uygarlık düzeyinde nitelikli, özgür ve kişilikli yurttaşlar değil, çarpık ve yanlış bilinçle zehirlenmiş şuursuz militanlar yetiştirmek olduğu anlaşılmaktadır.

 

Laikliğe ve yurttaşlık olgusuna yönelik bir başka müdahale ise müftülere nikâh kıyma yetkisinin tanınmasıdır. Anadolu’nun pek çok yerinde resmi nikâhla birlikte halkımızın ayrıca dinî nikâh töreni de yaptığı bilinen bir gerçektir. Ancak bu uygulama aileler arasındaki bir göreneğe dönüşmüş ve kuşaktan kuşağa aktarılarak, düğün ritüeliyle birlikte halk kültürünün bir parçası haline gelmiştir. Mevcut siyasal iktidar politik amaçları uğruna bu olguyu istismar etmekten dahi geri durmamaktadır. İsteyenin ayrıca dini tören ve nikâh yapabilmesi ile müftülerin resmi nikâh kıyma yetkisine sahip kılınması iki farklı şeydir. Birincisi özel alana ait bir uygulamayken ikincisi bütünüyle kamusal ve politik bir içeriğe sahiptir. Dolayısıyla yurttaşlık kavramıyla doğrudan ilişkidir. Süreç içerisinde dinî nikâh resmî nikâhın yerine ikame edilerek yurttaşların sahip olduğu medenî hakların ihlal edilmesi gündeme gelecek, böylece evlilik kurumu bütünüyle denetim altına alınmaya çalışılacaktır. Uygulamanın arka planında yatan gerçek düşüncenin bu olduğunun en güzel kanıtı gündelik yaşamda yurttaşların yaşam tarzlarına olan müdahalelerin gözle görünür biçimde artmasıdır. Maçka parkında bir kadının giyimi yüzünden güvenlik görevlisi tarafından “uyarılması”, yalnızca kadın meselesi üzerinden açıklanarak anlaşılabilecek bir olay değildir. Arka planında faşizm olgusunun yattığı çok geniş bir toplumsal ve politik bağlama aittir. Bu nedenle bu gibi olaylar tekil örnekler sayılmamalı, 90’lardaki türban eylemlerine özgürlük adına destek veren “solcu” arkadaşlar aynı “liberal” oyunda yer almadan önce iki kez düşünmelidirler.

 

Son dönemde yaşanan bir başka dikkat çekici olay Siverek’te Atatürk heykeline yapılan saldırıdır. Saldırgan açıkça putlardan, putperestlikten söz etmekte ve anlaşılan o ki bunun bir parçası olarak gördüğü Atatürk heykeline saldırmaktadır. Burada saldırılan bir simge üzerinden Cumhuriyet ve onun temsil ettiği –başta laiklik olmak üzere- bütün ilerici değerlerdir. Olayın örtbas edilemeyecek bir mekânda olması ve dikkat çekmesi/kaydedilmesi üzerine saldırgana “müdahale” edilmiş ve büyük bir “nezaketle” gözaltına alınmıştır. Aslında bu tip saldırılar yeni değildir.  1950’lerin başından beri gerici çevreler (çeşitli tarikat ve cemaat mensupları), mevcut iktidardan da manevi-psikolojik güç alarak Atatürk heykellerine saldırmışlar, kin ve nefretlerini kusmuşlardır. Ancak son yıllarda dikkat çekici biçimde saldırganların nedense “akli dengesinin yerinde olmadığı” açıklanmakta acele edilmiş, bu gerici saldırılar birkaç “meczub”un karıştığı münferit olaylar olarak gösterilmeye ve örtbas edilmeye çalışılmıştır. Yine, belediye otobüsünde giyiminden dolayı bir kadına tekme atan başka saldırgan da ısrarla “akli dengesi olmadığı” şeklinde lanse edilmiştir. Nasıl oluyorsa, bu gerici saldırıları yapanların hiçbirinin akli dengesi yerinde değil, dolayısıyla cezai ehliyetleri yok ve eylemlerinin sonuçlarını anlayacak melekelere sahip değiller! Yine Anıtkabir arazisinin küçültülmesi, Ankara Güvenpark’a cami projesinin adeta saplantılı bir şekilde ısıtılıp durması, bazı cadde ve sokakların keyfi biçimde kapatılması, toplumun en yoz ve lümpen kesimlerinin mobilize edilerek Ankara sokaklarına salınması gibi “çılgın projeler” de gündelik yaşamı giderek çekilmez hale getirmektedir.

 

Siyasetin temel sorusu şudur: Böyle olmak zorunda mı? Değilse başka nasıl olabilir? Bu sorular sorulduğu ve yanıtlar tartışıldığı sürece siyaset bitmez. Ancak böyle büyük sorulara büyük yanıtlar vermeyi gündeme alabilmek gerekir. Düzeni reforme ederek, “demokratik talepler” takıntısıyla yetinerek, turuncu devrimlere özenerek, siyaseti belli çıkar gruplarına daraltarak ülkemize özgü çözüm yolları yaratılamaz. Bu ülkenin çözümü bu ülkenin dinamiklerinden çıkacaktır. Önemli olan buna karar vermektir. Bu kararı alamayanlar başkalarının aldığı kararlara tabi olurlar.

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir