İnsan muhafazakâr, zor değişen bir varlıktır-Saffet Bilen

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Bu böyle midir gerçekten?

Sözü, son yy da insanın öğrenme süreci ve bu sürecin başlangıcı konularındaki bilimsel gelişmelere ve bilim insanlarına bırakarak yazıyı sürdürmek en doğrusu.

John C. Eccles 1958 yılında beyindeki sinir yollarının elektrik empulsiyonları ile ilintili sinir hücre merkezlerinde yepyeni sinapsların ortaya çıktığını gösteren çalışmalarını yayınladı. Bunlar komşu sinir hücreleri arasındaki bağlantı noktaları idi. Ve uyarımlar sonucu sinir örgülerinin oluşturduğu şema değişiyordu. Eccles, sinapslarda uyarı sonucu ortaya çıkan yeni oluşumların ve bunların beyin sinir şebekesinde yaptıkları değişikliğin, öğrenme dediğimiz olgunun maddi temeli olduğu tezini ortaya attı.

Hemen arkasından gelen yıllarda kediler üzerine yapılan deneyler, karanlıkta büyüyen yavruların görme merkezindeki sinapsların, aydınlıkta büyüyenlerden 100 kat az olduğu açığa çıktı. Normal ışık altında yavru kedilerin sinaps sayısı, ilk 5 gün içinde dikine artmaktadır. Bir kaç hafta içinde ise türün ortalama değerine ulaşmaktadır. Bu araştırmaların ortaya koyduğu bir sonuçta önemlidir. Beyin oluşumlarına kadar karanlıkta büyütülen yavru kedilerin sinaps sayıları, bir daha arttırılması mümkün olmayacak şekilde sınırlı kalmaktadır.

Bu buluşun ardından, hayvanları, ışık ve görüntü bakımından farklı özellikler taşıyan, tek düze ortamlarda yetiştiren deneylerde; salt beyinlerini değil davranışlarını da inceleyen binlerce deney geldi.

Örneğin, defalarca tekrarlanmış bir deney şudur; Bu deneyi, ünlü psikiyatri ve nöroloji profesörü Hoimar von Ditfurth’un anlatımından aktaralım.

‘Yeni doğmuş bir kedi, karanlıkta tutulmakta, günde otuz-kırk dakika kadarda özel bir silindirde yaşamaya zorlanmaktadır. Silindirin iç yüzeyi, dikey siyah-beyaz şeritlerle kaplıdır. Kedinin, olgunlaşma süreci içinde, karanlık odasından çıktığında, görüp göreceği tek şey bu siyah-beyaz şeritlerden oluşmuş yüzeydir. Aynı yavrulardan seçilmiş bir ikinci kardeş de, aynı işlemlere tabi tutulmaktadır. Ancak bu kez silindirdeki şeritler dikey değil yatay çizilmişlerdir. Günler sonra bu iki kedi, öteki kardeşlerinin yanına salındıklarında, bu nispeten zararsız deneysel müdahalenin, hayvanların hayatında ne türden vahim ve kalıcı sonuçlara yol açtığını görmek insanı irkiltmektedir.

Bu iki hayvan, yeme içme konusunda ötekilerden farklı davranmamaktadırlar. Ama olup bitene yakından bakıldığında, ürkütücü sonuç da kendini ele vermekte gecikmeyecektir;1 nolu kedi, dikey çizgilerin dışında hiçbir şekli algılayıp değerlendirememektedir. 2 nolu kedi ise sadece yatay çizgileri algılayabilmektedir. Oynasınlar diye bu iki kediye ayrı ayrı birer sopa uzattığınızda, birincinin algılayabilmesi için sopayı dik sunmanız gerekecektir ona, ikinciye ise, tersine yatay tutmanız.

Birinci kedi, yatay sopayı pratikte ”görmemektedir”; ikinci de dikey sopayı. Ama arıza, hayvanların kendiliğinden davranışlarında da ortaya çıkmaktadır. 1 nolu kedi, yatay merdiven basamaklarına tırmanmakta feci şekilde zorlanırken, 2 nolu kedi, dikey bir ağaca tırmanabilme konusunda çaresizdir.

Ama asıl felaket sonuç, her iki kedinin de bu rahatsızlıklarının kalıcı olduğunun ortaya çıkmasıyla kendini ele vermektedir. Doğal çevrelerine ömürlerinin çok belli bir aşamasında müdahale edilen hayvanlar, beyinlerine yönelik bu maniplasyonun sonuçlarını ömür boyu taşımaya mahkûmdurlar artık. Beyin, geri dönüşsüz bir biçimde, bu müdahalenin izlerini koruyacaktır.'(Bilinç Gökten Düşmedi. S.351-352. Cumhuriyet yy)

Öğrenme ve beyin arasında bu tür manipülasyonların İnsanlar içinde geçerli olup olmadığı, insanların üzerinde bu tür deneylerin yapılıp yapılmadığı sorulabilir. Bu sorulara verilecek cevap etik değerler çerçevesinde olamayacağıdır. Bu pek ikna edici bir cevap da olmaz. Çünkü tersini düşünmek için oldukça fazla sebep sıralanabilir. Bu sebeplerin başında toplumsal örgütlenmedeki eşitsiz hiyerarşik yapı ve bu yapının korunmasına dönük var olan kurumlar, bunların manipülasyonu ilk akla gelenler.

Ayrıca evrim ve biyoloji bilimlerinin ulaştığı seviye, diğer uygulamalı alanlardan akan bilgiler, İnsan yapısının da bazı farklılıklar taşısa da benzer bir işleyişe sahip olduğunu düşünmemize yeter bence.

Örneğin, doğuştan görme engellilerin ameliyat olmalarına ve artık görüyor olmalarına rağmen tavır ve davranışlarında kayda değer bir değişikliğin olmadığı çok sık gözlenen bir olaydır. Karşıdan karşıya geçişte bu durumda olan insanların, görsel değil, duyularına, işitme, dokunma, daha fazla güvendikleri, gözlerini yumdukları dile getirilmektedir.

Buradan, ‘belli bir deneyimin öğrenilmesi için elverişli olan ‘’duyarlı evre’’nin belli bir zaman aralığıyla sınırlı olması, öğrenilmiş olanın, beyne kazınmış bir kesinlik kazanması, görme olayından çıkartabildiğimiz kadarıyla biz insanlar içinde geçerli’(Ditfurth) dir, sonucuna rahatlıkla varabiliriz. Bu noktada sorulması gereken soru; bu dönemin nasıl geçirildiğine paralel olarak, başka hangi yetenek, yeti ve becerilerimizin elde edildiği veya köreldiğidir.

Anlatageldiğim biyolojik yapı ve öğrenme, sonrasındaki davranışlar temelli gelişmelerin ve çıkarımların bize düşündürmesi, çıkarmamız gereken epeyce sonuç olduğu da söylenmelidir.

Bunların başında değişime direnen, muhafazakâr bir varlık olduğumuz gelir.

Değişim ancak gözümüzün önünde, var olabilecek seçenekler tükendiğinde ve çoğunlukla yıkımla birlikte gündeme gelir. Yeni ve olumlu olabilecek önerilerin benimsenmesi çoğunlukla bu tür olayların arkasından gerçekleşir.

Biyolojik yapımızın sınırları ve olanakları çerçevesinde hareket ettiğimizin kanıtları olarak öne sürülebilir bu davranış biçimi. Buna verili durumun değişmemesi için bilinçli olarak müdahale eden toplumsal kesimlerin ve örgütlülüklerin varlığı eklendiğinde durum daha net anlaşılır hale gelir.

Birde kafaları aldıkları eğitimin verdiği bilgiler ile, eğitim derken kastettiğim salt zorunlu eğitim değil, buna ilk solculuk yıllarında okunanlarda dâhildir, dolu olan bizim gibi solcu ihtiyarların ne yapacaklarını varın siz hesaplayın.

Hesaplamaya da gerek yok yazılan çizilenlere şöyle bir bakmak yetiyor. İnsanın içi kararıyor, içinden çıkılmaz tartışmaları ve üstten söylemleri görünce.

Bir de buna başka bir özelliğimiz olan kendini beğenmişlik eklenince dayanılmaz oluveriyor ortam.

Ülke sorunları ile uğraşan her namuslu insanın benzer özelliklere sahip olduğunu unutmadan, serinkanlı konuları ele almaya ve bölen, parçalayan dili ve alışkanlıklarımızı terk etmeye başlamak en doğrusu.

Değişimin zaman alacağını da unutmadan.

 

Saffet Bilen

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir