Saffet Bilen
1200–1500 yılları arasında kitlesel bir özellik kazanan,Tüm İslam topraklarını hallaç pamuğu gibi atan derviş hareketliliğini tahlil etmeden, bu soruya net bir cevap verilemez.
9 yy dan itibaren ortaya çıkmaya başlamış, 1200’lü yıllardan itibaren kitleselleşmiş derviş hareketliliğinin düşünsel temelini, toplumun toptan reddi olarak tanımlamak yerinde olur. Dervişler kendilerini toplumsal düzene planlı bir direniş olarak ortaya koydular. Toplumsal olan her şeye tam isyan hali. Var olan toplumsal düzenin yerine, ona rakip yeni bir yöneten/yönetilene, ezen/ezilene sahip, düzen önerileri yoktu. Toplumu düzeltmek istemiyor, tümüyle yıkılmasını savunuyorlardı. Bu arada örgütledikleri ayaklanmaların yankılarından günümüze kalan,’yârin yanağından gayrı her yerde her şeyde ortak’ sloganını belirtmeden geçmemek olmaz.
Bu dönem ister Batı da, isterse İslam âlemin de bilimsel çalışma alanının dışında tutulan bir alandır. Bu sürgünün ana nedeni, bu hareketliliğin özelliklerin de yatıyor. Derviş yaşantısının iki temel özelliği var.
1.Zahidlik,
2.Kural karşıtlığı,
Zahidlik, bütün mal-mülkün özgür irade ile reddi demektir. Dervişlerin yanlarında ki eşyalar, yün/keçe giysi ya da hayvan postu, kase, torba, kaşık, balta, lamba veya mum, ustura, iğne, çakmak taşı, def, davul, zil, kavaldan oluşan müzik aletleri idi. Kurucu pirler de, bu az sayıdaki malın da reddi görülüyor. Örneğin, erken dönem Kalenderi pirlerinden Baba Tahir-i Uryan adından da anlaşılacağı gibi çıplaktır. Yine, Kalenderilerin kurucu piri Cemaleddin Savi’nin, Haydarilerin kurucu piri Kutbeddin Haydar’ın, Rum Abdallarının önderi Otman Baba’nın dervişlikleri süresince uzun dönemler giysi bile giymedikleri biliniyor.
Kural karşıtlığı ise baştan sona bütün hareketlerine yön veren temel ilke idi. Farz olan İslami ibadetlerin tümüne ilgisizdiler. Namaz kılmazlar, oruç tutmazlar, Hiçbir şeye sahip olduklarından dolayı zekâtla zaten işleri olmaz. Hacca da gitmezler. Sadece kimi grupların Ezan saatinde 4 kere Allah-ü ekber diyerek tekbir getirdikleri belirtiliyor. Dervişlerin tümü yalınayaktır. Baş bölümündeki tüm kılların ustura ile kazınması temel işlerinden biridir. Çahar darb (dört vuruş) dedikleri dörtlü traş ile saç, sakal, bıyık ve kaşlar traş edilirdi. Bu uygulamalar açıkça Muhammed’in saç ve sakal bırakılmasını buyuran, örneğine (sünnetine )karşı koyuş idi. Dervişler para kazanılacak herhangi bir işe de ilgisizdiler. Kazançlı işlerden özellikle kaçınmak gerekirdi. Derviş yaşantısı, esasen gezgincilik üzerine kurulu idi. Dolayısı ile de aile yaşantıları yoktu. Cinsellikten uzak durmak özellikle istenen bir şeydi. Yoksulluk, Karınlarını ne bulurlarsa onunla doyurmak esastı. Bu konuda araştırma yapan dost/düşman herkes bu eylemi dilencilik olarak ifade etmişler. ( Bkz. Ahmet T. Karamustafa, Tanrının kural tanımaz kulları, YKB yy) Ben bu tarz bir yaklaşımdan ziyade, bu eylemliliğe olumlu bakmaktan yanayım. Toplumu toptan reddeden bir anlayış, aynı zamanda toplum öncesi beslenme biçimlerine de öykünmektedir.
Toplum yaşantısından toptan çekilme bir önceki dönem zahidliğinin de özelliklerinden biridir. Bu dönemin esas belirleyici niteliği toplumsal törenin eylemli reddi ve yıkılmasıdır. Yine toplumun inkârı üzerine kurulu bir çölde keşiş yaşamı ya da bireyin toplumdan çekilerek münzevi bir yaşamı tercih etmesi, derviş için yeterli değildi. Derviş toplumun inkarı üzerine kurulu dindarlığının kurtarıcı gücünü, gündelik hayatta ki eylemleri ile sınamak zorundaydı. Toplumun yadsınması ve yıkılması onlar için bir yaşam biçimi, bir ibadet şekliydi. Derviş için; toplumsal yaşam, insanlığı kaçınılmaz olarak Tanrıdan uzaklaştırır. Kurtuluş, insan kültürünün eylemli, açık ve toptan reddiyle mümkün olabilir. Derviş inzivaya çekilmek, tek başına doğa da yaşamak yerine toplumu yıkmalıdır.
Zahidan ve toplum karşıtlığı olarak ortaya çıkan bu hareketlilik, ilk dönemlerini de dahil edersek çeşitli isimler altında var olmuştur. Karmatiler, Nizariİsmaililiği, Kalenderilik ve sonuncunun alt kolları olarak sayabileceğimiz, Haydarilik, Rum abdalları, Camiler, Bektaşiler, Şemsi Tebriziler, Celaliler olarak tarih sahnesinde yer aldılar.
Kısaca özetlemeye çalıştığım bu anlayış ve hareket kendi yaşadıkları dönemde, korkunç bir baskı ve zulümle karşılaşmıştır. Anlatılan bir olay bize bir fikir verir.1259–60 yıllarında bir grup Kalenderi dervişi, Harran kentinde Moğol Hanı Hülagu’nun huzuruna çıkar. Hükümdar yanında bulunan Nasireddin Tusi’ye- İran İslam düşünürü, astronom ve matematikçi, Şiiliğin imamiye mezhebine bağlı olan Tusi, Horasan’ın ismaili valisi Nasıreddin Abdurrahim’in müneccimliğini yaptıktan sonra İsmailiyenin Sabbahiye (Nizariye) kolunun merkezi Alamut Kalesi’nde yaşadı. 1256’da kalenin savunma sırlarını istilacı Moğollara sızdırdı. Ve onların safına geçti. 1258’de Bağdat’a saldırarak kenti yerle bir eden Moğol hükümdarı Hülagu Han’a danışmanlık etti-bunların kim olduklarını sorar. Nasıreddin’de ‘((bunlar)bu dünyanın fazlalıklarıdır.’der. Hülagü’de bütün Kalenderilerin hemen idam edilmelerini emreder.
Dervişlerin sürekli dışlanmaları ve yok sayılmaya çalışılması, bütün bir dönem boyunca entelektüel yaşamın sürekli bir özelliğidir. Durumun bugün de değiştiği söylenemez. Onlar hakkında, Araştırma çok azdır. Belgelere ulaşmak zordur. Ama bu toprakların yarattığı en büyük halk ayaklanmalarının, hem düşünsel hem de pratik uygulayıcıları olan bu insanların hayat öykülerinden öğrenecek çok şey var. Sol mutlaka bu döneme ve bu insanlara eğilmek zorundadır. Örneğin Anadolu’nun en büyük halk ayaklanması olan Babaileri anlatan, Ahmet Yaşar Ocak’ın Babai isyanı kitabı, Dergah yayınlarında basılır. Onlarca sol yayınevinin bulunduğu ülkede bu düşündürücüdür.
Dervişliğin tarihsel gelişimi
İslam dindarlığı başından itibaren birbirleri ile mücadele eden iki akıma sahip oldu. Birincisi, yaşanılan dünyayı geçici gören ve dünyevi olan her şeyi reddeden, ikincisi insanların kurtuluşunu, içinde yaşadıkları toplumda ahlaklı ve doğru davranmaya bağlayan akımdır. Kuran da ve sünnet te -Muhammed’in yaşamı ve sözleri- iki akım da, kendi işlerine yarayacak epeyce veri bulmakta zorluk çekmezler. İslam yayılması ve kısa zamanda elde edilen geniş topraklar, Dünyayı benimseyen akımın egemen olmasını sağlamıştır. Bunlar adım adım dünya işlerini düzene koymaya dönük, iktisadi ve hukuki kurallar sistemini (şeriatı) geliştirdiler. İcma (fikir birliği) öğretisinin gelişimi, müminler topluluğunu (ümmet) birbirine bağlayan öğreti oldu. Bu öğreti, Sünni dünyası için tek meşru otorite olarak kabul edildi. Topluluk, Kuran’dan ve sünnet’ten sonra üçüncü otorite kaynağı oldu. Bunun pratik anlamı, özel dindarlığın ve ahlakın kenara itilip, topluma yapılan vurgunun öne çıkması demekti. Toplu ibadet öne çıktı. Ortaya çıkan her sorunun çözüm kaynağı şeriat oldu. Bu dünyacı kesimin elde ettiği başarılar, tepki olarak dünyayı reddeden akımın da (zühd- soğuk ve ilgisiz davranmak, rağbet etmemek, yüz çevirmek) yaygınlaşmasını getirdi. Sünni anlayışın başarıları, bireyin kurtuluş kaygısını ortadan kaldıramamıştı. Tam aksine arttırdı. Zühd, Tanrı ile özel ilişki kurmak isteyen Müslümanın bireysel çabasını öne çıkaran bir anlayıştı. Zahidler, Tanrı/İnsan ilişkisinde, Tanrıdan sonra bireyi öne çıkarıyorlardı. Bu anlayış Müslüman bireyin kalbine, vicdanına sesleniyordu. Zühdün ana itici gücü, tanrı sevgisi/korkusu idi.
Sünni kesim ve Zahidler arasındaki çatışma 9yy da doruğa çıktı. Şafi (767-820) şeriatın son ayrıntılarını oluştururken, Zahidler tevekkül (Tanrıya tam güven) öğretisini geliştirdiler. Bu anlayış, tanrı korkusu ve öte dünya kaygısı yerine, tanrının iradesine tam teslim oluş demekti. İki yaklaşım arasındaki kopukluk çok büyümüştü. Bu dönem, birçok ayaklanmanın patladığı dönemdir aynı zamanda.(Zenc ayaklanması, Karmatiler.)
Tasavvuf, çatışan bu eğilimler arasındaki ayrılıkları birleştiren bir dindarlık biçimi olarak, tam da bu dönemde ortaya çıktı. Bunu Tevhid (birlik) öğretisine yaratıcı bir yorum getirerek yaptılar. Önce erken zahidliğin bu dünya/öte dünya ikileminin yerine, Tanrı/ tanrıdan başka her şey ikilemini öne sürdüler. Bu, bu dünyanın olumlanmasına yol açtı. Tanrı ne yarattıysa kabul edilmeli, olumlanmalıydı. (Yöneticilerimizin ağzından sıkça duyduğumuz ‘Yaratılanı severim, Yaratandan ötürü’ ibaresi bu anlayışın söylemidir.) Toplumdaki yaşam, artık ne pahasına olursa olsun sakınılması gereken bir şey olmaktan çıkıp, insanlığı tanrıya götüren yolda bir sınama olarak görülüyordu. Bu düşünce doruğuna ibn-ül Arabi ile çıktı (ö.1240). Giderek, Tasavvuf ve Sünni dindarlığı yavaş yavaş birleşti. Bir yanda Sufiler, Zahidliğin sivri ve kaba yanlarını törpülediler. Diğer yandan Şafiler ve Hanbelilerce temsil edilen, ‘Sünnet ve topluluk‘ (Ehl-i sünnet ve cemaat) yandaşları Sunniler de, Tasavvufun bu özelliğinin farkına varıp onlara yaklaştılar.
Görüntü, Zahidlerin mücadeleyi kaybettiği yönündeydi. Ama öyle olmadı.
Tasavvuf akımının ortaya çıkmasındaki etmenleri düşünsel çatışmaların yanında, İslam toplumunun daha ilk zamanlardan itibaren içine düştüğü siyasi ve sosyal krizlerde de aramak gereklidir. Tasavvuf hareketini, Emevi döneminde Arap halkına dayanan ve diğer Müslümanlığı kabul etmiş halklara (mevali) uygulanan baskı, Abbasi döneminde ortaya çıkan ayaklanmaların yarattığı düzen bozukluğuna karşı mistik bir tepki hareketi olarak da tanımlayabiliriz.
Tasavvuf hareketi pratik karşılığını, 9yy da önce ve en fazla, belirtilen rahatsızlıklardan etkilenen esnaflardan oluşan orta tabakalarda buldu. Mısır da, Anadolu da, Mezopotamya da, İran da, Hindistan da Tasavvuf akımının geliştiğini, bölgesel eğilimlerin bu hareketleri etkilediğini, bu kültürlerin var olan mistik eğilimleri ve yaşam koşullarının hareketin gelişimine katkı yaptığını söylemek gerekir.
İlginç olan, başından itibaren hiçbir tasavvuf akımının, İslamiyet’in beşiği olan topraklarda, Arabistan da doğmamış olmasıdır. Bırakın doğmayı Tasavvuf akımı burada yerleşmemiştir bile. Bunun sebebi, tasavvuf hareketinin mevali orta tabakasının hareketi olmasıdır. Bunlar İslamiyeti kendi eski kültürleri çerçevesinde algılamışlar, Dogmatik İslam anlayışının temsilcisi Araplara karşı bir tepki hareketi örgütlemişlerdir.
İslamın doğuda ve batıda yayılması, buralarda yaşayan insanların sadece esnaflardan oluşmaması, geniş köylü yığınlarının hoşnutsuzluğu dolayısıyla da çıkan huzursuzluklar, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel çatışmalar, Arap yönetici sınıfları ile işbirliğine giden Ortodoks Tasavvuf yorumuna muhalif bir hareketin ortaya çıkmasına yol açtı.
Her biri yaşadıkları dönem ve bölgede İslam dışı ilan edilen Beyazıd-i Bestami(874), Cüneyd-i Bağdadi(910) ve Hallac-ı Mansur gibi Tasavvuf önderleri bu akımın ilk temsilcileridir. Bunlar Zühdün yerine ilahi aşkı koydular. Vahdeti Vücud anlayışını ilk dile getirenler bunlardır. Önce Irak’ta ortaya çıkan bu akım hızla İran ve Maveraünnehir bölgesine yayıldı. Melametilik adını taşıyan bu hareket, Kalenderilik akımına beşiklik yapmıştır.
Kalenderiliğin ortaya çıktığı coğrafyaya da biraz göz atmak bu akımın özelliklerini daha iyi kavramamıza yol açabilir. Bu bölge, Doğu ve Batı uygarlıklarının kesiştiği bir bölgedir. İskender’le antik Yunan kültürü, Türkler ile Şamanizm ve Yahudi kültürü, Perslerle Zerdüşt kültürü, Uygurlar ile Manihenist kültürü, Hindularla Budizm kültürünün izlerini taşıyan bu bölge de, İslamiyetin bölgeye gelişi ile de renk cümbüşü tamamlanmıştır. Dünyanın belli başlı birçok kültürünün aynı bölgede toplandığı başka bir yer hemen hemen yoktur. Kalenderilik bütün bu kültürlerin etkilerini üzerinde taşıyan bir harekettir.
Oluşan yeni derviş hareketinin özellikleri ise şöyle sıralanabilir.
Derviş fars kökenli bir kelimedir. Yoksul anlamına gelir. Sözcüğün Arapça karşılığı fakirdir. Zahid dervişler mal-mülk sahipliğine kesinlikle karşıdırlar. Onun kadar önemli başka bir düşünceleri daha vardır. Toplumun yeniden üretilmesine katılmayı açıkça reddederler. Kurucu Pirler, geçimleri için doğaya yönelmiş, başkalarının mallarıyla temas etmekten bile sakınmışlar, sadaka almayı kesinlikle reddetmişlerdir. Geçimleri için doğanın sunduğu olanakların çeşitli isimlendirmelerle, birilerinin mülkü olması, buralara giriş-çıkışın yasak olması, onlardaki düzen yıkıcılığının ve ortaklaşmacılığın temelini oluşturmuştur.
Gönüllü yoksulluk ve geçimin doğadan temini, yerleşik yaşamın reddini de beraberinde getirmiştir. Derviş gezgindir ve yerleşik değildir. Yerleşik yaşamın cezp edici yanlarından sakınabilmek için cinsel yaşamın reddi, aldıkları önemli tedbirlerden biridir. Cemaleddin’in, Kalenderi yoluna girmesini Kuran’ da ki Yusuf örneğine uyarak temiz kalma çabasına bağladığı söylenir. Haydariler ise cinsel organlarına ağır halkalar takmışlardır. Suskunluk, yalnızlık, uyumamak, yememek gibi adetler, öz disiplin kazanma ve bunu pekiştirme adetleridir. Bütün bu adet ve anlayışlarla yaşamaya çalışan zahidin, kurulu düzenle çok şiddetli bir çatışma içinde olduğunu söylemek gerek. Bu kural ve uygulamaların bütün taraftarlar için geçerli olduğunu söyleyen hiçbir ibareye rastlamadım. Tersi zaten anlamsız olurdu. Çeşitli kapıların varlığı bunun kanıtıdır. Aynı zaman diliminde İspanya ve güney Fransa arasındaki bölgede var olan, benzer bir hareket var. Katarlar. Bunlarda iki kesim var. Birincisi kusursuzlar diye isimlendirilenler. Bütün kurallar bunlar için geçerli. Diğerleri de taraftar kitlesi daha gevşek kurallara sahipler.
Dervişler, önemli dini kavramlara kökten yorumlar getirerek, düşünsel temellerini kurmuşlardır. Kendilerince, bu kavramlara getirdikleri yorumlar, onları doğal olarak kural karşıtlığına götürmüştür.
Tanrının bu dünyadaki görünüşü (tecelli) tanrı’nın evrendeki canlı ve cansız her zerrede görünmesi, belirmesidir. Tanrı her yerde ise, bütün yasaklar, emirler anlamsızdır.
Derviş, kendini Tanrının bir parçası olarak görür, dolayısıyla ölüm onun için Tanrı ile yeniden bütünleşme eylemidir. Dolayısıyla derviş ölümü gönüllü olarak seçen, ölmeden önce ölen kişidir. ‘Ölmeden önce ölünüz’ hadisi bu tutum için peygamber onayı sağlamıştır. Derviş kendini ölü bir kişi olarak görürdü. Bu konuda ciddi olduklarını sık sık mezarlıklarda kalarak gösterirlerdi. Toplum kuralları, o toplum içinde bir yere sahip insanları bağlardı. Kendini, ölmeden önce ölü gören derviş için, bu kurallara uyma zorunluluğu da yoktu. Bu durum onlar için, benin yokluğa kavuşması demekti. (fena-“geçici olmak, ölmek, yok olmak”)
Yoksulluk (fakr), mutlak yoksulluk demekti.
Ermişlik (velayet) ise Allah’a yükseliştir. Evliyalık, toplumsal ve yasal düzenlemelerin dışında olan velilerin, yani dervişlerin kendi varlıkları demekti.
Horasan bölgesinde uzun bir zaman diliminden bu yana varlığını sürdüren mistik bir inanç sisteminden söz etmeden, Kalenderiliğin ortaya çıkışının anlatımı eksik kalır.
Budizm, Mülksüzlüğü kutsallaştıran bir öğretidir. Buda, ebedi huzura kavuşmak isteyen insana, dünya nimetlerinden köklü bir şekilde kopmayı, bunun içinde, bedene baskı, nefsine perhiz uygulamayı önerir. Gereksinim duyma isteğini, kaynağında yok etmeyi öğütler. Giderek kafanın içindeki tüm bilgilerden arındırılmasını öğütlemiştir. Çünkü insanın içinde, evrensel ruhun belirebilmesi için, zihnin bilgiden arınması gerekir. İnsan dünya nimetlerinden kendini yoksun kılarak, çile çekerek, derin düşünerek bilincini arındırır, başlangıçta kopup geldiği evrensel ruh’la dolar. Kişi Nirvanaya ulaşır. Sonsuz yeniden doğuşlar çemberinden kurtulur. Bu öğreti, yoksul insanlar için umut vericiydi. Hindistan’daki kast sisteminden-yeniden doğup acı çekmeyerek- kurtuluş demekti. Ama Buda düşüncesi, gündelik yaşama ilgisizdi. Önerdiği çilecilik, varsıl insanlar için eğitici idi. Ama yoksul insanlar için pratik olarak çok anlam da içermiyordu. Piramitin en üstündeki varsıl sınıflar öte dünyayı yoksullara bırakmaya dünden razıydılar. Dolayısıyla da, İsa’dan önce 1.yy la gelindiğinde silinmek üzereydi. Tam da bu sıralarda Kuşhan Devletinde-Bugünkü Afganistan, Pakistan, bir anlamda Horasan- mülk sahiplerinin düzenini gerçekten tehdit edecek bir gelişme yaşandı. Mahayana budizmi-büyük yol- ortaya çıktı. Buda, Nirvanaya ulaşan kişinin ‘Bodhisattva’ olduğunu, o kişinin sonsuz geriye dönüşler çemberinden kurtulup, tanrısal öze karışıp gittiğini söyler. Mahayana budizminde ise; Bodhisttva olan kişi, kurtuluş arayan öteki insanlara yardımcı olmak için, bu ayrıcalığından vazgeçerek insanların arasına dönen kişidir. Bodhisattva, kurtarıcıların bedeninde görünen tanrıdır. Bu fikir, kurtarıcılık savlarına meşru dinsel, düşünsel bir zemin oluşturmuştur. Mesih inancı, Şia da mehdi beklentisi, İslamda zahidlik, Hıristiyanlarda keşişlik bu fikrin tek tanrılı dinlere yansımasıdır.
Yeryüzünde adalet bozulduğunda Tanrının bir insanda cisimleşip adaleti sağlayacağı inancı İslam da yankısını şia da buldu. Şia bu anlayışı Tanrının herhangi bir insanda değil de, Doğasındaki tanrısal öz sebebiyle, kötülükten uzak duran, Muhammed’in soyundan gelen imamlardan birinde ortaya çıkacağını söyleyerek dile getirdi. Mehdi beklentisi böyle ortaya çıktı. Burada anlatması uzun olacak olan, İslamın bir başka muhalif öyküsünün kahramanı Hasan Sabbah, -Kalenderi hareketi ile aynı bölge ve zamanda yaşamıştır- bu öğretide bir değişiklik yaptı. Kendisinin de bağlı olduğu İsmaili İmamı Nizari’nin kardeşi tarafından öldürülmesi üzerine, Tanrısal öz’ün sadece peygamber soyundan gelen imamlarda olduğu inancını terk ederek, Her hangi bir insanın, gizlenen gerçek imamdan el alarak, kurtarıcılık görevini üstlenebileceğini söylemiştir. ’Hak ademdedir, Kimse bilmez kimdedir’anlayışının, İslam toplumunda başka bir düşünsel temeli var Tasavvuf. Enel hak diyen Hallac-ı Mansur bunu zaten söylemişti. Hasan Sabbah’ın yaptığı kurtarıcılığın sıradan insanlar tarafından da yerine getirilebileceğini söylemesidir. Bu düşünsel gelişmelerin alt temeli, İslamın kendi içinde yarattığı asalet ve soya dayalı kastından kurtulma istekleridir. Sıradan insanında bir değer taşıdığının, onunda söyleyecek sözü olduğunun ifadesidir.
Mahayana Budizminin, islamla karşılaşmasının en önemli ürünü Kalenderilerdir. Kalandara sözcüğü Sanskritçede ‘düzen bozucu, kanun dışı, nizam dışı’ anlamına gelen bir sözcüktür. ( Bkz. Ahmet Yaşar Ocak Kalenderiler, TTK YY) Kalenderi, şeriata başkaldıran, şeriatı yıkan kişi demektir. İnsanın tanrı katında eşitliğini vaazeden İslamla, Tanrının adaletsizliği ortadan kaldırmak için insan kılığında ortaya çıkacağını söyleyen, Mahayana Budizminin temasından ortaya çıkmıştır. Bu tarikat Türkmenlerin ilk tarikatlarından biridir. Bütün başkaldırı hareketlerinin temelini oluşturmuştur.
Babai ayaklanması
Bu ayaklanma Anadolu da gerçekleşen en önemli halk ayaklanmalarından biridir.(1240) Selçuklu önderliğinde, o günkü Anadolu da varlığını sürdüren, Paralı Frank ordusunun işbirliği ile yenilebilmiştir. Bölgede Moğollardan kaçarak Doğu Anadolu ya giren Harzemşah Celaleddin in kuvvetlerinden arta kalan kuvvetler de vardır. Moğol orduları da hemen Anadolu sınırlarındadır.-Bilindiği gibi Ayaklanmadan 3 sene sonra, 1243 te Moğol orduları, Selçukluları Kösedağ da yendiler ve Selçuklu devleti bir daha kendini toparlayamadı.- Konar-göçer Türkmenlerin geniş katılımıyla gerçekleşen bu ayaklanmanın, Anadolu da yaşayan diğer halk kitlelerinden(Rum, Ermeni, Kürt, Arap), ne kadar destek aldığı da mutlaka aydınlatılmalıdır. Ayaklanma bölgesinin hemen yakınında ki Kapadokya bölgesi Heterodoks Hiristiyanlığın merkezlerinden biridir. Yine Samsat bölgesi, Arguvan bölgesi, Sivas Divriği bölgesi içinde aynı şeyler söylenebilir.
Bu dönem Anadolu da iktidar, erken uyananın elinde kaldığı bir dönemdir. Bu ayaklanma, Anadolu’nun yerleşik egemenleri ile halkının karşı karşıya gelişidir. Ezilmiş ama Yüzyıllar sonrasında da hala hatırlanan, şu sloganı Anadolu halklarına hediye etmiştir. Yarin yanağından gayri her şey ortak.
Bu kısa girişten sonra ayaklanmanın nedenlerini irdelemeye geçelim.
1237 yılında 2.Giyaseddin Keyhüsrev babası 1.Alaeddin Keykubat’ın yerine Selçuklu Hükümdarı oldu.-Keykubat’ın oğlu tarafından zehirlendiği söylenir.- Alaeddin dönemi, bütün tarihçiler tarafından Selçuklu devletinin en parlak dönemi diye nitelenir. Birçok tarihçi ayaklanmanın en önemli sebebi olarak Giyaseddin ve veziri Sadeddin Köpek’in kötü yönetimini sayar, bu da bir etkendir, ama iki dönem arasında ki zaman darlığı, ana sebebin bu olma ihtimalini azaltıyor.
Yine pek çok tarihçi, Selçuklu devlet bürokrasisinin Türkler yerine, Farslardan oluşmasını örnek gösteriyor. Yakın tarihte(1153) maveraünnehir bölgesinde patlak veren Oğuz isyanı bu fikrin, en önemli dayanağıdır.- Oğuzlar, kendilerinin yok sayılmasına, ağır vergileri ödemeye razı olmalarına rağmen baskı uygulanmasına 1153 te isyan etmişler, Büyük Selçuklu Hükümdarı Sencer’i esir edip, 2 sene yanlarında tutmuşlardır. Bu sürecin sonunda yeni bir hükümranlık doğmuştur. Harzemşahlar.- Babai ayaklanmasının bir hükümranlıktan diğerini tercih etme gibi bir talebi de yoktur. Kendilerinden sonra 1261 de patlak veren Ahi ayaklanması, 1277 de cimri ayaklanması diye bilinen ayaklanmaların böyle bir talebi vardır. Türklerin yok sayılmaları Selçuklularda da bir gerçekliktir. Devrin müellifleri, Türkmenleri, Etrak-ı bi idrak (Akılsız Türkler) olarak tanımlıyor. Bunun da bir etken olduğunu sayabiliriz. Ama bu da esas etken değildir. Sonraki ayaklanmalarda önemli bir rol oynayan, Karamanoğulları beyliğinin kurucusu Nur-i Sufi’nin, Baba İlyas’ın müridi olduğunu biliyoruz. Nur-i Sufi, Selçuklulara karşı Babai saflarında çarpışan Türkmen liderlerinden biridir. Bu beylik Türk kimliğini öne çıkaran bir beyliktir. Ama kuruluşu Babailerden sonradır. Karamanoğulları 1277 de Konya’yı zaptedip kendi isimlerini taşıyan bir beylik kurmuşlardır.
Üçüncü bir etken olarak, Selçuklu toprak sistemi ile Türkmenlerin yaşam tarzları-konar/göçer- arasındaki çatışma sayılabilir. Selçuklular, Horasan’da görüp-zengin toprak sahipleri ve yoksul köylülüğe dayanan- toplumsal uçurumların oluşmasına bir önlem olarak geliştirdikleri, toprakların devlet mülkiyeti fikrini, Anadolu’da da uyguladılar. Zaten, İslam hukuku da bunu öneriyordu. Fethedilen topraklar devletin malıdır. Anadolu Selçuklularında toprak sisteminin temeli, askeri ikta sistemidir. Bu ikta’ları hükümet, önemli devlet memurları ile devletle işbirliği içindeki Türkmen beylerine veriyordu. Üzerinde birçok köylünün ve konar/göçer Türkmen boylarının yaşadığı bu iktalar, miri sistemin büyük çoğunluğunu oluşturuyordu. Buralarda yaşayan Müslim veya gayri Müslim halk her yıl ikta sahibine vergi vermekle mükellefti.-Öşür, haraç-Vergilerini verdikleri sürece, üzerinde yaşadıkları toprağın tasarruf hakkına sahiptiler. Tarım için ayrılanlar ve göçerlerin yazlık ve kışlakları olarak ayrılmıştı. İktidar odaklı merkezi bir sistemdir bu. İktidara sahip olan en avantajlı konumdadır. Dolayısı ile çeşitli iktidar odakları-Sultan oğulları, Güç sahibi vezirler-arasında ki kavgalar ve bundan kaynaklanan kayırma metotları, sistemin istikrarını bozan uygulamalardır. Anadolu Selçuklularında da esas olanda istikrar değil, kargaşadır. Bu kargaşadan en fazla etkilenenler de köylüler ve göçerlerdir.-Bu sistemin benzer bir tekrarını uygulayan Osmanlılarda sistemin nispeten daha istikrarlı ve uzun bir zaman diliminde işler kalmasının sebebi, Osmanlıların izledikleri fetih ve yağma siyasetidir. Anadolu Selçukluları için bu mümkün değildi. Her taraftan bir kuşatma altındaydılar.-Burada sözü edilmesi gereken bir başka etkende Moğolların önünden kaçan büyük bir Türkmen kitlesinin Anadolu’ya gelmiş olmasıdır. Nitekim İsyanın önderi Baba İlyas’ ta bu süreçte Anadolu’ya gelenlerden biridir. Bu çapta bir göçün bir sıkışmaya yol açtığı da ileri sürülebilir. Bu da Türkmenlerin hayvanlarını otlatacakları meraların ve kışlak alanların daralması demektir, yer bulmanın önemli boyutlarda sıkıntıya yol açtığını söylemek mümkündür. Hoşnutsuzluğu arttıran en önemli etkenlerden biri de budur. Ama ayaklanma sonrası, Babai ardıllarının bu ayaklanma. Abdalan-ı Rum taifesinin ve Bektaşiliğin izlediği süreç bu sıkıntının da çözülmez olmadığının kanıtıdır. Hacı Bektaş’ın Baba İlyas halifelerinden biri olduğu herkes tarafından kabul gören bir fikirdir. Ama Bektaş ayaklanmaya katılmaz. Bu üzerinde en fazla tartışılan konulardan biridir. Bektaş’ın kardeşi Menteş ayaklanmanın önderlerinden biridir. Ve ayaklanma sonrasında öldürülmüştür. Bektaş ve ardıllarının sonraki dönemlerde, Beylerle kurdukları samimi ilişkiler ve bir anlamda İslam yayılmasının misyonerliği şeklinde nitelendirilebilecek faaliyetleri, Gücü elinde bulunduranlarla uzlaşıldığının kanıtlarıdır.
Öyleyse nedir, Anadolu’yu sarsan bu büyük ayaklanmanın örgütleyicisi. Bunun sebeplerini Anadolu’ya göçen Türkmenlerin dünya görüşlerinde aramak gerek. Cenneti bu dünya da kurmayı hedefleyen, ırk dil, ayrımı yapmayan, kula kulluğu reddeden, devlet örgütlenmesini tanımayan, her şeyin sahibi Tanrıysa, mülk edinmek ne demek diyen bir anlayışın, kendi düzenlerini kurma eylemidir.
Benzer ayaklanmalar ve hareketin evrimi
Ayaklanmadan 160–170 sonra Anadolu da Babai’lere benzer hareketlenmeler yeniden ortaya çıktı. Bunlardan en ünlüleri, Şeyh Bedreddin (ö.1416) ayaklanması ve doğu ve güney doğu Anadolu da etkili olan, Azerbaycan kaynaklı Hurufilik hareketidir.
Şeyh Bedrettin ayaklanması ile Babai ayaklanması arasında, Hem dönemin özellikleri, hem de amaç ve dünya görüşleri açısından benzerlik çok fazladır.
Her iki ayaklanmanın önderleri de sufidir. Şeyh Bedrettin ulema kimliğine de sahiptir. İkisi de ilahi düzenin kuruluşuna yol göstermek, önderlik etmekle yükümlüdürler. Baba İlyas’a resul –peygamber-Bedrettin’e kurtarıcı –mehdi-denmiştir.
Her iki hareketin katılanları sadece Müslümanlardan ibaret değildir. Ağırlık Türk kökenlilerde olmakla birlikte her dinden-Yahudilik, Hıristiyanlık-, her dilden insan vardır. Madem, Tanrı tek yaratıcı ve her şeyin sahibidir. Öyleyse Peygamberlerin kişiliğinde var olan dini ayrılıklara neden gerek vardır. Bu tür ayrımlar, dünyevi şartların oluşturduğu ayrımlardır. Aşılması, üzerinden atlanması gerekir. Baba İshak Güney Anadolu da Hıristiyanlık, Müslümanlık karışımı bir propaganda yapmıştır. Baba İlyas, Aya Yorgi (Saint Georges),İlyas Peygamber, Aya Teodor (Saint Theodore) ile özdeşleştirilmiştir. Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa da, Müslümanlık, Hıristiyanlık, Yahudilik karışımı bir propaganda yapmıştır.
Yine, her şeyin sahibi Tanrı ise, mülkiyet ne demektir. Her şey ortak olmalıdır. Kavimsel ve dilsel ayrılıklarında bir anlamı yoktur. Her iki olayın amacı, iktidarı ele geçirip, zulmü ve eşitsizliği yıkmaktır. Arkasından özlenen, eşitlikçi düzenin hakim olduğu dünya cennetini, yaratmaktır.
Her iki ayaklanma da, Ayaklanma liderinin halife ve müridleri tarafından örgütlenmiştir. Bu insanlar ayaklanmanın propagandasında ve örgütlenmesinde başrol oynamışlardır.
Her iki ayaklanmanın gerçekleştiği dönemler, kargaşa dönemleri, merkezi iktidarın sarsıldığı, yönetenlerin yönetemez durumda oldukları dönemlerdir.
Her iki ayaklanma arasında farklılıkları da sıralamak da gereklidir. Birinci fark, Baba İlyas’ın karizmatik halk önderliğinin yanında, Bedrettin ulema sınıfına dahildir. Üst tabakaya aittir. Bu farklılık küçük bir şey gibi görülebilir, ama bana göre, dünyayı radikal bir şekilde değiştirmeyi hedefleyen derviş hareketliliğindeki evrimsel gelişmeye işaret etmesi açısından önemlidir. Hiçbir dünyevi iktidar odağına ilgi göstermeyen derviş hareketinde, Babai ayaklanması sonrası ortaya çıkan, kendine yakın duran şehzade eylemlerine destek verme, beylerle birlikte hareket etme şeklindeki eğilimin sonucudur.
Babai hareketinin, ayaklanmanın ezilmesinden sonra ne yaptığı kaynakların yetersiz oluşundan dolayı net değildir.Ama isimleri günümüze kadar ulaşmış önderlerinin, kişiliklerinde yaşanan olaylar bize bir fikir veriyor.Örneğin Efsane isimlerden birisi Sarı Saltık’tır.Sarı Saltık Balkanlar’da hem Müslüman halkın, hem de Hıristiyan halkın gönlünde taht kurmuş bir Babai dervişidir.Sarı Saltık’ın Balkanlara geliş hikayesi ilginçtir.Babai ayaklanmasının bastırılması, Moğol istilası ardından, Selçuklu şehzadeleri arasında, babaları 2.Keyhüsrev’in ölümünden sonra patlak veren taht kavgalarının sonunda, kardeşi Rüknettin Kılıçarslan’a yenilen, 2.İzzeddin Keykavus yanındaki Türkmen boyları ile, dayısı Bizans imparatoru Mihael Paleologos’a sığınır.Balıkesir dolaylarına yerleştirilirler.Bir süre sonra Bölgede huzursuzluk çıktığını gören imparator,yeğenini yanındaki boylarla beraber Dobruca’ya yerleşmeye ikna eder.1263-1264 yılında kalabalık bir Türkmen topluluğu Balkanlara yerleşmiş olur.Sarı Saltık’ında 2.Keykavus’la beraber hareket ettiği kabul gören bir görüştür. Yine, Kaz dağlarında en yüksek tepenin adı Çılbak baba tepesidir ve burası yöre Türkmenlerince Sarı Saltık makamı olarak saygı görür. Her sene 15 ağustosta burada şenlik düzenlenir. Bunu da Sarı Saltık’ın burada en azından bir dönem yaşadığına kanıt olarak düşünebiliriz. Bu öykünün, konumuz açısından önemi beylerle, şehzadelerle güç ilişkileri kurulmaya başlandığının öyküsü olmasıdır. Sarı Saltık’ın sunni İslam çevrelerinde nasıl değerlendirildiği de ilginçtir. Kanuni döneminin halef/selef şeyh-ül İslamlığını yapan iki zat birbirinin zıddı iki şekil de yorumlarlar. İbn-i Kemal’e göre Sarı Saltık, büyük bir veli olup keramet ehli idi. Ardılı Ebusuud içinse iskelet haline gelmiş bir keşiş idi. Bu değerlendirmeyi, Kanuni’nin Erdel seferi sırasında (1538) Babadağ’ındaki türbe ziyareti sırasında yapmıştır. Bu birbirinin zıddı iki değerlendirme, Osmanlının kuruluş döneminde yayılmanın önünü açan derviş misyonunun artık sonuna gelindiğinin göstergesidir.
İki dönem açısından başka bir farklılık da coğrafi bölgedir. Babai ayaklanması Güney ve Orta Anadolu bölgesini kapsar. Bedrettin ayaklanması ise Ege ve Balkanlardadır. Aynı zaman diliminde bir başka bölgede Doğu Anadolu ve Azerbaycan’ı kapsayan ismi değişik, ama özü aynı başka bir derviş hareketi daha vardır. Hurufiler. İki hareket arasında doğrudan bir bağ olduğunu söyleyene rastlamadım. Ama temasın olmaması mümkün değil. Nesimi(ö.1417), Anadolu da Hurufi görüşlerini yayan en tanınmış isimdir. Hurufilik, Fazlullah tarafından 14.yy da İran’da kurulmuş mistik ve felsefi bir akımdır. Türkçe yazında bu hareketlilikle ilgili kaynak sıkıntısı çok fazladır. Yeni yeni kitaplar basılmaya başlanıyor. Hurufiler, ekonomik olarak eşitliği, sosyal olarak da her türlü zulmün ortadan kaldırılmasını savunurlar. Hurufi düşüncesinin temeli, insanlar arasında eşitliğin sağlanması, Güçlülerin zayıfları ezmesine son verilmesidir. Felsefi olarak ise insan merkezlidir. (Bkz. Fatih Usluer, Hurufilik, Kabalcı yy)
Anlatılan bir öykü tavırlarını oldukça net ortaya koyar, Fazlullah, Timur’a bir mektup yazar. Timur’u haksız bir şekilde güç kullanmaktan vazgeçmeye, şahsi ve ailevi menfaatleri bırakıp eşitlik, af ve cömertlikle davranmaya halkın mutluluğunu sağlamaya çağırır. Timur çok sinirlenir ve Fazlullah’ın yakalanarak Azerbaycan’dan sürülmesini emreder. Timur’un oğlu Miranşah tarafından da öldürülür. Tarih kitapları Hurufilerin Timur, Karakoyunlu, Osmanlı dönemlerinde uğradıkları katliamları anlatır.
Ortaklaşmacılığı, zulme isyanı temel programları yapan bu akımın ezilmesi sonucu bu coğrafi bölgede de düzeni toptan reddeden bir akıma rastlanmıyor.
Hemen arkasından gelen akım devletle iç içe bir akımdır. Şah İsmail şahsında ortaya çıkan hareketlenmelerin bir önceki dönemle benzerlikleri biçimseldir. Hareketin ruhu, batıda Bedrettin’le, Börklüce ile doğu da Fazlullah’la ve Nesimi ile son bulmuştur.
Yazıyı Babailer den 150 yıl sonra yaşamış aynı anlayışın bir temsilcisinin-Nesimi- bir şiiri ile bitirmek isterim.
Har içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabi farisi bilmem, dile minnet eylemem
Sırat-i müstakim üzre gözetirim rahimi
İblisin talim ettiği yola minnet eylemem
Bir acaip derde düştüm herkes gider karına
Bugün buldum bugün yerim, hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
Rızkımı veren huda dır kula minnet eylemem
Oy Nesimi, can Nesimi ol gani mihman iken
Yarın şefaatlarım ahmed-i muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol gani settar iken
Yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylemem
2 Responses
Saffet dost sana kitap olarak ilettiğim…tasavvufi praksis yolunda toplumcu hürriyet düzeni çalışmasında metot bahsi ile ortaya konanan temmellerin yanında…. (açılımparametreleri ortaya konan) bu çalışma da gelişrilmeli… tasavvufi praksisiin tarihsel oluşumu açısından önemli bir yaklaşımdır… baki selamlar…
Maniye kadar inen bir varoluşu anlayış sanırım.Maninin erken modern çağı tetklediğini,kalenderilerin ve Bedrettinlerin pürıtan çizgiyi izlediği düşüncesindeyim.