Search
Close this search box.

İslam Uygarlığının ortaya çıkışı-Saffet Bilen

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

İslam uygarlığı denince ilk çözülmesi gereken problem, bu uygarlığın nereye ait olduğudur. İslam uygarlığı, Batı uygarlığı dışında, öteki olarak niteleniyor. Bu değerlendirmenin yaygınlığı ve külliyatın boyutu bile Batı Sosyal bilim çevreleri ile siyasal iktidarlar arasında ki bağların ne kadar güçlü olduğunu gösterir. Çünkü değerlendirme yanlıştır.

Batı nitelemesi illa da kullanılacaksa, uygarlığın doğuşu üzerinden yapılması en doğrusudur. Bilindiği gibi, her şeyin başladığı tarıma geçiş Bereketli Hilal bölgesinde gerçekleşmiştir. Ve bölgenin ana ürünleri buğday, arpa ve yulaftır. Bu ürünler doğuda İndüs vadisinin, batıda ise Mısır, Balkanlar, Kuzey Afrika, İspanya, yakın dönemde Kuzey Avrupa toprakları, yine Avrupalı işgalinden sonra tüm Amerika kıtasının temel ürünleridir.

Ortadoğu bin yıllardır uygarlığa beşiklik eden topraklar, son keşfedilen Göbeklitepe’den öncesi var mı bilinmiyor. Ama, uygarlık merkezlerinde bir devamlılık yok, Göbeklitepe’nin 2 bin yıl etkin olduğu söyleniyor. Sonu bilerek, isteyerek gömülmek olmuş, sonrasında da ataklar ve yıkımların birbirini izlediği devirler halinde birçok dönemden söz edilebilir.

Atak ve yıkım periyodu tüm diğer uygarlık alanları için geçerli.

Bu bölgeye ait belirgin özellik, merkez çevre ilişkisinde, merkezin sürekli yer değiştirmesidir. Bunun sebebi ise tamamen coğrafi ve iklimsel koşullardır. Tarımsal faaliyet için ormanların kesilmesi, toprağın tuzlanması, üretimin ve artı değerin devamının getirilememesidir. Ortadoğu çöllerinin büyük çoğunluğu insan eliyle gerçekleşmiştir.

Söz edegeldiğim kriter üzerinden bakacak olursak, Batı Avrupalıların iddialarının tersine, İslam coğrafyası o günün dünyasında ki; tüm Bereketli Hilal kaynaklı uygarlık alanlarını kapsar durumda idi. Araplar, daha önceki Roma İmparatorluğunun topraklarının, Anadolu ve Balkanlar dışında, tamamını, üstüne, Roma/Part, Sasani çatışmasının diğer odağı, İran’ın tamamını denetimleri altına aldılar. Bu anlamıyla adına yaraşır bir batı uygarlığıdır İslam uygarlığı.

Konumuz olan İslam’ın ortaya çıkışı ve hızla yayılış dönemi, hemen öncesinde ve zamandaş olarak uygarlık sürecinde yıkımın yaşandığı ve artçı sarsıntıların devam ettiği bir dönemdir.

Yıkım süreci, Batının merkezi Roma dışında, başka uygarlık alanlarında da gerçekleşmişti. Han İmparatorluğu da zamandaş olarak çökmüştü.

İslam’ın ortaya çıkış günlerinde ise, Çin ekosisteminin bitmez tükenmez verimliliği ile çabuk ayağa kalkmış idi.

Roma, Batı ve Doğu olarak ayrıldı. Batı Roma kendini besleyen ve ayakta tutan kaynak bölgelerinin kuraklaşması sonrasında, Kuzey Afrika ve İspanya, önemini yitirmişti. Doğu Roma ayakta kalacak kaynaklara hala sahipti. Ama orada da sular bir türlü durulmuyordu.

Batı uygarlık alanlarından olan İran’da kurulu Sasaniler ile ezeli bir rekabet içindeydiler. Bu rekabet istikrarsızlığı yaratan ve merkezi iktidarları zayıflatan en önemli etkendi.

Hüsrev, Avarları Konstantinopolis önlerine getirmiş, Heraklius ise Türkleri Mezopotamya’ya. Ama her iki imparatorluk kendi garnizonlarına ödeme yapmaktan daha ucuza geldiği için, çöl sınırında ki Arap kabilelerden yararlandılar.

Roma’nın Avrupa sınırlarını Germenleştiren, Çin’in Orta Asya sınırlarını Hunlaştıran zihniyet, Doğu Roma ve Sasaniler ise sınırlarını Araplaştırdı.

  1. yy da her iki imparatorluk da Araplarla çok daha fazla içli dışlı olur hale gelmişlerdi. İki güçte kendilerine bağlı Arap krallıklar kurdular. Doğu Roma Suriye merkezli, Sasaniler Irak merkezli faaliyet gösterdiler. Hıristiyan Habeşistan Doğu Romanın müttefiki idi. Onlarda Yemen’e yerleşmişlerdi. Arabistan çölünün öneminin artmaya başladığı bir dönemdi bu günler. Öne çıkan şehir Kâbe’nin bulunduğu Mekke idi.

Mekke ve onun hâkimi olan Kureyş kabilesi hakkında sözü, İslam Ansiklopedisinin ilgili başlığına bırakmakta yarar var; ‘Kabileye bu adın verilmesiyle ilgili olarak ileri sürülen diğer görüşlerden birine göre Kureyş kelimesi “toplanmak, bir araya gelmek; ticaret yapmak” anlamındaki takarruş kökünden gelmekte ve Fihr b. Mâlik’in soyunun, Kusay b. Kilâb liderliğinde Mekke ve çevresinde ikamet etmek üzere bir araya toplanmış olması veya ticaret yapması sebebiyle böyle adlandırıldığı kaydedilmektedir. Diğer bir görüşe göre ise Kureyş, Kelb ve Esed kabilelerinde olduğu gibi bir hayvan isminden hareketle “köpek balığı” manasındaki kırş kelimesinden türetilmekte ve köpek balığının denizdeki diğer balıklar karşısında güçlü olması gibi Kureyş’in de diğer kabilelere karşı üstünlüğünü ifade etmektedir. Öte yandan Fihr b. Mâlik’in çocuklarının hac için Mekke’ye gelenler arasında korunmaya muhtaç olanları, fakir ve ihtiyaç sahiplerini tespit edip sıkıntılarını gidermeye çalıştıkları için “araştırmak, teftiş etmek” anlamındaki takrîş kelimesinden hareketle veya Fihr b. Mâlik’in torunlarından olup kabilenin kervanlarına rehberlik eden Kureyş b. Mahled’e izâfetle bu ismin verildiği zikredilir.’

Kureyş kabilesinin Mekke’de hâkimiyeti sağlaması ise şöyle anlatılır; ‘Kureyş kabilesi, uzun süre Benî Kinâne’den olan akrabalarıyla birlikte dağınık gruplar halinde Mekke dışındaki çadırlarda yaşadı. V. yüzyılın ilk yarısında Fihr b. Mâlik’in altıncı kuşaktan torunu ve Hz. Peygamber’in beşinci kuşaktan dedesi Kusay b. Kilâb liderlik vasıflarıyla Kureyş kabilesi arasında seçkin bir yer kazandı ve kabilenin tarihinde önemli bir rol oynadı. Kureyş kabilesi, Kusay liderliğinde Kinâne ve Kudâa kabilelerinin de yardımıyla Mekke hâkimiyetini elinde bulunduran Benî Huzâa ile mücadele etti ve sonunda Mekke hâkimiyeti Kâbe ile ilgili hizmetlerle birlikte Kureyş kabilesine geçti. Kusay dağınık halde yaşayan Kureyş kollarını birleştirerek Kâbe çevresinde iskân etti.’ ‘Kusay b. Kilâb’ın Kureyş’in çeşitli kollarını Mekke’ye yerleştirmesiyle kabile yarı göçebelikten yerleşik hayata geçmişti. Mekke tarıma elverişli olmadığından Kureyş kabilesi ticaretle geçimini temin etmekte, ancak bu ticaret Mekke dışına taşmamaktaydı. Mekke’nin saldırı korkusu bulunmaksızın gelinebilecek ve sığınılabilecek kutsal bir yer (harem) oluşu şehrin bir ticaret merkezi olarak gelişmesine imkân vermişti. Kureyşliler Mekke’ye gelen yabancı tâcirlerden mal satın alır, kendi aralarında ve çevredeki Araplar’la alışveriş yaparlardı.’

Ticaret ve merkezi denince, üretimde yoksa alınıp satılan ürünler bir yerlerden gelmeli, bir yerlere de gitmeli idi. Mekke’den ürünlerin gönderildiği yer belli. Şam. Geldiği yer ise Hint okyanusu ve Kızıl denizi aşan gemiler vasıtasıyla Hindistan olmalı. Çok uzun seneler ve hala da geçerli olan bir yol. Tüccarlar kuzey de savaşan iki büyük devletin yarattığı girdabın içine düşmektense; sakin ve nefes alınacak bir istikrar ortamına sahip Mekke’de konaklamayı alışkanlık haline getirmiş olmalılar. Bölgeyi iyi bilen Mekkeli bir tüccar ile sevkiyata devam edilmesi, kervanların başına gelebilecek felaketlerin yarı yarıya düşmesi anlamına geldiği açık.

İslam, dönemin özelliklerini gözeten ve sorunları tarif edip, çözüm öneren bir din olarak yükseldi. İslam, Tanrının iradesine teslimiyet anlamına gelen bir sözcüktür. Kurucusu, ticaretle uğraşan yeni zenginleşmeye başlamış bir kabilenin, çok önemli olmayan bir üyesi idi. Yaşamı boyunca hiçbir şey yazmadı. Kuran ölümünden sonra bir araya getirildi. Adalet, eşitlik ve zayıfa karşı şefkat vaat etti. Kendinden önceki peygamberlerde benzer şeyler söylemişlerdi. Bu söylem ve uygulamalar savaştan, yağmadan ve yoksulluktan bunalmış bölge insanlarına çok sıcak geldi.

Hz. Muhammed diğer peygamberlerden farklı bir özelliğe de sahipti. O düşünceleri uğruna savaşmaktan yanaydı aynı zamanda. Budizm, Konfüçyüs, Hıristiyanlık yaygınlaşmalarını, kurucularına değil, onları benimseyen güçlü devletlerin yaşayanlarına ve devlet görevlilerine borçluydu. İslam ise tam bir kargaşa ortamında doğdu, döğüşerek gelişti ve yaygınlaştı. Hz Muhammed bir hükümdar da değildi. 632’ de öldüğünde Arap birliği dağılma noktasına geldi. Sahabelerin bir bölümü bütün gece oturup Ebu Bekir’i halife seçtiler. Hem vekil (Tanrı’nın vekili) hem de halef (Muhammed’in halefi) anlamına gelen sözcük yerinde bir tercihti. Seçilen kişi Hz Muhammed’in otoritesine sahip değildi. Bu iç çatışmaların artmasına yol açtı. En sonda önderlik, Arap savaşçıları birliğinin komutanının eline geçti. Şam başkent oldu. Merkezi bir idare kuruldu. Şam’ın başkent oluşu ve Şam’ da egemen olan Muaviye’nin halife olması tesadüf değildi. Birincisi Şam, doğudan gelen zenginliğin bu bölgede toplandığı ana merkezlerden biri idi. Paranın ve gücün merkezi idi. İkincisi epey zaman önce Muaviye’nin dedelerinden Umeyye, Mekke’ de çıkan bir ihtilaftan dolayı burada sürgün hayatı yaşamıştı.

Aslında İslam şiddet dini değildi. Kuran Eski Ahit’e göre daha az kanlıdır. Ama Müslüman Araplar uzun zamandır savaşın içindeydiler. Belirsizlik ana yönü idi yaşamın. Dinin yayılmasında zorlama yoktu. Ama gündelik Arap yaşamı zora dayanıyordu. Bu çelişik durum, tüm İslam tarihi boyunca kendini hissettirdi. İslam, Araplara kendine güven ve haklılıklarına sarsılmaz bir inanç sağladı. Bu ruh hali önemli bir rol oynadı.

Hz. Muhammed, başta Hüsrev ve Heraklius olmak üzere çevredeki tüm hükümdarlara mesajlar gönderdi. Cevap gelmedi.

Ama Arap kuvvetleri kısa sürede Mezopotamya ve Filistin’de hızla yayıldılar. Arap kuvvetlerinin nadiren 5 bini aşan ve 15 bin rakamını hiçbir zaman geçmeyen bir sayıya sahip olması, bize ortamın ne derece darmadağın olduğunu gösterir. Karşılarına çıkan kuvvetler bu rakamlardan da azdı. İki imparatorlukta iflas halinde ve bölünmüş bir durumda idiler. Bölgede yaşayan insanlar ise, Arap şeflerinin Roma ve Sasani devlet memurlarının yerlerini almasını sorun etmediler.

Filistin ve Mezopotamya’nın ardından, Mısır 639 yılında 4 bin Müslüman savaşçı tarafından istila edildi. İskenderiye hiç direnmeden teslim oldu. Sasani imparatorluğu kumdan bir kale gibi hızla çöktü. Roma topraklarının ¾ nü bırakarak Anadolu’ya çekildi.

Roma, yetkileri her yörenin egemenine devredip, askerlere de maaş yerine kendi yiyeceğini yetiştirme olanağı sağlayarak ayakta kalabildi. 700 yılında Konstantinopolis’in nüfusu 50 bin civarında idi. Kentin çevresine tahıl ekiliyordu. İthalat neredeyse durmuştu. Sikke yerine takas ekonomisi geçerli hale gelmişti.

Yüz yıl gibi kısa sürede Araplar en zengin bölgeleri topraklarına katmışlardı. Kuzey Afrika’dan İspanya’ya geçen Arap birlikleri 732’ de orta Fransa’ya kadar ilerlediler. Bir başka kol İndüs vadisine ulaştı. Başka bir kuvvet 674’ te Konstantinopolis’i kuşattı.

Araplar yıkım değil, yapma, daha iyisini yapma derdindeydiler. Doğu Romalı Justinianos’un ya da Sasani Hüsrev’in düşlerini devam ettirmeyi yeğlediler.

700’de İslam dünyası az çok Batı uygarlığı diye söz edilen alanın nerdeyse tamamına egemen olmuştu. Hıristiyanlık, kuzeyde bir çevre bölgesine sığınmıştı.

Araplar, tüm ticaret yollarının çoğunun denetimini ele geçirmişlerdi. Bunu koruyacak, ticaretin rahatça yapılmasını sağlayacak bir merkezi devlet de kurmuş idiler.

Başarının altında yatan üç ana etkenden söz edilebilir;

Birincisi, uygar dünya büyük bir yıkımın ardından, özellikle Çin’de yeniden toparlanmaya başlamıştı. Batıda ise; Tarihi ticari yolun güvenliği, iki büyük imparatorluğun kavgası sonucunda ortadan kalkmış, bu anlamda yeni bir sistemin kurulması olmazsa olmaz bir koşul haline gelmiş idi. 9 yüz yıl önce bölgede benzer bir hızla hâkimiyet kuran İskender’den farkları, İskender’in çevreden gelip merkezi, Pers imparatorluğunu dağıtmasıdır. Araplar ise dağılmış merkezi toparlamayı başardılar.

İkincisi, bu yol en tehlikesiz bir şekilde Hindistan, Arabistan yolundan yapılabilir durumdaydı. Ve Arabistan’da oluşan bir partnerde vardı. Araplar göçebelikten hızla tüccarlığa geçtiler. Yıkıcı değil yapıcı bir rol üstlendiler. Yine, Arap İslam hâkimiyetine de fiili olarak son veren Moğol istilası aynı etkiyi yapmadı bilindiği gibi dünyada. Bu sonuçta Moğolların yıkım gücü olmalarının payı büyüktür. Verili uygarlık süreci için, yapıcı bir mantığa sahip değillerdi Moğollar.

Üçüncüsü, İslam Adalet, eşitlik ve şefkat vaat eden bir dindi. Söylem ve uygulamalar bölge insanlarında rahatlama yarattı ve hızla İslam saflarına geçtiler.

Bir işin başarı ile kotarılması için gerekli olan tüm koşulların oluştuğu, objektif zemin, işi yapacak bir kuvvet ve bir yaşam planı, bir ortamda hızla yükseldi İslam Uygarlığı.

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir