ÇALIŞMA YAŞAMININ BİR İNSANIN PSİKOLOJİSİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Merhaba.
Geçen yazımda sizlere Örsan Öymen’in kısaca hayatından bahsetmiştim. Şimdi ise kendi hayatımdan söz etmek istiyorum. Ne kadar “anafikir” konseptine uygun düşer bilmiyorum ama… Takdir sizlerin! Konuyu iş yaşantısının benim üzerimdeki olumsuz etkisine ayırdım. Çalışma yaşamı işsiz kalmaktan, aç gezmekten tabii ki iyidir, bir itirazım yok ama yine de değinmeden geçemeyeceğim bir konu bu. Çalışalım ama hâd safhada ödün vermeden, onurumuzla asla oynatmadan çalışalım.
ÇOK UZAKLARDAN SESLENMİYORUM
Evet, kendimle ilgili kısa bir yaşamöyküsü anlatacağım sizlere. 30 yıllık bir kesitin öyküsü. Teşekkür borçlu olduğum insanlar var anlattığım dönemde. Kızdığım insanlarla aynı öyküde buluşturdum onları isim vermeden. Neden mi anlatıyorum bütün bunları. Belki bir günah çıkarma belki bir özeleştiri. Sizi ilgilendirir mi, bilmiyorum. Gerçekten ilgilendirir mi? Kimimizle ortak paydalarımız vardır, kimimizle ise derdimiz bile çakışmaz. Bu yazı bir sağaltımın aracı da olabilir. Onun yolunu da açabilir. 50 yaşına bastığım şu zaman diliminde ben takıntılı sorunlarımı yeni yeni aştım, aşıyorum. Kısmen de olsa kendimle yüzleşiyorum.
Bu yazı “anafikir”in sağlık-psikoloji bölümünde yer bulsun kendine diyelim ve konuyu açalım.
İnsan kendisiyle biraz olsun hesaplaşmalı ama kendisine iyi de davranmalı. Yaşamak, daha iyi yaşamak için gerekiyor bu! Bu yazı, çalışma hayatının insan psikolojisi üzerine bir yazıdır. Yazı özyaşamöyküsel bir yazı olabildi kanaatindeyim. Bizzat çalışma hayatımı anlatıyorum bu yazıda.
İş hayatı kolay bir hayat değil her insan için. Hele hele eyvallahı olmayanlar için hiç mi hiç kolay değil. İşi ne kadar biliyor olsalar da, hiç kolay değil. Ne dersiniz maske takıp, sempatik mi gözükelim… Bir ekibe mi dahil olalım. Ne yapalım? Ne yapmayalım?
BENİ SARSMIŞ OLAN O DÖNEMİ ÖNCESİYLE BİRLİKTE KISACA ANLATMAYA ÇALIŞAYIM
Yıl 1983. Fakülte yılları. Arkadaşlıklar. Askere gidiş. Askerlik sonrası arkadaşlık ortamının dağılması. O güzelim arkadaşlıkların bozulması. Oysa 3,5 yıl profesyonel devrimcilik (aktif ve kesintisiz) hayatım var ki serde, deneyimlerimi değerlendirebilirdim. Fakat hay aksi, araya, geleceğimle ilgili vesveseler giriyor. Şaşkınım. Sanki o devrimci atmosfer uçup gitmiş. Devrimci diye bildiğim kişiler yok olmuş, çoğu kılık değiştirmiş. Hedefim belirsizleşmiş. Yalnızlığın ve yabancılaşmanın kıskacındayım artık. Sonrası mecburi çalışma yaşamı! Öyle bir çalışma yaşamı ki “para kazan”dan başka desturu olmayan bir ortam. İşin niteliği önemli değil; yeter ki para gelsin! İnsana empoze edilen bu… Alışamadım bir türlü. Yeni ortama tutunmaya çalıştım, ama olmadı tutunamadım… Beni tedirgin eden, bende takıntı yaratan ortamlarda çalıştım. Amir memur ilişkisinin aranması gibi, hiyerarşik yapı gibi… Kısa zamanda bozunuma uğramam gibi. Maya sağlam da olsa, sinir sisteminin zayıf olması gibi. Böylesi zorluklara gelemedim ben. Bu işlerde sıkıya gelen yanım-yapım yok; anlaşıldı! Öyleyse yapabileceğim bir işin arayışına girişmeliydim. 14 senelik çalışma hayatımın sonunda, büyük zorluklarla, zar zor bulabildim şu andaki işimi. Yine nerden baksanız 22 senelik iş yaşamım var bugüne bugün. Kesinkes, istemediği işte çalışmak insanı hem yorar hem de farkına varmadan hasta eder. Tabiiki, asalak gibi yaşamamalı, insana yakışır vaziyette çalışmalı diyorum. Ama nasıl! Satış elemanına ‘Her şeyi sat’ ve ‘ Daha fazla sat’ denilen bir ortamda ‘kişilik aşınması’ olmaması mümkün mü? Özgürlüğünüz ne derece var? Patronun adamı yahut adamının adamı mı olmaya adaysınız? Hoşunuza gider mi böylesi? Sattığınız sadece nesne mi, hizmet mi? Kişiliğiniz de söz konusu değil mi?
SIKINTILAR BAŞ GÖSTERİNCE…
Çalışma yaşamında üst düzey olacak halim yok. Kişiliğimden ödün veremem. Kahrolası bu çalışma ortamında, mektep-medrese görmüş olsak da beceriklilik ve süreklilik arz eden bir durum sergileyemiyordum. Hep kısa süreli iş ortamları. İş değiştirmeler. Ben neyin peşinde koşuyordum. Para ve kariyer mi! Yoksa ekmeğini eve götürürken olumlu izler de bırakmak şu dünyada mümkün değil mi? Sorun ne?
ÇALIŞMA YAŞAMINDA ATTIĞIM YANLIŞ ADIMLAR SAĞLIĞIMA MAL OLDU
Çalışma yaşamı geçimimi sağlamak, ayaklarımın üzerinde durmak, bağımsızlığım için herkes gibi benim için de bir nevi zorunluluktu. Fakat ekonomik açıdan iyi de olsa bu çalışmalar zorlu bir dönemin başlangıcı oldu. Yalnız şanslıydım biraz. Süper sayılabilecek (başkasına göre) işlerde de çalıştım. Fakat fena para almadığım kurumlarda sinir sistemim bozulmaya başlamıştı. Bana göre değildi bu işler. Ayrı bir dünyaydı sanki. Artık aradığım; kişilik yapıma uygun bir işti. Fakat bunu, o dar toplumun tarifi zor baskısından dolayı çok geç fark ettim. Oysa erken anlamam için potansiyel de mevcuttu. Sadece yapmam gereken, paradan değil ama fazlasından ve kariyer durumlarından vazgeçmekti. Ne pahasına olursa olsun. Yeter ki donanımıma ve düşünceme, dünyaya bakış açıma uygun sağlıklı bir işim olsun! Sonunda bunu yaptım ve nihayet şimdi kendime uygun bir işte çalışmaya başladım. Şimdiki işimin yüzü topluma dönük. Çalışanlar da benim gibi. Yalnız değilim. Yalnız olmadığını bilmek kadar insana güven veren bir başka duygu yok sanırım. Şimdi sevdiğim işte çalışıyorum anlayacağınız. Ücret pazarlığının olmadığı ama geçinebilir bir ücret talebimin olduğu bu işyerinde bir bedel ödesem de bu firma benim için bir rehabilitasyon merkezi oldu ve halen oluyor da sayılır. Tıpkı düzenli olarak ilaçlarımı almamın bana iyi gelmesi gibi. Yine tıpkı, dostlarımın bana şifa olması gibi. Bütün bu olan biten arasında hastalığımın teşhisi de konulmuştu. Hastalığın adı Bipolar duygulanım bozukluğu idi.
Bipolar duygulanım bozukluğu iki uç hali sembolize eder. Mani de coşumcu bir hal sergilersiniz; bir süre sonra yaşayacağınız depresyonda ise çöküntü hali içerisindesinizdir. Kullandığınız ilaçlarla bu hali dengeleyebilirsiniz, tabiri caizse duygularınızda ortayı bulabilirsiniz. İlaç atağı önlediği gibi hastalığınızın iyiye doğru seyrini de sağlar.
10 yılı aşkın süredir bu kurumda çalışıyorum. Geçim sıkıntısı daim. Çalışma yaşamım yorucu da olsa bir umudu diri tutuyorum. Amacım çalıştığım kurumdan emekli olabilmek ve kurumla bağımı bir süreliğine de olsa devam ettirmek. En büyük kazançlarımdan birisi de yürüdüğüm yolda merhaleler kaydetmek.
Evet, çalışma yaşamı verdiğinden çoğunu aldı ama yaşam çizgim beni nihayetinde sevdiğim işe kavuşturmuştu. Özgürlük salt çalışma yaşamıyla değil, hayata filozofça bakışla da gelmişti. Çalışma hayatındaki delicesine tempo ve ulaşamayacağımız isteklerin fazlası insanı çileden çıkarıyor, neredeyse özgürlüğünden uzaklaştırıyordu; mutsuz kılıyordu. İnsan kuyu kazan bir varlığa da dönüşebilirdi; kendi kuyusunu kazan bir varlığa da… Bu hayatta tutunabilmek için insanlığından uzaklaşabilirdi.
Bugün benim ayakta dik durmamı sağlayan, yeri geldiğinde bağrıma basabileceğim üç veya dört insan var. Kitaplarım ve dostlarım… Sayabileceğim en önemli zenginliklerden ikisi. Aceleye gerek yokken iş yaşamına ilişkin fikri olan iki arkadaşın sözünü dinlememiş, acele etmiştim. Artık sinirler gerilmişti. İdare benden kısa sürede çıkmıştı. Bu yanlışları diğer yanlışlar izledi. Yaşadıklarım sanki bir akıl tutulması idi. Sonunda hastalanmıştım. Bu Bipolar duygulanım bozukluğuteşhisi bir yılın sonunda depresyonu izleyen teşhis oldu. Hastalığım tekrar etmesin diye, 15 yıldır ilaçla tedavi görüyorum. İşsiz kaldıysam da bu süre içinde tekrardan bir meslek sahipliği edinme azmini de beraberinde yakaladım. Edindiğim bu mesleğin bilgisini kısa süreliğine de uygulamıştım bir zamanlar. Fakat bu mesleği icra etmekten vazgeçtim. Hastalığım boyunca ise hastaneye yatmadım.
Başlangıç aşamasında bir dostum tarafından bana iyi bir doktor önerilmişti. Kendisi hâlâ 15 yıldan beri doktorumdur.
Nermi Uygur Hoca, Bunalımdan Yaşama Kültürüne isimli eserinde “İnsan kendi gerçeğinden ne zaman uzaklaşır; orada bunalım başlar” der.
Bunalımdan çıkarken neyle karşılaşacağınız belirsizdir. Çıkarken gözünüzü açtığınızda ilk gördüğünüze sarılabilirsiniz. Tekrar bunalıma neden olmasın da sarılacağınız o neyse artık. Aman dikkat. Size el uzatan bir dosta gereksinimiz olabilir o anda.
Bunları sizlere neden anlatıyorum? Hayatta hata yapılır, yapılmaz değil. Birçok hata, yanlış yapılır. Uygun olmayan işlerde çalışır ya insan, uygun olmayan ‘eş’le evlenir ya… İşle ilgili hatalardan erken dönmesini de bilmeli insan. Hele gençse, bağımlılıkları (zorunlulukları) da az ise. Yoksa bir tetiklenme ve beraberinde gelen atak hali ruh sağlığınızın bozulmasına yol açabilir. Arkadaşlık ilişkilerinizi de mutlaklaştırıp sürdürmek zorunda değilsiniz. Sizi kıskaca alıyorsa ‘delete tuşu’na basın silin yaşamınızdan. Tesadüflerin de rolü yok değil ya hani. Şans(!) dediğin de beraberinde gelecek tabi. Kurtuluşun reçetesi tıbbın yanı sıra sohbetle, muhabbetle içten çözüm arama işi, yaşamla iç içe olma, mutluluğu biraz olsun yakalama işi. Sağlık geri geliyor fakat olumsuz izler de bırakıyor beraberinde. Beyni pırıl pırıl olsa bile eskisi gibi koşturamayabiliyor insan. O zaman da dilini konuşturuyor. O da kime? Frekans kurabileceği, yakınlık duyduğu insanlara… Özetle; kendi yapınıza uygun işi arayın derim hayatta. Sözüm en çok gençlere. Gerekirse puanı düşük olsun, üniversitede o bölüme kaydolun. Sevdiğiniz, daha çok gerçekten istediğiniz bölüme. Kariyer basamakları sizi tırmalıyorsa, hırpalanıyorsanız; manevi doyum için işçi gençlik gibi de çalışma yolunu seçebilirsiniz. İsterseniz iki dil bilin, isterseniz iki üniversite bitirin! Yeter ki kendinizi örseletmeyin!
Ben bunları yaşadım. Yine de yanlış işler dışında pişman olmadığım bir hayat yaşadım.
BU YAZI BAŞKA TÜRLÜ DE YAZILABİRDİ…
Bu yazı, çalışma hayatının insan üzerindeki belirleyiciliği üzerinedir ve bu yüzden kaybedilen sağlık üzerine de aynı zamanda ilk elden bilgi verici olabilir diye kaleme alınmıştır. Uygun işi bulamama, dünya görüşüne ters bir yöne gitmenin sonunda bunalımın oluşması, akıl sağlığını derinden etkileyen iki atağa; mani ve depresyona neden olması. Tıpta ilerlemenin olmadığı zamanlar ve mani’ye manyak da denilerek kestirilip atılması.
Bugün hâlâ aklı başında bir insan olarak yaşamımı sürdürdüğüme inanıyorum. Önceki bunalımlarımda esas deprem kendini hissettiriyor gibiydi. Önceleri başka bir doktor tarafından palyatif ilaçlarla günlük hayata entegre edilmeye çalışıldım ki nafile. Soruyorum size; bu düzene bulaşmamış, saf kalabilmiş insanın bunalım geçirmeden yaşamını idame ettirmesi kolay mı? Freud gelse ‘ Ne kadar insan varsa o kadar vaka vardır’ diye konuşurdu tekrardan. Öyle veya böyle… Bugün ayakta mıyım ayaktayım. Kimseyi sömürmeden yaşıyor muyum, yaşıyorum. İnsan ilişkilerindeki hassasiyetim ve zaman zaman takıntım varsa ne yapabilirim? Biraz vurdumduymaz mı olayım yani. Bu kez de sevdiğim işte yıllardır yoğun çalışmaktan dolayı yeni yeni meslek hastalığı oluşmakta. Yaşlanıyoruz da bu arada.
Bilimsel bir yazı dilinden uzak kaldım. Farkındayım. Ne mutlu ki bana ve çevreme; bünyem ve beynim kullandığım ilaçlara olumlu bir yanıt verdi (Ters etki yapan ilaç şiddete yöneltebilir bir insanı). Hastalık yaşasam da sosyal yaşamın içinde kaldım bugüne değin. Çoğu insandan fazla yaşıyor da sayılırım kültürel hayatı; teorik de olsa yaşıyorum bu hayatı yaptığım işten dolayı. Yaşamım, sevginin gücünün nelere kadir olduğunun da olumlu örneklerinden sayılır bence. Dostlarımdan ikisi benim ciddi bir rahatsızlığımın olmadığına inanıyor hâlâ. Kitaplardan alıntı yapmama da gerek kalmadı derdimi anlatırken. Bir Michel Foucault’ya, Althusser’e, bir Gogol’e, Dostoyevski’ye, Erasmus’a , Stefan Zweig’a, Maksim Gorki’ye değinmeden, o kadar uzunluğuna konuyu ele almadan burada sözü yavaş yavaş keselim. Çünkü ağır daha ağır travmalar geçirenlere haksızlık etmiş olmayalım. Ağır travma dedim de aklıma Rıta Soulahıan Kuyumjıan’ın Deliliğin Arkeolojisi Gomidas – Bir Ermeni İkonunun Portresi isimli eseri (Bir Zamanlar Yayıncılık) geldi. Bir başka eser de Joanne Greenberg’e ait: Sana Gül Bahçesi Vadetmedim. Rahatlıkla okuyabilirsiniz.
Henry Miller Oğlak Dönencesi isimli yapıtında bir alıntı yapar ve devam eder: [“Delilik dendiğinde mantığın yitimi kastedilir. Mantığın, gerçeğin değil çünkü diğerleri sessiz kalırken gerçeği söyleyen deliler vardır…” Bütün bunlardan, savaştan ve savaşta ölenlerden söz ederken yirmi yıl sonra aynı şeyin bir Fransız tarafından Fransızca olarak yazılmış olduğunu keşfettiğimi söylemeden geçemeyeceğim. Mucizelerin mucizesi! “ Söylemem gerekir ki bazı cesetlere ancak yarı yarıya saygı duyuyorum.”]( Oğlak Dönencesi, Henry Miller, Türkiye’deki baskısı Siren Yayınları, 1. Baskı, Mayıs 2014, s.290)
GELİN BU YAZININ BAŞLIĞINI DEĞİŞTİRELİM; ‘YAZ AKŞAMLARI’ OLABİLİR DİYELİM…
Şimdilerde işimde belirli, aralıksız, sıkıştırılmış bir zamana yoğunlaşmam beni çok yoruyor. Tabii bugünlerime kolay gelmedim. Bunalımımda alkol de bana eşlik ediyordu. Alkol neden miydi, sonuç muydu yoksa bu ikisi iç içe mi geçmişti bilemem ama bildiğim; işten çıktığımda soluğu barda almamdı. Hırsımı alkolle bastırıyor gibiydim ki daha fazla nedeni de olabilir bunun. Bildiğim bir nokta var; o da bunalım dönemi sonrası çoklukla ayık olduğumdur. Hastalığımda dostlarım ve ailem, çevremde çok geç olmadan hare ördüler. Şimdi ekstrem (uç) bir yaşamım yok. Örnek de alınabilir bir tarafı olsun istiyorum yaşamımın. Artık zamanla özsaygımı yeniden kazandım ve nispeten moral olarak bugün çok daha iyiyim. Tabii, mevsim dönüşümlerini saymazsak. O dönemler biraz endişeli geçebiliyor da.
Çevremizde ilaç kullanmayan hastalar var; hasta olduklarının farkında mıdırlar? Değiller kanaatindeyim ve ayrıca hasta olduklarını da pek kabullenmezler. Peki, onların yaşamına nasıl uzanmalı? Enerjik geçebilecek yıllar boşu boşuna heba mı olsun! Üretimsiz, ‘kazançsız’ görünen bir buçuk, iki yıl. Hoş, ben deneyim kazandım bu bunalımlı yıllarımın içerisinde. Tıpkı, çeşitli çiçeklerden öz toplayıp bal yapan bir arı gibi davranmaya çalıştım. Bunu sosyalist yapıma borçluyum ağırlıkla. Dolayısıyla bu öz alma olayı bu yapımdan dolayı ister istemez oldu.
Sağlığımın hiçbir zaman garantisi olmayacaksa da (hangimizin tam olarak var ki) Nâzım’ın demesiyle “… Umut umut umut… Umut insanda” diyerek son noktayı koyayım. Geldi geçti demeyelim yaşadıklarımıza; sıkı sıkı tutunalım hayata daima ve tutunurken de sorgulayalım çalışma yaşamının üzerimizdeki etkisini. Bedel ödemekten korkmadan üzerine gidelim. Zaten bedeli, suya sabuna karışmasanız da ödetmiyorlar mı size? Donatırken üstünüzü başınızı, içinizi sünepeleştirmiyorlar mı? Bir korkağa döndürmüyorlar mı sizi? Birkaç istisna dışında hangimiz maske takmadan gidebiliyoruz işimize? Makyajlarımız kimler için ve ne için?
Yaşadıklarımdan hareketle bilgisini sizlere ve hesabını biraz olsun kendime verdiğime inandığım bu hal beni deli değil ama derviş kıldı. Sizin ‘mahrem’ öykünüz sizi ne kıldı? Sorabilirsiniz kendinize… Sizler de “İçimde ne yaman fırtınalar var” diyerek isyan edebilirsiniz makûs talihinize. Kimi olumsuzlukları ise olumluya çevirebilirsiniz samimi isteklerle!
Görüşmek üzere.
Serkan Yaman