Küreselleşme ve Savaşlar – İç Çatışmalar – Haluk Başçıl

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Bu yazıda ‘Yeni Dünya Düzeni’nin fikir babası ve aynı zamanda hayata geçirici gücü olan ABD’de çeşitli kesimlerin

 (neo konservatist, gelenekçi, liberal, reformist, gerçekçi, konstrüktivist olarak tanımlanan stratejistlerin,  Think tanklarla bağlantılı düşünce şekillendirici grupların, politika yapıcıların, akademisyenlerin vb) bakış açıları, dünya tahayyülleri kısaca ortaya konulmaya çalışılacaktır.

 KÜRESELLEŞME VE SAVAŞLAR – İÇ ÇATIŞMALAR

Haluk Başçıl, Eylül 2013

Antiemperyalist ve antifaşist mücadele hayatını yitiren arkadaşlarıma tüm sevgimle…

Günümüz dünyası

Sovyetler Birliğinin yıkılışı, Soğuk Savaş’ın sona ermesi, 20 yy. sonunda ABD’yi tarih sahnesinde tek süper güç olarak bıraktı. Bu gelişme ABD’yi 21. Yüzyılın ‘ABD yüz yılı olması’ doğrultusunda bir arayışa itti.  Bu arayışa yön veren fikirler, ABD’nin tek süper güç olarak ‘Yeni Dünya Düzeni’ politikalarını da şekillendirdi. Küreselleşme olarak da ifade edilen politikalar doğrultusunda ülke ekonomilerini ve ulus devletleri yeniden biçimlendirmeye girişti.  İki kutuplu dünya düzenini tek kutuplu dünya düzenine uygun hale dönüştürmeye yöneldi. Geliştirilen stratejiler/politikalar duruma göre, bazen tehdit, bazen askeri müdahale ya da ‘yumuşak güç’ aracılığıyla sağlanmaya çalışıldı. 11 Eylül’de ikiz kule saldırısı ABD’nin daha müdahaleci, saldırgan politikalarının önünü açtı.

İnsanlığın evrensel barışa, demokrasiye, insan hakları ve özgürlüklere ulaşacağı söylemleri eşliğinde savaş ve çatışmalar artarken bir baştan bir başa tüm dünyada demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı bir süreç yaşanıyor. Bu süreç, doğal olarak karşıtını da geliştiriyor. Hayat, planlara uygun olarak düz bir hatta ilerlemiyor. Biçilen kalıba uygun bir şekilde gelişmiyor. Yaşananların karmaşıklığı Dünya’nın birçok bölgesinde, özellikle de Orta Doğu’da kendisini gösteriyor.

Bu yazıda ‘Yeni Dünya Düzeni’nin fikir babası ve aynı zamanda hayata geçirici gücü olan ABD’de çeşitli kesimlerin (neo konservatist, gelenekçi, liberal, reformist, gerçekçi, konstrüktivist olarak tanımlanan stratejistlerin,  Think tanklarla bağlantılı düşünce şekillendirici grupların, politika yapıcıların, akademisyenlerin vb) bakış açıları, dünya tahayyülleri kısaca ortaya konulmaya çalışılacaktır.

ABD’nin stratejilerini, politikalarını ve hegemonya oluşturma araçlarını yakından takip etmeksizin etkin ve güçlü bir antiemperyalist politika geliştirilemez. Günümüzde antiemperyalist bir politik hatta duyulan ihtiyaç gittikçe daha belirgin hale geliyor. Bu dosyamızın antiemperyalist bir hat, ittifaklar ve mücadele araçları oluşturulması tartışmalarına hizmet etmesini arzuluyoruz.

Küreselleşme

ABD Soğuk Savaş’ boyunca yürüttüğü politikalarla amacına ulaşmışsa da Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrasında da bir belirsizliğin içine de girmişti.

Z. Brezezinski, ‘‘Soğuk Savaş koalisyonunun özü, ortak değerlerin olması ve komünist diktatörlüğü reddetme temelinde, Sovyetler Birliği’nin gücüne karşı çıkmakta yatıyordu. Koalisyonun kritik ifadesi, Japonya ile ayrı bir savunma anlaşması ile takip eden (NATO tarafından resmileştirilen) Atlantik İttifakı idi ve amacı Sovyetlerin daha fazla yayılmacı politika izlemesini engellemekti. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin yıkılması, bu demokratik müttefikliğin tarihi zaferi olduğu işaretini vermişti. Fakat aynı zamanda bu, müttefiklerin gelecekteki görevinin ne olacağı sorusunu gündeme getirmişti.‘‘[1]

Robert Kagan, Soğuk Savaş’ın sonunda, Amerikan yasallığının bu temelleri Berlin Duvarı ve Lenin heykelleriyle birlikte yerle bir oldu. Soğuk Savaş sonrası dönemde bunların yerini alabilecek çok fazla şey yoktu. Radikal, askeri İslam, terörizm olarak ne tür bir tehlike oluşturursa oluştursun, Batı liberal demokrasisi için ideolojik bir tehdit olarak komünizmin yerini asla alamazdı. Bugün, ‘özgür dünyanın lideri ifadesi neredeyse Amerikalıların kendileri için bile biraz saçma görünmektedir.[2]

Soğuk Savaş sonrası, Baba Bush’un iktidarı döneminde tarihsel bir dönem sonlanırken, Sovyetler Birliği bloğunda ve etkinlik alanı içindeki bölgelerde yükselen kargaşada izlenecek rota da belirsizdi. ABD, ortaya çıkan güncel dünya sorunlarına gelecek perspektifinden uzak bütünlüklü bir politika doğrultusunda yaklaşmada bocalama içine girdi. Baba Bush’tan sonra yönetime gelen Bill Clinton’ın döneminde ise silahların kontrol altına alınması ve silahsızlanma, barışın korunması, savaşlara müdahaleye, uluslar üstü idari kurullara bağlı kurumsal küresel işbirliği vb politikalarının öne çıksa da belirsizlik sürdü.[3]

Baba Bush, Clinton’ın başkanlık dönemleri boyunca ABD, içine girdiği belirsizlikten çıkmak ve ittifak ettiği gelişmiş kapitalist ülkeleri de yanına çekecek bütünlüklü ve kapsayıcı bir strateji geliştirilmeye çalıştı. Dünya’ya yeni bir düzen verme amacıyla strateji ve politika arama, proje geliştirme ve taslaklar oluşturma tartışmalarının yaklaşık 10 yıl sürdüğü söylenir.

Z. Brezezinski, ‘‘Yeni Dünya Düzeni’  pek çok kişiye pek çok farklı şey anıştırma avantajı taşıyordu. Gelenekçilere, ‘düzen’ istikrar ve devamlılık; reformistlere ‘yeni’ sıfatı önceliklerin yeniden düzenlenmesini; idealist enternasyonalistlere ‘dünya’ vurgusu evrenselliğin artık politikanın kutup yıldızı olduğunun iyicil mesajını çağrıştırıyordu.’’[4]

ABD’nin siyasi ve iş çevrelerinin seçkin kesiminin gayri resmi ideolojisi olarak da söylenen küreselleşme anlayışı doğrultusunda ülke ekonomilerini ve ulus devletlerin yeniden biçimlendirmesi gündeme geldi.[5] Dünya ölçeğinde sanayide, teknolojide ve iletişimde ortaya çıkan yeniliklerin sağladığı fırsatlar öne çıkarılarak ülke ekonomileri yeniden yapılandırıldı.  Özelleştirmeler eşliğinde üretimin en karlı olduğu, vasıflı işin en ucuz bulunduğu, en avantajlı yerlerde üretimi serbest kılacak bir ekonomik sisteme girişildi. Buna karşı çıkan, küreselleşmenin baskılarına boyun eğmeyen ya da ondan kurtulmanın yolunu arayan ulus-devletleri ‘Yeni Dünya Düzeni’ne uygun hale dönüştürme politikaları uygulamaya kondu.

İçinde yaşadığımız konjonktürün temel belirlemeci olan küreselleşme politikalarından şu ya da bu oranda, dolaylı ya da dolaysız tüm ülkeler etkileniyor. Küreselleşmenin yol açtığı siyasi uyanış, tarihi olarak emperyalizm karşıtı, siyasi olarak Batı-karşıtı ve duygusal olarak giderek Amerika karşıtı bir özellik gösteriyor.[6] Küreselleşme ile ilgili ortak düşünce bunun Amerikan malı değilse bile Amerika merkezli olduğudur. Bu durum Amerikalı akademisyen-politika üreticileri tarafından açıkça söyleniyor.

Joseph S. Nye, *  ‘‘ABD dört küreselleşme biçiminin dördünde de merkezi bir konuma sahiptir: ekonomik (dünyanın en büyük sermaye piyasası ABD’dir), askeri (ABD askeri anlamda dünyanın her tarafına uzanabilen tek ülkedir), toplumsal (ABD popüler kültürün kalbidir) ve çevresel (ABD dünyanın çevresel kirlenmesine en çok katkıda bulunan ülkesidir). Merkezinde yer almak beraberinde hegemonyayı getirir’’[7]

Tarihin sonu tezinin sahibi Francis Fukuyama, ‘‘Amerikalılar küresel ekonomiden esaslı bir şekilde yararlanırlar ve gerçekte ona hâkimdirler, küreselleşmenin taşıdığı ‘Amerikan malı’ etiketi de bu yüzdendir’’[8]

Fransız Dışişleri Bakanı Hubert Verdine, ‘‘ ABD küreselleşme denizinde rahat yüzen ve bu denizin sularının tek hâkimi olan çok büyük bir balıktır. Amerikalılar birçok nedenden ötürü bu durumun faydalarını görüyorlar: ekonomi ölçütleri büyük olduğu için; küreselleşme onların dilinde gerçekleştiği için; küreselleşme yeni liberal ekonomi ilkeleri çerçevesinde düzenlendiği için; yasal, mali ve teknik uygulamaları empoze ettikleri için ve bireyciliğin savunucuları oldukları için’[9]

İran Cumhurbaşkanı,‘‘Belli güçlerin bizi kabul etmeye zorladığı o tüm dünya kültürlerini yok sayan yeni Dünya düzeni ve küreselleşme, bir çeşit yeni sömürgeciliğe benziyor’[10]

ABD tek süper güç olarak oluşturduğu hegemonya ve ‘küreselleşmenin’ evrensel sürecinin ekonomik boyutunu oluşturan politikalar ulus-devletleri kendi kutsal hâkimiyetlerinden de kopardığı bir süreç yaşanıyor. Şimdiye kadar sürdürülen geleneksel diplomasi ortadan kaldırılırken, küresel bir topluluğun da ortaya çıkışını desteklenerek uluslar arası ilişkiler yeniden düzenlemeye çalışılıyor.[11]

ABD’nin bu politikalarının geri planında üç yüz yıldan fazla geçmişi olan ulus devletlerin (territoriyal ve egemenlik) haklarına müdahale etmeye yönelik yeni normların oluşturulması önemli yer tutuyor. Bu nedenle de ulus devletlerin tarih sahnesine çıkısı ve gelişiminin incelenmesinde Vestfalya anlaşmasına büyük önem atfediliyor. Ulus devletlerin küreselleşme politikalarının amaçlarına uygun hale getirilmesi, yeniden formatlanması için ihtiyaç duyulan tarihsel yaklaşımda Vestfalya önemli bir yer tutuyor. ABD’deki çeşitli vakıflar, düşünce kuruluşları, akademisyenler, politikacılar ‘Yeni Dünya Düzeni’ kurguları doğrultusunda Avrupa’daulusdevletlerin ve ulusların ortaya çıkış nedenleri ve gelişimi, temel özelliklerinin anlaşılmasında Vestfalya süreci birçok yönüyle ele alınıyor.

Ulus devleti küreselleşmeyi aksatacak, engeller çıkaracak tüm özelliklerinden arındırma yaklaşımında, ulus devletin tarihsel gelişimi içinde ortaya çıkan tüm olumsuzluklar; savaşlar, katliamlar, asimilasyon politikaları vb üzerinden küreselleşmeye uygun yeni bir tarih anlayışı oluşturuluyor. Yeni Dünya Düzeni’ne uygun bir gelecek kurulmaya çalışılıyor.  Dolayısıyla günümüz dünyasının tasvirinde, tasvir edenlerin temel çıkış noktasına göre elde edilen resim de değişiyor.

 

  1. 1.       Tarihe Bakış: Vestfalya Anlaşması ve Ulus Devletin Doğuşu-Gelişimi

Ortaçağ’da Protestan (ya da Katolik) inanca sahip bir hükümdarın egemenlik alanını genişletmek için, bir başka inanca sahip hükümdar tarafından yönetilen Katolik (ya da Protestan) yandaşlarını isyana teşvik eder, dini ayrılıklar bir krallığın içerden çökertilmesinde gerekçe olarak kullanılırdı. Hem hükümdarlar ve hem de halklar arasında dini ayrılıklar üzerinden düşmanlıklar körüklenir, savaşlar yapılırdı. Din temelli katliamlarında eksik olmadığı bu savaşların sonuncusu olan 30 yıl savaşları sırasında, bazı tahminlere göre Orta Avrupa nüfusunun yaklaşık yüzde 30’unun öldürüldüğü söylenir.

Bu savaşın tanığı Grotius ‘‘Tüm Hıristiyan dünyasında, barbar ırkların bile utanç duyabileceği savaşa ilişkin bir dizginlerinden boşalmışlık gözledim. İnsanların önemsiz nedenlerle ya da hiçbir neden olmadan silaha sarıldığını gördüm ve silahlar bir kez ele alındığında ne insani ne de ilahi hukuka saygı kalıyordu. Sanki genel bir karar uyarınca cinnet tüm suçların serbestçe işlenmesine açıkça izin veriyor gibiydi’’ diyordu [12]

Bu sonu gelmeyen savaş ve katliamlara son verme doğrultusunda yapılan Vestfalya anlaşmasının temel amacını Henry Kissinger* şu şekilde özetler.

 

‘‘Anlaşmayı imzalayanların tümü cujüs regio, ejus religio ‘hükümdar kim olursa, vatandaşının dinini de o belirler’ İlkesini benimsediler. Böylece diğer devletlerin iç işlerine müdahale etmeme kavramı doğdu. … Bu dönemin insan hakları sloganıydı; amacı yurt içindeki baskıları haklı göstermek değil, barışı ve sükûneti yeniden kurmaktı. O dönemin en kışkırtıcı sorunu Katoliklerle Protestanlar arasındaki bölünme olduğu için, Vestfalya anlaşması bir inancı taşıyan hükümdarların farklı bir inanca sahip bir prenses tarafından yönetilen dindaşlarını isyan etmeye kışkırtmalarını engellemeye çalışıyordu. Dinin devletin yurt içinden çökertilmesi için bir bahane olmaktan çıkmasıyla, yurt içindeki sükûnetin ve böylece daha sevecen bir hükümetin geri geleceği beklentisi başlamıştı[13]

 

Vestfalyaçılara göre bu anlaşma sonrasında ortaya çıkan devletlerin çok önemli iki ayırt edici özelliğinin teritoryallık(mülkilik) ve egemenliktir. Ulus devlet egemenliği, devletin hesap vermek zorunda olduğu üst bir otoritenin bulunmaması olarak tanımlanır. Egemenliğin kaynağı monarşilerde krallar iken demokrasilerde ise ülke sınırları içinde yaşayan halk adına yasalarını geçiren, düzeni sağlayan hükümetler/devletlerdir denir.[14] Bu devletlerin bir diğer özelliğinin de toplumdaki dinsel eğilimlerin siyasal yapının dışında tutularak dini ve etnik hoşgörü, cinsiyet eşitliği yanında insanın bireysel ve kolektif değerleri temelinde laiklik olduğu belirtilir.[15] ABD Princeton Üniversitesinde akademik çalışmalarını yürüten Richard A. Falk*, Vestfalya merkezli düşüncenin tutarsızlıklar ve çelişkiler içerdiğini söyler.

 

’…uluslar arası otoritenin devlet merkezli, egemenlik yönelimli, belli bir toprak parçası ile sınırlı (ülkesel) çerçevesini belirten, hem de tarihin gelgitleriyle kimlik değiştiren egemen hegemonik siyasal aktörlerce biçimlendirilen ve yönetilen, hiyerarşik biçimde yapılandırılmış bir dünya düzenini tanımlayan bir kısaltma olarak kullanıldıklarına’ dikkat çekiyor.‘‘ Vestfalya terimini, ülkesel yasal bir eşitlik mantığıyla jeopolitik/ hegemonik bir eşitsizlik mantığını birleştiriyor.’

Siyasal bir örgütlenme olarak egemen devletlerin ve oluşturdukları devletler sisteminin hukuksal planda eşitliği ve başka devletlerin iç işlerine karışılmaması doktrini, Vestfalya anlaşması sonrası 300 yıl boyunca ortak bir norm olarak kabul gördüğünün altı çizilir.  Bu süreç tüm ülkelerde ulus, millet, yurtseverlik, vatandaşlık vb kavramlarının gelişip yaygınlaşmasına ve 300 yıl boyunca hâkim düşünce olarak varlığını sürdürdüğüne dikkat çekilir. Devletler büyüklük, zenginlik, güç ve uluslar arası roller açısından (bir gerçeklik olarak) çok büyük farklılıklar içerse de Birleşmiş Milletler, AB’nin bu normlara göre kurulduğunu ve işlediğini belirtilir.

Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa sömürge imparatorluklarının çökmesi ile birlikte; dünyanın dört bir yanında, sömürge halklarının kendi kaderlerini tayin etme hakkı ve ulus devlet oluşturmalarında milliyetçik düşüncesi etrafında örgütlenen gruplar, bağımsızlık savaşçıları Vestfalya modelini uygun bağımsız devletlerini oluştururlar. Sömürgecilik sonrasında oluşturulan ulus devlet, millet yaratma doğrultusunda küçük kabileleri, farklı etnik ve dini toplulukları bir araya getirirken sömürgecilerin kurmuş olduğu devlet aygıtından da (sınır çizgilerinden, bütçe, polis, devlet bürokrasisinden de) yararlanılır. 

Devletin milleti yaptığı ya da milletin devleti yaptığı, bu anlamda da milli kimliklerin toplumsal olarak inşasında milliyetçilik ideolojisinin önemli bir yer tuttuğundan, milliyetçilik düşüncesi birçok yönüyle değerlendirilir. Asya ve Afrika’da Avrupa imparatorluklarına karşı milliyetçilik düşüncesinin sömürgelerin bağımsızlık savaşlarındaki önemli rolü ele alınır.[16] Bu doğrultuda Avrupa’da 19 yy.ın sonu ile 20. yy. başında Slavca konuşan tüm halklar için ortak bir kimlik iddiasında bulunan Panslavizm; aynı bölgede yasayan sömürgeleştirilmiş halkların hepsinin dış sömürücülerden aynı şekilde zarar görmesinden kalkılarak Orta Doğu’daki Panarabizm, Afrika’da ki Panafrikanizm gibi akımlar, güçlü bir ideoloji olan Milliyetçiliğin yansımaları olarak incelenir. Ortak coğrafi alanda ortak geçmiş, kültür, gelenek ve dile de sahip halkların ortak bir devlet oluşturamamaları ve ulus devletlerini sömürgecilerin oluşturduğu sınırlar içinde kurmalarının nedenleri de ( dolayısıyla da devlet sınırlarının yeniden belirlenmesi)  bir başka konu başlığıdır.

Milliyetçiliğin toplum üzerindeki gücü birçok açıdan değerlendirilir:

  • Sömürgecilik sonrasında iktidarın toplumun ekonomik ve sosyal beklentilerini karşılayamaması vb nedenlerle ortaya çıkan tepkileri önlemek, toplumu kontrol altında tutmak için de milliyetçi düşüncenin kullanılması.
  • ABD’nin dost gördüğü hükümetleri demokratik olup olmadıklarına bakmaksızın (komünizm karşıtı olması nedeniyle) desteklerken dost olmayanları (komünizm yanlılarını) devirirken de popülist politikalarla birlikte milliyetçi düşünceden yararlanılması. [17]
  • Sovyetler Birliği ve sosyalist düşüncenin etkin olduğu dönemde, iki süper güç arasındaki etkinlik mücadelesinde oluşan denge ortamında milliyetçiliğin ulus devletlerde zayıf yönetimleri ve bölünmüş toplumları bir arada tutması. [18]  

Küreselleşme politikası savunucularının Vestfalya anlaşmasını öne çıkarmaları, bir çıkış noktası olarak ele almaları, ulus devletlerin küreselleşmeye uygun olarak yeniden biçimlendirilmesine ve ‘post- Vestfalya’ çerçevesinde yeniden tanımlanmasına hizmet ediyor. 

Joseph S. Nye; ‘‘Devletler varlığını sürdürecektir, ama dünya politikasının bağlamı değişmektedir. …ama aynı zamanda, pek çok kişi hızlı değişime bölücü etnik, dinsel ve milliyetçi tepkiler göstermektedir. …küreselleşme aynı zamanda hem ekonomik entegrasyona hem de siyasi parçalanmaya neden olmaktadır.’’[19]

Bu yeniden biçimlendirme politikaları karşısında milliyetçi ideoloji küreselleşmeye yönelik bir tehdit olarak görülüyor ve birçok yönüyle değerlendiriliyor.

 

Devam edecek



* Joseph S. Nye: Robert Keohane ile birlikte uluslar arası ilişkilerde liberalizm teorisinin yaratıcısıdır. ABD’de Dışişleri ve Savunma Bakanlığı‘nın çeşitli birimlerinde görevle üstlenmiş ‘yumuşak güç’ kavramının da mucididir. 1977-1979 yılları arasında,   Dışişleri Bakanlığı’nda Güvenlik Yardım Bilim ve Teknoloji Müsteşar Yardımcısı ve Milli Güvenlik Kurulu Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Grup başkanlığı görevlerinde bulundu.

1993 ve 1994’te ABD Başkanı’na bağlı Ulusal istihbarat Konseyi’nin başkanlığını yapmış, ayrıca Clinton döneminde Savunma Bakanlığı’nda Uluslar arası Güvenlik İşleri’nden sorumlu sekreterliği yürütmüştür.

2008 yılında 1700 uluslar arası ilişkiler uzmanı arasında yapılan son 20 yılın en etkili akademisyeni anketinde 6. sırada yer alırken, ABD dış politika belirlenmesinde ise en etkili akademisyen olarak gösteriliyor. 2011 yılında Foreign Policy dergisinin dünyanın büyük düşünürü olarak ilan edilmiştir. 

Siber Güvenlik Yeni Amerikan Güvenlik Projesi Merkezi’nin eş başkanı, Uluslararası İlişkiler Cambridge Dergisi’nin dış politika yayın kurulu üyesi, Uluslararası İlişkiler Konsey’i Yönetim Kurulu üyesi, Ulusal Güvenlik Reformu Projesi Koalisyonu Direktörü, Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi Yönetim Kurulu üyesi görevleri sürdürüyor. 

Dış politika konusunda en liberal düşünürlerden biri olarak tanınan Nye, şu anda Harvard Üniversitesi’nde Kennedy School of Government’da uluslar arası ilişkiler profesörüdür.

 

* Henry Kissinger: Hem soğuk savaşın, hem de CIA’nın öncülü olan OSS’nin fikir babası olduğu biliniyor. Meşhur “Kontrgerilla El Kitabı” “Davit Galula”nın yazarı.

   1969–1973 yılları arasında ABD Başkanına Ulusal Güvenlik Danışmanlığı görevini üstlendi. Kissinger, Vietnam işgalinde de önemli roller aldı. ABD’nin Kamboçya’yı bombalamasını destekledi. 60’ların sonu ile 70’lerin başında Vietnam, Laos ve Kamboçya ve Endonezya’da on binlerce insanın ölümünden sorumlu olduğunu söyleniyor.

   1973–1977 yılları arasında Richard Nixon ve Gerald Ford döneminde dışişleri bakanlığı yaptı. Söylentiye göre perde gerisindeki asıl başkan oydu.

   1983 yılında Başkan Ronald Regan tarafından ABD’nin orta Amerika’ya yönelik politikasını geliştirmek için oluşturulan federasyon heyetinin başına getirildi.

   ABD Başkanı George W. Bush’a da danışmanlık yaptı. Bush politikalarında yer aldı.  11 Eylül saldırısının sebeplerini araştırmakla görevlendirilen kurulun başında bulundu.  Kissinger, bugün ABD’yi yöneten Neo-Con’lar ile de içli dışlıdır.

   Üçüncü dünya ülkelerinde, Türkiye dâhil, yapılmış birçok askeri darbede onun parmak izi olduğu iddia ediliyor.

   Papa 16’ncı Benedikt’e danışmanlık yaptığı da söyleniyor.

* Richard A. Falk: Princeton Üniversitesi Uluslar arası Hukuk ve Uygulama Bölümü’nde öğretim üyesidir. Uluslar arası hukukun temel meselelerine teorik katkılarda bulunmuş, aynı zamanda BM’in Uluslar arası Kosova Komisyonu ile Filistin İnceleme Komisyonu’nda görevler üstlenmiştir.


[1] Tercih, İnkilap Kitabevi, Z. Brezezinski2005, s 55

[2] Cennet ve Güç, Yeni Dünya Düzeninde Amerika ve Avrupa, Robert Kagan, koridor yayıncılık,2005, s 138

[3] İkinci Şans, Brezezinski, İnkilap Kitabevi,2008, s 101

[4] İkinci Şans, Brezezinski, İnkilap Kitabevi,2008, s 36

[5] Tercih, İnkilap Kitabevi, Z. Brezezinski2005, s 176

[6] İkinci Şans, Brezezinski, İnkilap Kitabevi, 2008, s 211

[7]Amerikan Gücünün Paradoksu, Joseph S. Nye Jr, Literatür Yayınları, 2003, s 110

[8]Devlet İnşası, Francis Fukuyama, S 145

[9]Amerikan Gücünün Paradoksu, Joseph S. Nye Jr, Literatür Yayınları, 2003, s 94

[10]Amerikan Gücünün Paradoksu, Joseph S. Nye Jr, Literatür Yayınları, 2003, s 95

[11] Tercih, İnkilap Kitabevi, Z. Brezezinski2005, s 36

[12]Hugo Grotius, ‘ Prolegomena’, Dünya Düzeni Nereye?, Richard Falk, s 206

[13]Amerika’nın Dış Politikaya İhtiyacı Var mı?, Henry Kissinger, ODTU Geliştirme Vakfı Yay.  ve İletim AŞ, 2001, s 215

[14]Küresel Çatışmayı ve İşbirliğini Anlamak, Joseph S. Nye, Jr ve David A. Welch, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 2010, s 49

[15]Dünya Düzeni Nereye?, Richard Falk, s 205

[16]Küresel Çatışmayı ve İşbirliğini Anlamak, Joseph S. Nye, Jr ve David A. Welch, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 2010,S 104

[17]Küresel Çatışmayı ve İşbirliğini Anlamak, Joseph S. Nye, Jr ve David A. Welch, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 2010, S 299

[18]Irak Derslerinin alınması, James Dobbins, Ulus İnşası Francis Fukuyama, s 334

[19]Küresel Çatışmayı ve İşbirliğini Anlamak, Joseph S. Nye, Jr ve David A. Welch,T. İş Bankası Kültür Yayınları,S425

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir