İlk canlı organizmanın, virüs veya ilk hücre olup olmadığı, bilim çevrelerinin karar veremediği tartışmalı konulardandır. Virüsler kendi inşa planlarını DNA olarak depolayabilirler, ama bu planı pratikte kullanamazlar. Çoğalabilmek için gerekli aygıtlardan yoksundurlar, canlı organizmaların hücrelerine musallat olma nedenleri budur.
İlk hücre de ise durum tersidir. Başlangıçta, büyük ihtimalle organeller ve çekirdek yoktu, ama inşa planlarının depolandığı RNA ve bu planın talimatlarına göre onları harekete geçiren enzimler kesinlikle vardı. Ve bu hücre içi, dış dünyadan yalıtılmıştı.
Bir hücre ayakta kalmasını, ancak kendi enerjisini sağladığı, yapısını yenilemekte kullandığı kimyasal süreçler, dış dünyanın karmaşık süreçlerinden ayrı tutabilmesine borçludur.
Dış dünya ile iç arasında net bir sınır, iç düzenin devamını sağlayabilir. Hücreye can veren bütün yapıtaşları, aminoasitler ve proteinler, canlı bir hücreye ihtiyaç duymadan doğrudan ortaya çıkmışlardır. Canlı hayatın oluşumunda evrimin attığı ilk adımlardan biri, bu öğeleri bir kabuk içinde toplamak olmuştur. Bu kabuk hücre elemanları arasındaki kapalı devre ilişkilerin devamını sağlayan sınırdır.
İşte bu anlamda hayatın attığı ilk adım bağımsızlaşma, kendini çevreden farklılaştırma adımıdır. Bağımsızlaşan alanın dışında kalan alanda, bu sistem için dış dünyadır.
Hücre kendini dış dünyaya tamamen kapayarak da yaşamına devam edemez. İçerdiği enerji yayılımı dengesizliği onun uzun süre kapalı devre yaşamasını engeller. Bu sebepten hücre, sırf enerjiye bağlı nedenlerden dış dünyaya açık olmak zorundadır. Gereksindiği enerjiyi dış dünyadan temin edebilir. Bu enerjinin kaynağı güneşten gelen ışınlardır.
Hücre bir yandan kendini dış dünyaya kapatmak, bir yandan da açmak zorundadır. Bu çelişik sürecin işleyişi, uzmanlaşmış, seçici, ayıklayıcı olmak zorundadır. Hücre için gerekli madde ve enerji miktarı hücreye kolaylıkla ulaşabilmeli, ama dış dünyanın dalgalanmaları hücrenin iç işleyişini de bozmamalıdır. Bu süreç ne kadar sorunsuz işlerse, hücrenin yaşamı da o oranda devam eder. Bugün yaşam dediğimiz karmaşık sürecin geldiği nokta, bu sürecin başarılı bir şekilde işlediğinin en büyük kanıtıdır.
Evrimin bu çelişik sorunun giderilmesinde geliştirdiği çözüm hücre zarıdır. Yarı geçirgen ve seçici özelliklerle donatılmış bu zar görevini mükemmel bir şekilde yerine getirir. Bu tür zarlar çoktandır yapay olarak yapılmaktadır. Bu gelişme canlı için yapı taşı olan bütün gelişmelerin, o ortaya çıkmadan oluştuğunu da gösterir.
Canlılar, madde özümseme süreçlerini devam ettirebilmek için gerekli donanıma sahipse ayakta kalabilmiştir. Organizma, dış dünya ile arasına sınır koyma ve dış dünyayı tanıyabilme, oradaki maddeyi seçebilme becerisi sayesinde ayakta kalabilir.
Peki, bu dışarıdan alınan maddenin miktarı nedir? Hangi ilke geçerlidir?
Evrimin bu sorulara verdiği cevap; zorunlu olan en az miktardır. Yani mümkün olduğu kadar az dış dünyadır.
Canlı organizma, organizmaya doğrudan yararı olanı, çıkarına uygun olanı içine buyur eder. Bu işleyişin en basitinden en gelişmişine kadar, bütün bir sürece yayıldığını söylersek yanlış bir şey söylemiş olmayız.
Dış doğa ile temas sonucu gelen uyarılar ve organizmanın buna verdiği tepkilerin tetiklediği evrim süreci bugün içinde yaşadığımız dünyanın oluşmasını sağlamıştır.
Özetlersek; boyutu ne olursa olsun herhangi bir canlı organizma dış dünyadan bağımsızdır, ama içinde oluştuğu dış dünya ile de ilişki halindedir ve bu dünyanın çok küçük bir parçasıdır.
Bu, iç ve dış dünya gerçekliğini kavraması gereken en başta, dünyanın hakimi olduğu iddiasındaki Akıllı İnsan-Homo Sapiens’dır.
Dış dünyadaki karmaşık süreçlerin evrim dediğimiz yolla ortaya çıkardığı, onu içsel yeteneklerimizin izin verdiği ölçüde algılayabilen ve dış dünyanın ayrılmaz parçası olan bir organizma olduğumuzun farkına varmamız gerekir. Bütününe tamamen hakim olabilmesi imkansızdır. Onu içerdiği iç özelliklerinin el verdiği oranda kavrayabiliriz.
Tanrı değiliz, tanrısal özelliklerimiz yok. Olmayan olağanüstü bir gücün soyundan da gelmiyoruz. Kendimize tanrısal nitelikler kondurmaya başlamamız, tür olarak ortaya çıkışımıza göre oldukça yeni sayılır.
Organizmanın dışa kapalılığı, merkez olmak demektir bir bakıma, ama bu durum ‘ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın’ cümlesinin ifade ettiği gerçeklik kadardır. Ayrıca, bu özellik sadece bir organizmaya özgü bir özellikte değildir.
Canlı organizmanın yaşayışını düzenleyen bu süreçler toplamı, toplumsal yaşama da, düşünsel yaşama da uyarlanabilir mi?
Birebir olmasa da paralellikler kurulabilir. Tekil insanın toplum yaşamının temeli olduğunu, benzer özellikler taşıdığımızı, içinde yaşadığımız toplumsal yapı ve topluca ya da tek tek doğa ile de zorunlu bir iletişimimiz olduğunun ayırtına vararak, yaşamımızı düzenleyebiliriz.
İkinci adım olarak da; Yaşamın en önemli kurallarından birinin, mümkün olan en az dış dünya ilkesine uygun bir yaşam biçimini tercih etmeye yönelmek doğru olacaktır.
Bunun içinde, Modernizmin sürekli ileriye gitmek isteyen, tüketimin körüklenmesi üzerine kurulu yaşam anlayışını terk etmek gereklidir.