NAOMİ KLEİN, “ŞOK DOKTRİNİ” ve FELAKET KAPİTALİZMİ (2)-Ahmet Yıldırım

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Ordu Allende ve taraftarlarının imhasına hazırlanırken iktisatçılar da onun ekonomik fikirlerinin ortadan kaldırılmasına hazırlanıyorlardı!

ahmety@anafikir.gen.tr

Kanadalı gazeteci Naomi Klein’in Şok Doktrini – Felaket Kapitalizminin Yükselişi (Agora Kitaplığı, Mayıs 2010. Çev. Selim Özgül) adlı kitabı özetleyip değerlendirmeler yaptığım yazının birincisi sevinerek belirtmeliyim ki çok ilgi gördü.

Bu yazıda da kitaptaki olayları özetlemeyi ve buradan yola çıkarak günümüz Türkiyesi’nin “somut durumu”nu -”somut durumun somut tahlili” ilkemizi epeydir unuttuk!- ve solun başına gelenlerin arka planında, dünya çapındaki “operasyonel” tarihe değinerek, yaşadıklarımızın yalnızca bize ait bir “yıkım” içermediğini, yalnız olmadığımızı ve bu anlamda 30 yıldır içine hapsolduğumuz yenilmişlik sonucu üzerimize sinmiş suçluluk duygusundan kurtulmamız gerektiğini vurgulamaya çalışacağım. Şurası unutulmamalı ki “bu “hikaye”, -Lenin’in deyimiyle- “uluslaşmasını çoktan tamamlamış” ve emperyalist aşamaya geçmiş Kuzey Amerika ve AB ülkelerinin, dişiyle tırnağıyla çalışıp -yine Lenin’in deyimiyle- “uluslaşmaya çalışan” diğer mazlum uluslarına açtığı çirkin, ahlaksız saldırıların ve insanlık dışı işkenceleri de içeren ekonomik/siyasi entrikaların tarihini konu edinmektedir. Ve ne yazık ki bu saldırılar özellikle ülkemizde, bölgemizde ve kıtamızda tüm hızıyla eskisinden daha güçlü bir biçimde sürmektedir.

Görülmektedir ki emperyalizm, hedef aldığı ülkelerin ekonomisinden devrimcisine dek tüm alanları hakkında bilgi sahibi olmak için para ve insan kaynakları dahil muazzam bir çaba sarf etmekte ve bu ülkeleri dönüştürüp yağmalamak için deneyimlerinden sonuna dek yararlanarak, akla gelmez en ince  taktik ve yöntemler kullanarak büyük bir sabırla çalışmaktadır.

İnsanlığın baş düşmanı emperyalizme karşı savaş verenler ve bu yola baş koyanlar da en az düşmanları kadar çalışkan ve merak eden, düşünen, sorular soran, sorgulayan, bilgi sahibi olmaya çalışan devrimciler olmalıdırlar. Tarihte, bilmeyenler için tek bir satır bile yer yoktur!

ŞİLİ LABORATUVARI: “İŞGAL ETMEDEN ÖNCE İDEOLOJİ TRANSFER ET!”

“Friedman Okulu” üyeleri, önlerindeki 35-40 yıl içinde yağmalayıp yutacakları 3. Dünya ülkelerinin bakir vücudu konmuş yemek masasına iştahla oturuyorlar ama sabırlı davranmak zorunda olduklarını biliyorlardı. Önce Şilili öğrencilere, Şikago Üniversitesi’nde eğitmek için ABD vakıflarınca burs verdiler. (Ford Vakfı’nı burada yad edelim!) 1956 yılında başlayan proje 1970’e gelince 100 Şilili öğrenciyi eğitmiş ve ülkelerine göndermişlerdi bile. Verilen eğitim tahmin edileceği gibi bağımsızlıkçı/kalkınmacı politikaları küçümser bir felsefe içeriyor ve nedense doktora tezleri hep Latin Amerika kalkınmacı politikalarının “akılsızlığı!” ve “yanlışları!” üzerine yoğunlaşıyordu.

Ülkelerine dönen öğrenciler Friedman’dan daha Friedmancı olmuş olarak Santiago Katolik Üniversitesi’nde yuvalanıyor, birbirlerini profesör yapıyorlardı. 1963’e gelindiğinde üniversite “full-time!” Şikago Okulu’na çalışıyordu. Artık Şilililerin ABD’ye eğitim için gitmelerine gerek yoktu.

Hepsi ulusal ekonomileri küçümsüyor, kamu iktisadı ağırlıklı politikaların “özgürlük!”, “demokrasi” ve “kalkınma”yı egellediğini ileri süren bu iktisatçılar ordusunun önüne kapıları cömertçe açılmış “medya”da fırtınalar estiriyordu. Bu “öğrenci!”ler “los Chicago Boys” olarak adlandırılıyorlardı. Friedman, bir ülkeden, yani ABD’den bir başka ülkeye yapılmış tarihin en büyük “ideoloji” transferi olarak değerlendiriyordu bunu.

(Burada da Özal’ın “prens”lerini,  ülkemizdeki bazı vakıf üniversitelerinde yuvalanmış ve isimleri kamuoyunca bilinen kişilerin, “Danışma kurulu üyesi!” olduğu ve Soros’un kurdurduğu “açık!” olan Açık Toplum Enstitüsü ve bugünlerde çok ünlü TESEV, TDV gibi “STK!”larla içli dışlı öğretim üyelerini yad edelim!)

*

Allende 1970’de Şili seçimlerini kazandığında -çoğumuzun bilgisinin tersine- karşı taraf çoktan hazırlıklıydı. Allende daha göreve başlamadan “millileştirme”ye söz verdiği ulusal telefon şirketinin % 70’ini elinde bulunduran ITT şirketi olmak üzere tüm Amerikan şirketleri, bölgede yuvalanmış bu “Boys”lar aracılığıyla karşı saldırıya geçti. Tek amaçları Allende’nin “ulusallaştırma” politikalarına karşı gelmekti. Öyle ki Allende gitse de yerine benzerinin gel(e)meyeceği “daha radikal” ve ayrıntılı bir plan üzerinde çalıştılar.

Önlerinde yine kendilerinin yarattığı iki örnek vardı:  Brezilya ve Endonezya.

Brezilya’da CIA destekli cunta 1964’te iktidarı ele geçirmiş ve ülkeyi yabancı sermayeye açmıştı. Ancak kamulaştırmalarda ve toplumsal tepkileri bastırmada o kadar yumuşak ve tembeldiler ki kendilerine “Centilmenler Cuntası” deniliyordu ve daha sert bir örnek bulunması gerekti!

Gerçek idollerini çok uzaklarda, Endonezya’da buldular! Endonezya’da 1965’lerin Hugo Chavez’i olan Sukarno iktidara gelmiş ve başta IMF olmak üzere tüm batılı şirketleri ülkeden kovmuştu. Bu gücü de “ulusalcı” bir lider olmasına karşın 3 milyon aktif komünist üyesi olan Endonezya Komünist Partisi’yle ittifak yaparak başarmıştı.

CIA 1965 Ekiminde darbe yaptı. Genelkurmay Başkanı Suharto’ya tüm komünistlerin adreslerini verdi ve sadece bir ay içinde 1 milyona yakın komünist ellerinde adres kağıdı ve palayla “infaz yapan” dini eğitim görmüş gerici katillerce öldürüldü. (O bölgelerde yaşayan insanlar ırmak ve derelerin cesetlerde dolduğunu ve bir ara ırmak taşımacılığının bu yüzden kesildiğini söylüyorlardı.)

İşte bu ülkedeki deneyim Allende’yi devirmek için hazırlanan Washington’un çok ilgisini çekiyordu. İlgi duyulan yalnızca Suharto’nun vahşeti değildi. California Üniversitesi’nde eğitim görmüş “Berkeley Mafyası” denen bir iktisatçı grubun hazırladığı ve darbeci Suharto’nun harfiyen uygulayacağı ekonomi politikasıydı. (Tıpkı bizdeki Özal ve politikaları gibi!)

Berkeley Mafyası’nı oluşturan Endonezyalı iktisatçılar 1965’te -tesadüfün böylesi!- yine Ford Vakfı’nın finansmanıyla ABD’de oku(tul)muş, ülkelerine döndüklerinde de Endonezya Üniversitesi’nde bir iktisat bölümü kurmuşlardı. (Öyle ki darbeden sonra tümü hükümette görev aldığı için okulda ders verecek hoca kalmadığından söz edilir!)

Suharto, darbe ertesi, Berkeley Mafyası’nın üyelerinin eksiksiz katıldığı bir kabine toplantısı düzenledi ve kilit önemdeki tüm finansal bakanlık ve kuruluşların görevlerinin tümünü bu gruba verdi! Bir hafta geçmeden Endonezya’nın muazzam maden ve petrol kaynaklarının % 100’ü dünyanın en büyük madencilik ve enerji şirketleri tarafından parçalanıp paylaştırıldı! Ülke yeni yasalar ve kanun hükmünde kararnamelerle çok kısa zamanda çokuluslu yabancı şirketler için en elverişli duruma getirildi.

Brezilya cuntası şiddete başvurmuyor, ağır davranıyordu, oysa “Endonezya tipi” darbe, yapılış yöntemi ve sonrası açısından başka ülkelerde de tekrarlanabilecek önemli dersler ve örnekleri barındırıyordu!

İşte belki de bunun için Allende’nin ayağını kaydırma operasyonlarında, sağcı gençlerin duvarlara yazdığı sloganlardan biri de “Cakarta geliyor!” sloganıydı. Öğrenciler faşist partiye kayıt edildi. Planlanan darbe iki koldan ilerliyordu: Ordu, Allende ve taraftarlarının imhasına hazırlanırken iktisatçılar da onun ekonomik fikirlerinin imhasına hazırlanıyorlardı!

Allende’ye karşı darbe yapıldı. Darbenin kendi şokunun yanında iki ilave şok biçimi yaşama geçirildi. Bunlardan biri ekonomide Milton Friedman’ın kapitalist “şok tedavisi”ydi, diğeri de Dr. Ewen Cameron’ın uyuşturucu ve duyusal algılama yoksunluğu araştırması olan KUBARK kitapçığındaki işkence teknikleri olarak sistemleşen ve CIA’nın Latin Amerika’nın polis ve ordularına yönelik kapsamlı eğitim programları sayesinde yaygınlaşan şokuydu.

Bu üç “yıkım”şoka sokma-silme-yeniden yapılandırma yöntemi durmak bilmeden tekrarlandı, tekrarlandı; bu yöntem, hedefe konmuş tüm ulusal devletlerde yaygınlaştırılarak uygulandı!

Arjantin’de, bir canlı laboratuvarda, ilk Chicago Okulu devleti örneğinin “devrim!”inin ilk zaferi ortaya çıkmıştı.

“PİRANALAR!”

CIA ajanları, Şili halkına sosyalistleri, “Rus Ajanı!”, “Şili halkının düşmanı!” olarak gösteriyorlardı oysa gerçek hain, halkına silah çevirmiş ordunun bizzat kendisiydi. Ülkeyi savaş alanına dönüştürmüştü ve devrimcileri teşhis eden başlarına torba geçirilmiş işbirlikçilerle sokak sokak dolaşıyorlardı.

Chicago Boys ise Pinochet’ye, kendilerinden emin bir biçimde devletin yer aldığı bütün bu alanlardan derhal çekilmesi talimatı veriyordu: Ekonominin doğal yasaları kedi dengesini yeniden sağlayacak ve enflasyon sihirli bir biçimde düşecekti! (Özal’ın “Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler!” laflarını ve tv’lerde ithal Çin pirinciyle yerli pirincin fiyatını karşılaştırmasını anımsayalım.)

Pinochet 1.5 yıl bu kurallara harfiyen uydu. Bankalar dahil devlet şirketlerinin tümünü (bakır şirketi hariç) özelleştirdi, ücretleri % 10 düşürdü.

Sonuç:  Enflasyon 1974’de % 375’e yükselmişti. Ulusal/yerel sanayiler tek tek kapanıyor, yüzbinlerce işçi işten çıkarılıyor, temel gıda ürünleri bulunamıyordu bile. Chicago Okulu’nun ilk laboratuvarı çöküyordu!

Mart 1975’te Friedman Santiago’ya gitti. Her sözü manşetlere taşındı. “Acı reçetelere tam uyulmadığı için bunlar oluyor”du! (Ne kadar tanıdık bir söylem değil mi?) “Daha sert bir uygulamayla her şey çözülecek”ti! Serbest piyasanın önündeki tüm engeller tam kaldırılmalı”ydı!

1975’te kamu harcamaları tek hamlede % 27 azaltıldı, -bu kesintiler 1980’e gelindiğinde 10 yıl öncesinin, Allende döneminin yarısına gelmişti-. Devletin elinde kalan son 500 şirket de uluslararası tekellere satıldı. Ülke üreten değil tümüyle tüketen bir toplum olmuş, sanayi üretimi 1945’lerin düzeyine düşmüştü. İlk şok terapide Şili ekonomisi % 15 küçüldü, işsizlik Allende döneminde yalnızca % 3’ken bu kez % 20’ye çıktı. Asgari ücretin ancak % 74’ü sadece ekmek almaya gidiyordu. 1988’de, ekonominin istikrarlı sayıldığı tarihte nüfusun % 45’i yoksulluk sınırının altına düşmüştü. Şilili “piranalar” diye ünlenen en zengin % 10’un geliri ise % 83 oranında artmıştı.

ARJANTİN ULUSAL LİDERLERİ ve PERONİZM!

1976’ya gelindiğinde Brezilya, Uruguay, Şili’den sonra sıra Arjantin’e gelmişti. İzabel Peron CIA destekli “Generaller Darbesi”yle devrildi.

Generaller, 60 gün içerisinde ülke kuruluşlarını haraç mezat sattılar! (Bizdekilerin 80’li yıllarda yavaş davranmasının nedeni yanı başımızda SSCB’nin varlığı olabilir mi?)

Öyle ki çok gülünç bir biçimde, Amerikan gazetelerinde üstelik paralar dökerek 30 sayfalık reklam metni yayınlatmışlardı: “Toplumsal bir devrim yaşıyoruz ve kendimize ortaklar arıyoruz. Kendimizi devletçiliğin yükünden kurtarıyoruz ve özel sektörün rolünün çok önemli olduğuna yürekten inanıyoruz!” Sonuçta bir yıl içinde ücretler % 40 değer kaybetmişti. Ve 30 bin insan da kaybolmuş durumdaydı!

Bir zamanlar “ulusal kalkınmacı politikalar” uygulayan ülkelerin hepsi 30 yıl içinde serbest piyasaya ve -ama!- hepsi diktatörlüklere dön(üş)müşlerdi!

CIA’nın el kitabı KUBARK “Şili odaları” denilen işkence odalarında harfiyen uygulanıyordu. “İşkenceyle alınmış bilgi güvenilmezdir ama halk kitlelerini kontrol altında tutmanın bir aracı olarak da hiçbir şey işkence kadar etkili olamamaktadır!!

Şili, Arjantin ve Uruguay’daki cuntalar muazzam bir ideolojik temizlik operasyonu başlatmışlar, Freud, Marx ve Neruda’nın kitaplarını yakmışlar, şarkıcı Viktor Jara’nın gitar çalamaması için parmaklarını kesmişler, yüzlerce gazete ve dergiyi kapatmışlar, üniversiteleri işgal etmişler, grevler ve siyasal toplantıları yasaklamışlardı.  En şiddetli saldırı Chicago Boys’un cuntadan önce dize getiremediği Katolik Üniversitesi’nin rakibi Şili Üniversitesi’ne yapıldı ve bu üniversiteden yüzlerce profesör “ahlaki görevleri gözetmeme” nedeniyle işten atıldı. (Bizdeki 1402’liklerin aynısı: YÖK kıyımı ve kılık kıyafet yönetmeliği!)

Darbeciler stadyumları çok seviyorlardı. Stadyuma doldurdukları şüphelilere, stadyum soyunma odalarında kurdukları işkencehanelerde işkence yapıyorlardı. (12 Eylül’de de Bartın’da tüm solcular Bartın Stadyumu’na tıkılmış, “kentin en önemli solcusu” Rıfat Ilgaz evden sabah baskınıyla gözleri bağlı alınarak stadyuma dek yürütülmüş, stadyumun ortasına yine gözleri bağlı oturtularak günlerce bekletilmişti.)

*

Chigago Boys çetesinin Polonya’da Dayanışma hükümeti sırasında, 1999’da Güney Kore’yi perişan ederken -20 ayda tüm ulusal şirketleri Korelilerin gözyaşları arasında çokuluslu şirketlerce satın alındı!-, Margaret Thatcher’la maden grevini bastırırken, Rusya’da Yeltsin dönemindeki akıl almaz uygulamalarda, Tiananmen Meydanı katliamında, ABD’de kamu kuruluşlarının ve kamu denetiminin -askerlerin çadırlarının kuruluşuna dek- özel şirketlere açılmasında, Irak’ı ortadan silerken ve Sri Lanka’daki gibi tsunami felaketlerinde kıyı bölgelerini yağmalarken ne haltlar işlediklerini anlamak için Şok Doktrini-Felaket Kapitalizminin Yükselişi‘ni baştan sona okumak gerekiyor.

Friedman’la birlikte Chicago Üniversitesi’nin “boys”larından bazı isimler şunlardı: Prof. George Shultz, Donald Rumsfeld,  Dick Chaney!

KISSADAN HİSSE

Kitaptan öğrendiğimiz “şok doktrini”nden yola çıkarsak, Türkiye’nin yaşadığı ekonomik ve siyasi şoklardan ilki bizce 1 Mayıs 1977 katliamıdır. Bu katliam Türkiye’nin Şili, Endonezya vs. ülkelerin daha önce yaşa(tıl)dığı “Şok tedavisi!”nin ülkemizde uygulamaya başlandığının ilk işaretidir. Peşinden 23-24 Aralık 1978 Maraş Katliamı ve ünlü “24 Ocak Kararları”yla yaşanan şokun -ki % 100 dolayında bir devalüasyonla başlamıştı- ardından Mayıs-Haziran-Temmuz 1980 Çorum Katliamı ve Temmuz 1980’de Kemal Türkler’in öldürülüşü daha büyük bir “şok” için yapılmış öncü “şok”lardandır. Şokların babası sayılan 12 Eylül darbesi ve sonrası an be an toplumca yaşanan dur durak bilmeyen irili ufaklı onlarca şokla sürmüştür: Geceyarıları tutuklamaları, ayyuka çıkmış, söylenceye dönüşmüş işkenceler ve ard arda gelen idamlar! Şimdi gerilerden bakınca birkaç yılda bunları yaşamak zorunda kalmış bir toplumun bir daha ayağa kalkması, dizlerinin üzerine doğrulması gerçekten çok zor olduğu daha iyi anlaşılıyor.

Yine kitaptan öğrendiğimize göre “şok”lar peş peşe ve “aniden” olmalı!

Turgut Özal’ın ekonominin başına getirilişi, ANAP’ın iktidara gelişi en önemli şoklardandır. Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Kışlalı cinayetleri, Sivas Katliamı şoku ve 1994’te döviz fiyatlarını üç ay gibi kısa bir sürede % 230 artıran ekonomik kriz “şok”u ve gecelik faiz oranlarının 2000’lere fırla(tıl)dığı Kasım 2000 ve Şubat 2001 ekonomik krizleri ve nihayet 12 Eylül 1980 darbesinden sonraki en büyük “şok”: AKP’nin iktidara ge(tiri)lişi! AKP iktidarından sonra yaşadığımız ve ard arda gelen -Kıbrıs politikası, Hrant Dink’in, Rahip Santaro’nun katledilmesi, çuval geçirme olayı, Gül’ün Cumhurbaşkanı olması, sabahın köründe yapılan sayısız tutuklamalar, Arınç’a suikast iddiası, kozmik oda baskını, YÖK’ün, yargının ele geçirilmesi, Libya, Suriye politikaları- “şok”larını ise anımsatmaya bile gerek yok!

Bu acı ve karanlık tarihi gerçekler bize göstermektedir ki günümüzde, emperyalizme karşı mücadeleyi birinci sıraya almayan, yalnızca almak yetmez mücadele sürecinde düşmanının her hareketini, çalışma anlayışını bilmeyen ve sistemini deşifre etmeden yola çıkan, bu da yetmez, sürekli değişen “somut durum”u kendisine yakın yurtsever geniş kitlelere hızla ve doğru olarak aktaramayan hiçbir hareket başarılı olamaz.

ACI SONUÇ

Çin, Rusya, Brezilya, Güney Kore, İngiltere, Latin Amerika ülkelerinin hemen hemen tümü Friedman’ın “fundamantelist” kapitalizm uygulamalarından çoktan kurtuldular. Bu çetenin üç silahı IMF-DB-DTÖ örgütlerini ülkelerinden kovdular; özelleştirmeleri bırakıp satılanların çoğunu devletleştirdiler, kaynaklarını planlı kullanan, sosyal yatırımlara dönük -Friedmancı(lar)ın nefret ettiği- “kalkınmacı” politikalara döndüler ve başarılı oldular. Şili’de 2000 yılında Sosyalist Ricardo Lagos Başkan seçildi. 2006 yılında ise ülke tarihinin ilk kadın başkanı Michelle Bachelet başbakan oldu. Arjantin’de Kirchner’ler hükümetleri ve Brezilya’da sosyalist liderler da Silva ve Dilma Roussef ülke ekonomisini bu çeteden kurtardılar ve ekonomilerini yükselişe geçirdiler.

Bu politikaları Dünyada uygulayan ülke -utançla belirtmeliyim ki- bir tek Türkiye kaldı! “Fundamantalist” çete, Arjantinli generallere 15 yılda tamamlatamadığı özelleştirmelerin üç katını Carlos Menem gibi “sivil!demokrat!” bir isme bir iki yıl içinde yaptırınca şaşırmışlardı! Türkiye’de de 30 yılda kimseye yaptıramadıkları -ülkenin can damarı sektörler olan telekom, enerji, bankacılık gibi- özelleştirmeleri AKP iktidarına yağmadan da öte uygulamalarla yaptırabildiler ve Türkiye’ye de seyrettirdiler!

Tıpkı en son daha dün göz nurumuz şeker fabrikalarımızın özelleştirilip yağmalatılmasını seyrettiğimiz gibi!

*

Mahatma Gandhi daha 1926’da “Uluslar arasında süren silahlı çatışmalar bizi dehşete düşürmektedir. Ancak ekonomik savaş silahlı çatışmadan daha az tehlikeli değildir. Cerrahi bir operasyon gibidir: Ekonomik savaş uzun süreli bir işkence gibidir!” derken kapitalizmin özünde yatan canavarı görebilmişti.

Lenin, “Bütün dünyayı soyup soğana çeviren bir avuç emperyalist devleti” (Emperyalizm, s. 14), yani bir bütün olarak emperyalizmi öncelemeyen hiç bir sosyalist mücadelenin başarıya ulaşamayacağını yazarken şu önemli notu, kendisinden sonraki kuşakların unutmamasını istiyordu:

“Bu olayın ekonomik kökleri kavranmadıkça, siyasal ve toplumsal önemi değerlendirilmedikçe, komünist hareketin ve devrimin pratik sorunlarının çözümüne doğru bir tek adım bile atılamaz.” (Emperyalizm, s. 15)

*

Bu iki yazıda özetlemeye çalıştığımız ve bazı bölümlerine katkıda bulunduğumuz çalışma için, “Bu da ne, biz zaten bunları biliyoruz; biz de yaşadık!” diyenlerimiz olacaktır.

Ne var ki kazın ayağı hiç de öyle değil. Bugün merkez sol diyebileceğimiz sol damarın taşıyıcıları tam da Friedman ve darbecilerinin şok-silme-yeniden kurgulama yönteminin -ne yazık ki- son şıkkıyla düşünmek zorunda bırakılmışlardır.

Öyle ki yukarıdaki tarihin aynısını daha beter olarak yaşamış olan kendi ülkemiz tarihini özetlemeye çalışma çabamız, bu “sol!” çevrelerce çekici bulunmaz ve küçümsenebilir!

Şu acı gerçeği de anımsatalım ki Naomi Klein, bu devasa çalışmasını söz konusu ülkelerdeki devrimci/yurtsever güçlerden derlediği bilgileri bir araya getirerek oluşturdu. Kitapta Türkiye’nin yer almaması ilginç. Halimize bakınca da anlaşılabilir: Bu bilgileri verecek yurtseverlikte bir sol çevre bulamamışlardır! Onların, Soros vakıflarının raporlarıyla, bu ülkeyi kuran yoksul halkımızın ne kadar “ırkçı!” ve bu topraklarda suç işlemiş büyük bir “işgalci!” olduklarının tarihinden bilgiler vermekle meşgul olduklarını hepimiz biliyoruz.

*

Friedman’ın ekonomik saldırısı ve Dr. Cameron’un şoklarına maruz kalmış ve darbecilerin hücrelerinde aylarca çığılıklarını kimseye duyuramamış biri olarak bugün en çok üzüldüğüm nokta, Chicago Üniversitesi iktisatçıları için “Chicago Boys”, Latin Amerika genelindekilere ““los Chicago Boys”, Endonezyadakilerine “Berkeley Mafyası”, Arjantindekilere “Piranhalar” dendiği halde bizimkilere bir isim vermeyi bile başarmaktan aciz olmamızdır!

Ahmet Yıldırım

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir