Search
Close this search box.

Niçin Sürekli Yeniliyoruz… (2)- M. Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Türkiye’de kitlelerin politikaya katılması esas itibariyle II. Meşrutiyet ile başlar. Bu çok yeni bir tarihtir. Bundan önce de çok uzun bir isyan ve eşkıya geleneği vardı elbet, ama bunlar kopuk ve sistemsiz şeylerdir. En azından Türkler için politik programı olmayan tepkilerdir. Hıristiyan ahali özellikle 19. yüzyılda daha politik ve programlı bir çalışma içerisinde olmuştur. Türkler bunlara karşı devlete sarılma içgüdüsü göstermişler, ancak son çare olarak ulusçu politikaya başvurmuşlardır ki, bunun dönüm noktasını tespit etmek istersek, en iyi tarihin Balkan Savaşları olduğu görülür. 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Jön Türk (ya da genç Osmanlılar) hareketleri, esas olarak sivil ve askeri bürokrasiye dayanan dar kadrolu işlerdi.

 

Türklerin politik tecrübesizliği, bu konuda bizden çok önde olan Avrupalıların Türkiye işlerine müdahalesini daima kolaylaştırmıştır. Ayrıca ulusun oluşumunun diğer halklara göre çok geç kalması ve imparatorluğun homojen olmaması her zaman daha fazla işbirlikçi bulmalarını sağlamıştır. Gerçi batılılar gittikleri her ülkede işbirlikçi bulmuşlardır ama burada imparatorluğu parçalamak isteyen milyonlar adeta onların kollarına atılmıştır. Bu çok şaşırtıcı değildir çünkü bazıları kendi istiklallerinin peşinde koşuyorlardı. Şaşırtıcı olan, 1960’larda milli bağımsızlıkçı bir atılımla başlayan (daha öncesi fazlasıyla marjinaldir) Türkiye solunun içerisinden de her cins işbirlikçinin taburlar ve tümenler halinde batılıların yedeğine girmesidir. İşbirlikçi basın, işbirlikçi vakıflar, dernekler, sendika yöneticileri, işbirlikçi siyasetler, daha ne sayarsan say.

 

Her devletin ayakta kalmak için belli mekanizmalara ihtiyacı vardır. Batı, Türkiye’nin öncelikle güvenlik mekanizmalarını denetime alarak bunları birer iç savaş mekanizmasına dönüştürmüştü. 1960’lardan itibaren bunlar kontrgerilla anlayışı içerisinde Türkiye’nin ilerici unsurlarına saldırmışlar ve sayısız katliam yapmışlardır. 12 Eylül’ün işkenceleri ve sıkıyönetim hapishaneleri ise durumu kitlesel hale taşıdı. Burada Türk devletini korumak için işkence yaptıklarını sanarak işbirlikçilerin talimatını yerine getirenler (zaten gerici bakış sahibi olanlar ayrıdır) aslında ülke için yıkıcı bir iş yaptıklarını bile anlayamadılar. Ve ortada büyük bir trajedi vardı. İşkence edilenlerin büyük bir kısmı işbirlikçi yönetimin değil, Türkiye’nin yeminli düşmanı haline geliyor, bu ikisi arasındaki farkı anlayamıyordu. Biz işkence sırasında bu işbirlikçilere karşı mücadele için yemin ederken azınlıkta kaldığımızı bilmiyorduk. Türkiye solunun bir kısmı bu süreçten geçerek liberal kuyrukçuluğa düştü. Demokrasi gelecek hayaliyle “yetmez ama evet” dediler. Bir kez bu gaflet ve ihanet yoluna düştükten sonra dönüş yoktu. Diğer kısmı da Türkiye’ye düşman ne kadar akım varsa peşine takılıp gittiler. Fareli köyün kavalcısı misali. Bu arada basında, üniversitelerde, adalet mekanizmasında ve muhalif olabilecek tüm kurumlardaki tasfiyeler hızlanmıştı.

 

Aslına bakılırsa, o zaman aklımızın ermediği şey, insanlarımızın henüz yurttaş haline gelmemiş olmasıydı. İnsanları ilerici bir çizgiye çekmeye çalıştığımız 70’li yıllarda Cumhuriyet ellinci yılına daha yeni basıyordu ve sol çoktan paramparça olmuştu. Sadece birkaç ana çizgi olsa anlaşılabilirdi. Bir seferinde 55 fraksiyon saymıştım ve adını bile kısaltmasından çözemediğim daha düzinelerce vardı. Bunlar ideolojik ayrılıklara dayanmıyordu, çünkü zaten bu kadar ideoloji bile yaratamazdınız. O dönemde bunu cehalet ve kariyer hırsına bağlıyordum. Daha sonra bunda gizli etnik müdahalelerin olduğunu anladık ama yapacak bir şey yoktu. Bugün eski KSD’lilerin ne yaptığını veya etnik kuyrukçuların niçin İ. Kaypakkaya’yı övüp M. Çayan’ı kötülediklerini görüp “haa! dimi yaa” diyoruz.

 

Belli bir seviyeye gelen insanlar, büyük ortak çıkarlar için küçük grup çıkarlarını ikinci plana atabilenlerdir. Türkiye’de bu hiç olmadı. Demokrasi ve uzlaşma kültürünün eksikliğindendir. Türk solu kendi içinde uzlaşamayınca, bir bölümü Kürt milliyetçiliğinin peşine takılarak kendi ayaklarına kurşun sıktı. Hem de ikisine birden. Türk milliyetçileri ise daha başından itibaren yabancı kontrolüne girmişti. Dinciler de bunun dışında kalamazdı.

 

Sonuçta, Türkiye insanlarının büyük bölümü başka güçlerin denetimindeki siyasetlerin peşinden gidiyor. Bunun nedeni sadece yurttaş olmamaları değil, yüksek insani değerlere de sahip olmamalarıdır. Halkımızın bağımsızlık, demokrasi ve hukuktan yana bir halk olmadığını açıkça söylemeliyiz. Aksi halde bu kadar işbirlikçi ve hain çıkmaz. Bu durumda halk ve halk düşmanları diye bir ayırım yapmak işe yaramaz. Kötüleri sayınca, zaten elinizde kalanlar azınlığa düşüyor. İşbirlikçiler ve yağmacılara karşı bağımsızlık ve hukukun üstünlüğünden yana olanlar diye bir ayırım yapmak daha çok işe yarar. Az olsun öz olsun. Bağımsızlıktan yana ama solcu olmayan bir yurttaş, işbirlikçi ve kuyrukçu bir solcudan çok daha iyidir. Tabii, genel bilgi seviyesi ve değerlerden yoksunluk “çamurdan olsun bizden olsun” anlayışını öne çıkarmıştır. Bu nedenle siyasi örgütler sağlam değildir. Kartlardan yapılmış bir kale gibi her rüzgârda dağılır. İnsanların birbirlerine gaz vermeleri durumu değiştirmez.

 

Nihayet şuna da değinmek gerekir ki, Türkiye’de siyasi kurumlar genelde kadro yetiştirmez. Bunun çok sayıda nedeni vardır: (1) Bunu istemez çünkü yetişmiş insanın tekkeyi bozacağından korkar (2) Şayet istese bile yetiştirecek kapasitesi yoktur, bunun nasıl yapılacağını bilmez, birkaç broşür ve el kitabı okutabilir ama bunların da zararı yararından fazla olur, (3) Biat anlayışının buna dahi gereksinimi yoktur. (4) İyi yetişmiş insan zaten orada durmaz, (5) Siyasi gruplar zaten ciddi bir görüşe sahip değildir. Programları göstermeliktir. Zaten programın ne işe yarayacağını bile düşünmezler. Kimse de program sorup incelemez. (6) Sistemli çalışmadıkları için el yordamıyla ilerlemeye çalışırlar ve böylece fırsatçı bir bakış edinirler. (7) İnsan kullanmayı pek severler, sonra da onları zor durumda bırakıp giderler, genelde sahip çıkmazlar.

 

Türkiye’de siyasi gruplar kof bir kabuktan ibarettir. İçleri boş olduğu için dışarıdan gelen basınç artarsa dağılıp giderler. Bunu değiştirmeye kalkanlar da kısa sürede dışlanırlar. Bunu değiştirmeye çalıştık, başaramadık. Kötülük hem daha örgütlü, hem de daha kolay taban buluyor.

M.Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

2 Responses

  1. Yazıda geçen “Türk Solu” teriminin gözden geçirilmesi gerekir.
    Yazar,daha önceki satırların Türkiye Solu ifadesini kullanırken,neden karar değiştirip Türk Solu ifadesini kullanıyor. Duzeltilecegini umuyorum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir