Osmanlı Veraset Savaşları… M. Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Kürt meselesini, demokrasimizin acılarını…

 

Kürt meselesini, demokrasimizin acılarını veya Orta Doğu sorunlarını başka türlü anlayamayız.

 

OSMANLI VERASET SAVAŞLARI 2. YÜZYILINA* GİRİYOR ve henüz sonu (o neyse) görünmüyor…

En acısı, eskiden tüm İslam alemi batıya karşı son çare olarak Osmanlıdan medet umarken şimdi Türkiye’nin emperyalist saldırıların üssü haline getirilmiş olmasıdır.

Olaylar zincirinin nerede başladığını bilemeyince, yönünü ve aşamasını da takip edemiyorlar. On yıllık bir perspektiften bakılınca görülen şey, elli yıllık perspektiften görülenden son derece farklıdır. Kısa aralıklar için yapılan yorumlar daima yanıltıcıdır. Bunun için bir tarih anlayışı gereklidir. Her sorunu hem kendi özgül koşulları içerisinde, hem de arka planıyla birlikte görebilmemiz gerekir. Örneğin, Suriye’de**  başlayan son olaylar kısa vadede iktidarın demokratikleşmesi sorunu olarak görülebilir. Biraz daha geniş bakılınca bunun demokratikleşme ile hiç ilgili olmadığı, gerçekte Yakın Doğu’nun yeniden yapılandırılmasıyla ilgili olduğu anlaşılır. Daha da uzun bir perspektiften ele alınca da İsrail’in ve petrol yollarının güvenliği gibi sorunların yanı sıra Irak, İran, Türkiye ve Kafkasların istikbali ile bağlantıları ortaya çıkmaya başlar. Nihayetinde bu, aynı zamanda Osmanlı Veraset Savaşları’nın bir parçasıdır, çünkü son paylaşımın ne olacağı belirsizdir. (Tabii bir sondan söz edilip edilemeyeceği ve şayet bir “son” olacaksa, “son”un ne zaman gerçekten “son” olacağını daha doğrusu hangi süreç veya aşamanın sonu olacağını kestirmek kolay değildir. Bu nedenle süreçleri tanımlamadan konuşmamamız gerekir.) Habsburg mirasının ne olacağını belirlemek için asırlar süren mücadeleler yapılmıştı. 1568-1648 Seksen Yıl Savaşları (ya da Otuz Yıl Savaşlarıyla birleşen Hollandalıların Bağımsızlık Savaşı), 1701-14 İspanya Veraset Savaşları ve 1740-48 Avusturya Veraset Savaşı bunun bazı aşamalarıdır. 1756 -1763 Yedi Yıl Savaşları da buna katılmalıdır. Ancak Habsburg İmparatorluğu’nun 1918’de yıkılmasından sonra da terekenin paylaşılması için çatışmalar sürmüştü ki 1938’de Hitler’in Avusturya’yı ilhakı veya 1991- 95 arasında Hırvatistan ve Bosna’da yapılan savaşlar da pekâlâ bunun artçıları sayılmalıdır.*** Ama bunların da İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş ile iç içe geçen halkaları vardır.

Toplumların yarattığı sorunlar, tarih içerisinde önceden belirlenmiş bir sıraya göre, düzenli bir biçimde çözülmez.**** Kaldı ki çoğu sorun hiçbir zaman çözülmez. Ya da, koşullar değiştiği için sorun gündemden kalkar. Kimi zaman sadece koşullar değil, söz konusu toplumlar dahi ortadan kalkar. Günümüzde Alanlar, Sarmatlar, İskitler ve daha sayısız halk asimilasyon, birleşme, erime ya da başka yollarla insanlık sahnesinden silindi, gitti. Ne koşulları, ne de sorunları kaldı. Toplumlar başka toplumlara, sorunlar başka sorunlara dönüştü.

Bazen sorun biçim değiştirir. Örneğin açık işgale dayanan sömürgecilik sona ermiştir ama aynı halkların bir kısmı hala birçok mekanizmayla batının baskı ve sömürüsü altındadır. Bazen de sorun biçim değil sadece mekân değiştirir. Balkanlardaki parçalanma (ki siyasi literatüre “Balkanisation” terimini kazandırmıştır) daha sonra Orta Doğu’ya taşınmıştır. Burada sayısız etnik unsur uluslaşma sürecini tamamlayamadan birbiriyle boğazlaşmaya itilmiştir. Yani buradaki parçalanma, Balkanları bile çok geride bırakmıştır.

Avrupa’da uluslaşma süreçleri yüzyıllar sürmüş, bazen kendi başına gelişmiş, ama çoğunlukla onların süreçleri de dış müdahalelerden etkilenerek hızlanmış veya zayıflamıştır. Örneğin, Fransa’nın uluslaşma süreci İngilizlerin ülkelerinin bir bölümünü işgal ettiği Yüz Yıl Savaşları sırasında olgunlaşmıştır. Birkaç asır sonra, başta Richelieu olmak üzere Fransız devlet adamları Alman birliğinin oluşmasını geciktirmeye çalışmıştır ki, bu politika Otuz Yıl Savaşları’nda çok net şekilde görülür. Ne var ki daha sonra Fransızlar, bizzat Napoleon’un işgal politikalarıyla Alman Birliği’nin oluşmasındaki en önemli aşamaya hız vermiştir. Ancak her zaman böyle olacak diye bir şey yok. Yabancılara karşı mücadele uluslaşmayı hızlandırır ama tek başına belirleyici değildir.

Osmanlı mirasında temel sorun, burada yaşayan halkların uluslaşma süreçlerinin tamamlanmamış olmasıdır. Burada birbirini derinden etkileyen iki süreç iç içedir.

Bir yandan topraklar paylaşılıyor, bir yandan da bunların üzerinde yaşayan halklar uluslaşmaya çalışıyor -ya da çalışmıyor – yani uluslaşma süreçleri etnik ve dini farklılıklar nedeniyle baltalanıyor.

Zavallı Irak’a bakalım. 1918’de İngiliz işgaline girdiği zaman kaderi (çoğu diğer sömürgede olduğu gibi) batılıların çizdiği düz sınırlarla belirlenmişti. İnsanlar hiçbir zaman düz sınırlar içinde yaşamamıştır. İlk gününden itibaren acılı bir hayata mahkûm oldu. İngilizler Ürdün ile birlikte bu bölgeye de kukla bir kral getirdiler. Bu monarşinin benimsenmesi olanaksızdı. Darbeler birbirini izledi. Yönetimler etnik ağırlık taşıdığı için hiçbirisi her kesimin gözünde meşru sayılmadı. 1.5 milyon kişinin öldüğü Amerikan işgali sonrasında Sünniler, Şiiler, Araplar, (hatta) Kürtler, Türkmenler başlarına gelecek yeni felaketleri bekliyor.

Bu süreci başka terimlerle açıklarsak, bölge ülkeleri uluslaşmalarını tamamlayamamış ve aynı zamanda burjuva demokratik devrimlerini yapmamışlardır ama burada bir başka soru çıkar. İslam ülkeleri -reformasyondan (ki bu günümüzde ne olabilir?) geçmeden- burjuva demokratik devrimi sürecini yaşayabilir mi?  Bunu “doğu” ülkeleri olarak da sorabiliriz. Burjuva demokratik devrimler sadece batıya ait bir süreç miydi? Ya da, bu tür devrimler çağımızda artık mümkün müdür?

Belki de en doğru soru şudur:  mali sermayenin tüm dünya çapında egemen olduğu bir dünyada burjuva demokratik devrimi yapmamış ülkelerin önündeki alternatifler nelerdir?

Geçmişe bakarsak, ulusal kurtuluş mücadelesinden geçmiş ülkelerin bir sonraki aşamada farklı süreçler yaşadıklarını görüyoruz. Kimisi daha ileri bir sosyal yapı inşa etmeye çalışmış ama ortaya çok farklı başarısızlık seviyelerinde sonuçlar çıkmıştır. Bu doğaldır. Daha ileri bir rejim baskı, sömürü, ırkçılık ve kötü geleneklerin geride bırakılması anlamına gelir ki, bunun kısa sürede mümkün olamayacağı 20. yüzyılın en büyük dersidir. Ortaya çıkışında, -belki de kaçınılmaz- başarısızlıkların önemli bir pay sahibi olduğu mevcut ortamda, ilerici atılımların belli bir toparlanma sürecine gereksinimleri vardır. Bu ilk olarak bir akıllanma, eski kalıplardan kurtulma ve yeni alternatifler ortaya koyabilme sürecidir ama sadece bunlar değildir. Pratik çözümler de bulunması gerekir. Bu konudaki gelişmeler şöyle özetlenebilir: çok az ve çok yavaş.

Şimdi esas konuya geri dönelim. Osmanlı devleti yıkıldıktan sonra, çeşitli halklar henüz oluşumunun ilk aşamalarındaki uluslaşma süreçleriyle birlikte İngiliz ve Fransız işgali altına girdiler. Uluslaşma süreçleri bir süre de yabancı yönetimler altında devam etti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Suriye ve Irak’ta Baas diktatörlükleri hızlandırılmış uluslaşmayı sürdürmeye çalıştı ama bunlar etnik ve dini çatışmalar ile batının müdahaleleri arasına sıkışarak günümüzdeki dağılma süreçlerine girdiler. Mısır’da 1952 yılında Nasır ve diğer subaylar işe yaramaz Kral Faruk’u kovdular. Bu ülke uzun İngiliz yönetimi altından çıkıp birden Arap dünyasının liderliğine soyundu ama Nasır’ın Süveyş’i millileştirmesi sonrasındaki muazzam prestiji ülkenin hiç bir sorununa çözüm getirmedi. Kendisine hayrı olmayanın başkasına hayrı olamazdı.

Öte yandan dört Arap ülkesinin ortasındaki Filistin’e yerleşen İsrail devletinin hem Filistinli Arapların, hem de diğer ülkelerin uluslaşma süreçlerini yakından etkilediği düşünülmelidir. Lübnan’a akan mülteciler bu ülkenin zaten karışık olan etnik ve dini yapısını büsbütün dağıtırken, Suriye ve İsrail’in farklı sürelerle işgalleri durumu ağırlaştırdı. Ürdün, bu durumdan korkarak Filistinlileri daha da güçlenmeden kırımdan geçirdi. Bu dönemde ardı ardına alınan Arap yenilgileri sonrasında Filistin sorunu kangren olup kaldı. Mısır da sürecin dışına çekildi. Gıdasının yarısını nakit ödeyerek ithal etmek zorunda olan, daracık Nil vadisi dışında çölden oluşan ve petrolü bulunmayan bu ülkenin hareket olanakları zaten sınırlanmaktaydı.

Soğuk Savaş’ın sona ermesi bölgede köklü değişimlere yol açtı. Soğuk Savaş sırasında Rusya Araplara çok miktarda silah gönderdi. Bunlar esas olarak Amerika ve bir ölçüde de Avrupa’nın silah akıttığı İsrail karşısında ardı ardına hezimete uğramasalar Orta Doğu’nun kaderi çok farklı olurdu. Batılılar bölgemizde bu kadar rahat at oynatamazdı. Stalin’in talepleri bahanesiyle ABD’nin kucağına atlayan, ilişkilerini karşılıklı çıkar yerine kölece teslimiyet şeklinde sürdüren Türkiye bile, örneğin Suriye’ye saldıran en gerici çetelere üs olmazdı.

Her halükarda, Osmanlı’dan boşalan yerleri yöneten

  • Petrol zengini Suudiler,
  • Yayılmacı ve baskıcı, ancak kimi zaman anti-emperyalist bir tutum sergileyebilen Baas rejimleri ile bunların kılıç artıkları,
  • Ürdün’ün derleme Haşimi krallığı,
  • Petrol zengini Körfez Şeyhleri,
  • İkili oynayarak ayakta kalmaya çalışan Kürt feodalleri,
  • ABD’nin tam hizmetine girmiş Kürt örgütleri,
  • Lübnan’ın cemaat liderleri,
  • Filistin’in bin bir parçaya bölünen talihsiz halkı,
  • Hizbullah gibi militan tarikatlar,
  • Batının emrinde parsa kapmaya çalışan dini gruplar,
  • Maval okurken katledilen Libya’nın egzantrik lideri,
  • İsrail

ve

  • Emperyalizme teslim olmayan evlatlarını katletmek için önce sözde milliyetçilerinden çeteler kuran ve bu arada devleti cemaatçilere teslim eden Türkiye…. şeklindeki bir manzara, Osmanlı mirasının taksim edilmekte olduğu kirli mezbahayı oluşturmaktaydı (tabii zaman içindeki değişimler kaydedilmeli).

Osmanlı mirasının (1918’dekinden sonraki ikinci kez) parçalanması Soğuk Savaş sırasında bir nebze geri plana atılmıştı. ABD ve SSCB arasındaki dengeler ışığında bölge farklı görülüyordu. Sonra yeni duruma göre yeniden planlandı ve işleme geçti. Bu arada, 1918’in Balkanlarda, Kafkaslarda ve Orta Doğu’da dondurulmuş olarak bekleyen diğer sorunları da tekrar ısıtıldı. Yugoslavya parçalanırken Ermeniler de Karabağ’ı işgal ediyordu. Irak diktatörü Saddam Hüseyin’in salaklıkları ve biraz da batının dolduruşuna gelmesi bölgenin parçalanmasını hızlandırdı. Önce İran’a hücum ederek ülkesini geliştireceği kaynakları mahvetti. Sonra da Kuveyt’i elinde tutabileceği gibi hayale kapıldı. Önce kendi gücünü bilmesi gerekirdi ama sonuçta sahip olduğu gücü hazmetmemiş, yarı cahil bir köylü çocuğu idi. Bu kadar kaynağı askeri maceralarda eritmek yerine ülkesini imar edip halkını eğitseydi bambaşka bir Orta Doğu yaratılırdı. Olur, olmaz her yerde tüfekle havaya ateş edip duran kütük gibi bir adamdan ne beklenir. Modern kültürden yoksun, uluslaşma sürecinin başındaki bir halkla yapabileceklerini ve yapamayacaklarını ayırt edemedi. Ülkesi işgal edilirken emperyalizm kamayı daha derinden soktu. Bu kamanın ucu bizi de deldi.

Hem Saddam, hem de Kaddafi’den hiç hoşlanmazdım. Ama emperyalizmin cellâtlarının elinde can vermelerine ve bu sırada kendi halkının çirkin çığırtkanlıklarına son derece üzüldüm. İşin içinde ölüm bile olsa, emperyalizme bu kadar aşağılık bir şekilde biat edenlerin elinden olmamalıydı. Ama herkes ölümü elinde silahla karşılayamıyor.

Osmanlılar en düşkün çağlarında bile batıya bu şekilde uşaklık etmediler. Belli bir özsaygıları, vakur duruşları vardı. Türkiye de bir süre bunu devam ettirebilecek gibi göründü. Sonra demografik selin altında kaldı. Yetmiş yılda yetmiş milyon iyi eğitilmemiş nüfus üreyince, bunların özlemlerinden beslenen cemaatler sayı (ve giderek sermaye) ağırlığı ve emperyalizmin koçluğuyla ülkeye hâkim oldular. Eski solcu yeni liboşlar da çıkarı bunları şakşakçılıkta görüp tren değiştirdiler. İhanetlerini mazur göstermek için de dozunu artırdılar.

Bu ihanet eroin gibi bir şey. Bir kez bu yola girenler daima daha fazlasını yapmak zorunda, yoksa ayakta kalamazlar. Esasen, eski solcular arasında bile ihanetten dönen hiç birisine henüz rastlamadım. Bu da teorimi doğruluyor gibi.

Şimdi bölgede uluslaşmaya çalışan çok sayıda toplum var. İsrail hariç hepsinin uluslaşma süreçleri batının müdahaleleriyle bozuluyor. (Yeterince hızlı bozulmazsa NATO güçleri Libya’da olduğu gibi doğrudan operasyon yapıyor). Osmanlı içerisinde uç veren uluslaşma, çoğu bölgede sömürgecilerin işgaline karşı mücadeleler içerisinde gelişti. İşgalci güçlerin çok farklı etkileri olduğu yadsınamaz. Bunların çoğunlukla bozucu yönde olduğuna da kuşku duyulamaz. Aksi eşyanın tabiatına ters düşer. Ancak gene de, Kürtlerde olduğu gibi, bazı uluslaşma süreçleri emperyalizm tarafından destekleniyor. Bazılarınınki ise gene emperyalizm tarafından yıkılmak, ya da en azından zayıflatılmak isteniyor ki Türkiye ile Irak ve Suriye bu ülkeler arasındadır. Emperyalizmin bu çabalarının orta ve uzun vadede nasıl sonuçlar doğuracağını, hangi güçlerin birikmekte olduğunu kim tam olarak söyleyebilir ki.

Politika temelde gelişmekte olan eğilimleri doğru okumayı gerektirir. Geçmişte toplumumuzun bazı eğilimlerini yanlış değerlendirdik. Cezasını da ağır ödedik. Bizim ödediklerimiz o kadar önemli değildi ama ülkemizin bağımsızlık ve demokrasi yolunda ödediği bedeller de başarısızlıklarımızla daha ağır hale geldi. Başka stratejilere, bilgilere ve becerilere gereksinim olduğu ortaya çıktı. Bu konuları açıkça ortaya koyan tek bir kişi görmedim. Bu arada baskıların erittiğinden çok daha fazlasını liberal ve etnik kuyrukçuluk yok etti. Bunlara kapılıp gitmek kolay. Hiçbir sıkıntıya girmeden ortalarda sallanıp gezebiliyorsun. Bu pekâlâ bir nevi sahtekarlıktır.

Diğer ilginç bir nokta, eski Osmanlı coğrafyasında hiçbir köklü sol akımın çıkmamasıdır. Bunu örneğin Latin Amerika ile karşılaştırınca ortaya açık bir kültür farklılığı çıkmaktadır. Bu da temelde İslam kültüründen ve etnik parçalanmışlıktan (belki de başka şeylerden) kaynaklanıyor. Bunu ayrıca incelemek gerekir. Liberal ve etnik kuyrukçuluk tam da bu nedenle ülkemizde daha yıkıcı oluyor.

Geçmişte İslam dünyasını emperyalizme karşı savunması beklenen tek güç olan Türkiye, süreç içerisinde emperyalizmin saldırı üssü haline getirildi. Bunun için Türkiye’de 1960’tan başlayarak sayısız operasyon yapıldı. Şimdilerde İslamcılıkla beslenen yeni Osmanlıcılık hülyalarının Enver’e şişirilen Turancılık kadar yıkıcı olacağı görülmelidir. Aldım verdim oyununda bir anda çırak çıkarıverirler, şaşıp kalırsın.

***              ***              ***

Bölgemize yakında barış geleceği umudunda olanları tekrar uyarmak isterim. Emperyalizmin maşaları arasında zorlanmış bir barış tanımı olamaz. 20. yy içinde eski Osmanlı topraklarının şu veya parçası üzerinde savaş, isyan, darbe veya katliamların yaşanmadığı tek bir yıl geçmemiş olduğu gibi, çoğu yıl iki, üç veya daha fazlası yaşanmıştır. Arnavutluk ve Makedonya isyanları, Trablusgarp ve Balkan Savaşları, Yemen, Arap, Dürzi, Ermeni isyanları, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın Ortadoğu cepheleri, Kurtuluş Savaşı, Kürt isyanları, Filistin’de Arap ayaklanması, Arap-Yahudi çatışmaları, Yunan İç Savaşı, Arap-İsrail Savaşları, Ürdün ve Lübnan’da Filistinlilerin katliamları, Lübnan İç Savaşları, Lübnan’a işgal gücü çıkarılması ve çekilmesi, Suriye ve Irak’ta mezhep ve etnik nedenlerle katliamlar, Kıbrıs Savaşı, İntifada, Lübnan işgalleri, Nasır’ın Yemen savaşlarına müdahalesi, , İran-Irak Savaşı, Kuveyt’in işgali, Irak’ın işgali, Yugoslavya’nın parçalanması, Bosna katliamları, Kosova çatışmaları, Arap sözde baharı, Tunus, Libya ve Mısır’da çatışmalar, Kaddafi’nin sonu, Kürt isyanlarının devamı, Körfez emirliklerindeki mezhep çatışmaları ve daha yüzlercesi…  HEPSİ YAKIN DÖNEMDE VE HEPSİ OSMANLI TOPRAKLARI ÜZERİNDE CEREYAN ETTİ.

Osmanlı mirasının paylaşılmasının her aşamasında hem batılıların müdahalesi, hem de batılılarla işbirliği yapanlar olmuştur. İşbirlikçiler daima olacaktır. Etkileri ise koşullara bağlıdır. Yeni koşullar Soğuk Savaş döneminden farklı bir işbirlikçi kuşağın öne çıkmasını gerektirmiştir, çünkü batıdaki yeni muhafazakâr dalga dünyanın dört köşesine ulaşmıştır. Mali sermaye önce Amerika’da Büyük Kriz sonrasında (ağırlıkla Roosevelt döneminde getirilen ve Reagan dönemine kadar iyi-kötü korunan) regülasyonları yıkmış, uluslararası planda ise bazı ulusal devletlerin sermayenin önüne çıkardığı tüm kısıtlamaları din + mikro milliyetçilik eğilimlerini kullanarak daha kolay aşmıştır. Günümüzde mali sermayenin emirberleri bütün geleneksel değerlerini bir anda kenara itmişlerdir. Ulusçu eğilimleri öne çıkanlar (Musaddık’tan Kaddafi’ye kadar) ardı ardına tasfiye edilmişler ve yerlerine emperyalizmin en aşağılık hizmetkârları getirilmiştir. ….. Tabii ki süreçler karmaşıktır. Örneğin İran’da Şah’tan sonraki süreci kontrol edememişlerdi. Keza Nasır’ı denetleyemediler ama Sedat ile daha iyi anlaştılar. Genel eğilimler ortada olsa da, her durumu kendi özel koşulları içerisinde ele almak şarttır.

Mali sermayenin pervasızlaşmasında Soğuk Savaş’ı kazanmasının etkisi büyüktür. Reagan hasmının içteki zayıflığını ve Helsinki sürecinin sonunu hızlandırdığını bilmese “yıldız savaşları”  ile nihai darbeyi indirmeye geçmezdi. Bunları değerlendirip tedbir alamayan güçler sonraki otuz yıl içerisinde tasfiye oldu ki, bunlar çoğunlukla eski Osmanlı toprakları üzerinde kurulmuş rejimlerdi. Ve batı, İslam coğrafyasını altüst etme planlarını Soğuk Savaş’ın bitmesinden de önce, daha 1980’lerde uygulamaya koymuştu.

Diğer yandan…..

1980’lerde akıllı kişiler bunu görmüştü elbette. Bu kadar büyük planlar gizli kalamazdı ve ilk adımları da hemen sezildi. Ama iş tedbire gelince bunu nasıl alabilirlerdi. Kimileri zaten muhalif oldukları için etkili konumda değildi. Etkili olabilecek konumda olanlar ise her geçen yıl ellerinin kollarının biraz daha bağlandığını, olanaklarının kısıtlandığını görüyorlardı. Emperyalizm ve işbirlikçileri o kadar kapsamlı bir eylem programıyla, o kadar farklı cephelerden taarruz ediyordu ki, buna karşı direniş ancak topyekûn seferberlikle olabilirdi – o da gizli işgal altındaki bir ülkede mümkün olmadı. Olması için başka bir irade gerekliydi. Bu oluşmamıştı.

Burjuva demokratik devrimleri Hollanda ve ABD’de nispeten rahat oturdu, İngiltere’de biraz, Fransa’da daha fazla sarsıntı geçirdi ama sonuçta hepsi yeni rejimlerini korudu. Bunun nedeni rejime sahip çıkan istikrarlı bir sınıfın varlığıydı. Burjuva demokratik devrimini yarım yamalak yapıp sonradan birliğini kuran Almanya ve İtalya bu süreçte tökezleyip faşizm çukurundan geçmek durumunda kaldılar. Benzer sıkıntıyı İspanya ve Portekiz de yaşadı.

20. yüzyılın yeni kurulan rejimlerinde ise sorun bunlara sahip çıkacak bir tabanın yaratılmasıydı. Rusya proletarya adına ama ona aldırmayıp eski devlet anlayışını üstlenen bir bürokrasiye dayandığı için günahları ve sevaplarıyla kısa sürede çöktü. Türkiye’de ise bürokrasi yaratmayı amaçladığı muhafazakâr mülk sahipleri tarafından hizmetkâr rolüne dönmeye zorlandı. Kamu hizmetkârı değil, öncelikle büyük mülk sahiplerinin hizmetkârı olacaksınız dendi. Bu sürecin kırılma noktaları emperyalizme iyi hizmet etmeyenlerin tasfiyeleriydi. Burjuvazi giderek güçleniyor olsa da emperyalizmin desteği olmadan bu tasfiyeyi yapamazdı. Tasfiyelerin niteliği ise Soğuk Savaş’ın ve sonraki dönemin ihtiyaçlarına göre zaman içinde farklılaştı.

ÇOK BÜYÜK BİR SORUNUMUZ VAR

(sadece bir olsaydı gene iyiydi ya…)

Toplumları analiz ederken referanslarımızı çoğu zaman batıdan alıyoruz, bu ölçütlere göre değerlendirmeye çalışıyoruz. Bu durum zihinleri en iyi ihtimalle yoruyor, çoğunlukla da altüst ediyor. Bir zamanlar kaba Marksistler beşli şemayı çekip çekiştirerek bütün dünya toplumlarına uygulama çalışmışlar ve Marksizme büyük zarar vermişlerdi. Hâlbuki doğu Avrupa bile son derece farklı özelliklere sahipti.

Öte yandan, her kavram dikkatle ele alındığında gerçekliğin başka bir yanının kavranmasını sağlayabilir. Sonuçta her toplumda yöneten/yönetilen, ezen/ezilen ayırımları ve üretim/paylaşım/yeniden üretim süreçleri vardır. Ama bunların özellikleri ve üst yapıya yansıma/geri yansıma biçimler farklıdır.

Bu nedenle… Burjuva Demokratik Devrimleri (BDD) derken dikkatli olmalıyız. Yani bir avuç göçebe bedevi ile birkaç kıyı kasabasından oluşan bir ülkede “BDD olmadı da şu-bu oldu” demenin manası yok. Tabii bu uç bir örnek oldu. Bir yandan BDD’lerin ön koşulları nelerdir diye bakmak, aynı zamanda ele alınan toplumun özgün koşullarını anlamaya çalışmak gerekir.

Pazarlık Gene Gizli

Osmanlılar Birinci Dünya Savaşı’na sadece üç kişinin bilgisi altında imzalanan gizli bir antlaşma ile sürüklendiler ve ülkenin üçte ikisini yitirdiler. İmparatorluğun tasfiyesi kaçınılmazdı ama tasfiye işgal  koşullarında yapılmamalıydı.

Günümüzde de Suriye ve Irak konusunda bazı pazarlıklar yapılmış olduğu anlaşılıyor ama bunların ne olduğu konusunda hiçbir bilgimiz yok. Kaderimiz gene birkaç kişinin pazarlığına kaldıysa yandığımızın resmidir. Ne var ki en başta Meclis bu konuda halka karşı vazifesini yapmıyor. Bu da grubu olan partilerin hepsini vebal altına sokuyor. Dünyanın hangi demokratik ülkesinde  sınır toprakları komşu bir ülkeye saldıran binlerce silahlı çete için üs haline getirilebilir. Üstelik bu çeteler Türkiye halkına ve güvenlik güçlerine bile kabadayılık yapıyor. Tek başına bu durum bile ülkemizde demokratik süreçlerin işlemediğinin açık göstergesidir. Düzgün bir ülkede, bu olayların binde biri bile kıyametler kopartır, siyasi depremler birbirini izlerdi.

 

***              ***                       ***

 

Kontra punctus:

 

* İkinci yüzyılına giriyor derken, olaylar zincirini 1911 İtalyan Savaşı’ndan başlatıyoruz. Napoleon’un Mısır Seferi ile başlatmamız da pekâlâ mümkün. O zaman “Üçüncü Yüzyılına” derdik ve o da aynı derecede doğru olurdu.

 

Osmanlı atalarımıza ihanet ettik ve tarih önünde onları utandırdık. Onlar en kötü günlerinde bile günümüzdeki gibi aşağılık bir teslimiyete girmediler. Damat Ferit gibi pislikler bile ancak Mütareke döneminde ortaya çıktı.

 

** Suriye olayları konusunda öngörüde bulunmaktan kaçınıyorum. Kesin olan şey bu ülkenin daha çok acı çekeceğidir. İç Savaş temiz bir şekilde bitmeyecek çünkü savaşan muhalif gruplar inanılmaz bir yamalı bohça ve Şam rejimi çökerse derhal kendi aralarında savaşmaya başlayacaklar. Hepsine birden söz geçirebilecek hiçbir otorite yok. Şayet bu durum gerçekleşirse rahatı artacak olan tek ülke İsrail’dir. Tüm diğer bölge ülkeleri, özellikle de Suriye’nin komşuları ülkenin acısını ve her türlü muhtemel sonucun sıkıntılarını şu veya bu şekillerde paylaşacak.

 

*** Bunların hepsinin sadece Osmanlılar ile ilgili olduğunu düşünmemeli. Örneğin Yugoslavya’da Hırvatlar, Sırplar ve Boşnaklar arasındaki çatışmalarda Osmanlı mirasının yanı sıra tarihi Katolik-Ortodoks karşıtlığının, orta ve doğu Avrupa’nın bin yılına iz bırakmış Germen-Slav çatışmalarının etkilerini görebiliriz. Bu genel arka planın ötesinde, Soğuk Savaş’ın ve bunun sona ermesinin, biraz daha geriye gidersek İkinci Dünya Savaşı’nda Çetnikler ve Ustaşiler arasındaki çatışmalar

ile partizan savaşlarını da çok net bir şekilde görürüz.

 

**** Tarih dediğimiz şey bir özne değildir. Geçmişin yeniden kurgulanmasıdır. Tarihin kendi başına bir yürüyüşü yoktur. Amacımıza uygun olarak “olaylar” veya sadece “geçmiş”, ya da “olayların gelişimi” diyebiliriz. İşte, bu “olayların gelişimi” de önceden belirlenmiş bir çizgide yürümez. Önceden belirlenmiş ve garantilenmiş sonuçlar yoktur. Bazı sonuçlar dolaylı ve hiç beklenmedik şekillerde ortaya çıkar. Olayların gelişimini sağlayan çelişkiler, güçler, gerilimler içten içe işler ve beklenmedik anlarda beklenmedik şeyler ortaya çıkarırlar. 1914 birisi çıkıp 1950 yılına kadar yirmi yıl arayla iki dev savaş olacağını, milyonlarca Avrupalının fırınlarda yakılacağını, bütün imparatorlukların yıkılıp sömürgelerin tasfiye edileceğini, uyuşuk Çin’in kendine gelip büyük bir atılım yapacağını söylese deli gözüyle bakmayan olur muydu?

ÇİRKİN GELENEK

Eski Osmanlı coğrafyasında öne çıkmak isteyen her güç bunu başka güçlere yaslanarak yapmaya çalışıyor. Yani bunlar herhangi bir savaşa veya iç savaşa benzemiyor, daha en başından, hatta hazırlanışından itibaren emperyalizm ile iç içe gelişiyor. Bu Türkiye’de de böyle, Suriye ver Irak’ta da böyle, Libya’da da böyle oldu.

BOP’a TAŞ KOYMA OLASILIĞI OLAN TEK GÜÇ TÜRKİYE İDİ, BU OLASILIĞI GÖRÜNÜR GELECEK İÇİN YOK ETTİLER…

Türkiye NATO’ya girdiği andan itibaren bağımsızlığını yitirmeye başladı. Bu iş kademeler halinde gelişti ama 1960 (şaşırtıcı gelebilir ama inanılmaz çalımlar atılıp ilk büyük tasfiye bu dönemde yapıldı) ve 1971 tasfiyeleri 1980 ile tamamlandığında Türk devletinde denetleyemedikleri çok az şey kalmıştı. Onlar da AKP döneminde temizlendi. Şimdi tarihte ilk kez muhalefet (neredeyse) tamamen sivillere kaldı.

Bakalım işler nereye varacak.

ŞAŞKINLIK MI HAİNLİK Mİ?

Eski arkadaşlarımın bir kısmının en büyük sorunlarından birisinin zihin karışıklığı olduğunu görüyorum. Sorunları bağlantılarından kopartıyorlar. Dünyanın çok önemli bir bölgesi yeniden tanzim edilirken tek tek sorunlara odaklanıyorlar. Bu tıpkı şeye benziyor… Neye mesela… Mesela binada yangın çıkmış, ikinci katı sarmış, üçüncü katta oturan kişi hala perdeleri ne renk yapsam diye düşünüyor. En ufak bir abartı yok, tam da bu haldeyiz. Sonra bana “niye öfkelisin” diye soruyorlar. Öfkeyle kalkan zararla oturur ama ben siyasetçi olmadığım için hiç kimseyi bağlamadan kendi adıma hata yapabilme özgürlüğüne sahibim… Bu kadar dar bakmayı başarabilenlere (!) övgüler mi düzsem, yoksa mersiyeler mi yazsam. Ama şaşkınlar ülkesi olduğumuzu da unutmamalı ve “ya sabır” çekip devam etmeliyiz…

UTANMA SIKILMA KALMADI

Emperyalistler ve yedeğe aldıkları ittifakın üyeleri artık kimseden çekinmiyor, niyetlerini en açık şekilde söylüyorlar. Hesap sorulacağı endişesinden kurtulmuşlar, “gelecek bizimdir” inancına tam sahip olmuşlar.  Zihinleri durmuş olan zavallılar (ZDO’lar) ise her türlü aşağılanmaya “yok canım, rica ederiz, az bile söylediniz, biraz daha ağırını da pekâlâ kaldırabiliriz” diye şakşakçılık yapıyor. BDP milletvekili “Siz Balkan ve Kafkas göçmenleri, artık kendinizi bir şey sanmayın, bundan sonra bizim borumuz ötecek” diye bağırıyor, gerçek niyetini açıklıyor, sözde solcu gafiller “aa! bak halkların kardeşliği için nasıl adım attık” diyor. Adam çıkıp “Siz Selanik dönmeleri dinimizi yaşamamıza engel oldunuz” diyor liboşlar “tabii, tabii” diye kafa sallıyor. Bir başkası da “Karadenizliler can düşmanımızdır, onlarla da hesaplaşacağız” diyor, pislikler “hakları var, derler de derler” diye etnik yalakalıklarından en ufak bir taviz vermiyor. Bu kadar aymazlık insana gerçeküstü bir filim setinde geziniyormuş hissi veriyor. Ortada hiçbir toplumsal uzlaşma filan yok. Dayının elindeki sopaya güvenip tek yanlı pisleşme var. Bundan demokrasi çıkmaz. Çıkıp çıkacağı kirli savaşın devam filminden ibarettir.

SIRF MUHALEFETLE BİR YERE VARILMAZ, ÜSTELİK BU SAHTE BİR MUHALEFETSE

Sürekli muhalefet ve sadece muhalefet yapılıyor. Bu yüz elli yıl da sürse bir şey olmaz. Zaten, alternatif göstermeyen muhalefet ancak sahte muhalefet olabilir.

SAHTE MUHALEFETE SAHTE BARIŞ

Sözde barış süreci daha ilk adımda tıkandı. Planın babaları ufak tefek müdahalelerle tekrar önünü açabilir ama gerçek bir barış olmayacaktır. BDD olsun, bununla karışık iç savaş olsun, ya da başka bir şekilde hesaplaşmasını tamamlayamayan, uluslaşma sürecini hitama erdiremeyen ülkeler gerçek barışa kavuşamaz. Bağımsız olmayan bir ülkede de bu süreçler asla tamamlanamaz. En güzel örneği işte Türkiye. Sözde muhalefet olan CHP ve MHP teslimiyet planlarının esas dayanağı oldular.

KARŞI DEVRİM diyorlar AMA HANGİ DEVRİMİN KARŞI-DEVRİMİ OLUYOR BU?

Bak evladım, bunu anlayamıyorum, gözlerim de iyi görmüyor artık, sen bi anlatıver Allahını seversen! Hürriyet geldi dediklerinde de anlamamıştım. Sonra anlar gibi oldumdu. Şimdi Hürriyet mi gitti, yoksa başkası mı geldi. Valla gittikçe kafam karışıyor. Biz hala cumhuriyette miyiz… Ha bak bu iyi. Pekiyi onlar devrim miydi? Yani hürriyet ve cumhuriyet. Öyle devrime böyle karşı-devrim mi dedin yavrum, nası yani. Niye şifre gibi konuşuyorsun, söyle bakalım nesini beğenmedin onların. Eksik miydi… Hıı, anladım! siz onların eksiğini tamamlayacakken onlar daha da geriye gittiler diyorsun. (MDD’ci misin ulan sen-bak bunu hatırladım birden) Sana mı kaldı evladım bunları düşünmek. Koskoca paşaların meşrutiyetini, cumhuriyetini beğenmedin haa. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olursun böyle. Ne o suratın asıldı. Dur, madem gidiyorsun bari bana da bir orta kahve söyle, unutma e mi? Heh, heh, heh, nasıl da ikiledi… Dün de birisi geldiydi, işte gerçek demokrasi şimdi geldi dediydi. Bunların hepsi bi tuhaf. Nasıl yavv! Biri geldi diyor, biri zaten yoktu hiç kalmadı diyor. Yoksa başka bişi mi dedi. Gene mi karıştırdım acaba…

M. Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir