Postmodernizm geç kapitalizmin küresel mantığı mıdır?
ahmety@anafikir.gen.tr
Alex Callinicos, Postmodernizme Hayır adlı kitabının “Giriş” yazısına, “Postmodernizm üzerine yine mi bir başka kitap?.. Dünyanın giderek azalan ormanlarının yok edilmesine bir katkıdan başka neye yarar..”
gibi bir tümceyle başlar. Ben de postmodernizm üzerine yayımlanmış kitapları pek okumuyordum artık. Hepsinin filin kuyruğunu tutmaktan öte bir karmaşadan başka bir şeye yaradığı yoktu. Postmodernizm üzerine bir yazı yazmayı da “giderek azalan ormanlar” bağlamında düşündüm hep. Ne var ki Perry Anderson’un Postmodernitenin Kökenleri (İletişim Yayınları, İst. 2002, Çev. Elçin Gen) adlı kitabını okuyunca düşüncemi değiştirdim.
(Burada yazar hakkında küçük bir bilgi vermek gerek. Çünkü aşağıda anlatılanlar onun yaşadığı Avrupa’nın bir panoramasıdır ve Anderson yılların bütününü sıcağı sıcağına zihninde yaşamış bir Marksisttir. 1938 Londra doğumlu Anderson yıllardır, kardeşi ünlü Marksist eleştirmen Benedic Anderson ile New Left Rewiew’in yazı kurulundaydı. Kısaca “Avrupa Yeni Sol”unun hep içinde oldu. Ünlü Verso Yayınevi’nin kurucularından. Aynı dergide yazan sosyalist tarihçi/yazar Edward Thompson ile kemik sesleri getiren tartışmalar yapmıştır. Edward Thompson’la -E. Thompson’un Althusser’in tarih anlayışını eleştirdiği Teorinin Sefaleti adlı yapıtını burada anımsayalım- yaptığı ünlü tartışmaların toplandığı Marksizmde Tartışmalar adlı Türkçeye de çevrilmiş kitabının izleri daha belleğimde. Ne var ki NLR’nin 2000’li yılların başlarında yenilenmesiyle Boris Kagarlitsky’nin eleştirilerine uğradı. Kagarlitsky her ne kadar P. Anderson’u, “Gençlik ideallerini ve radikal geçmişini reddetmeyecek kadar entelektüel dürüstlük sahibidir, ancak bunların çöküşüne üzülemeyecek kadar pasiftir” diye suçlasa da -Edebiyat ve Eleştiri dergisi, Sayı 51’de bu yazı yayınlandı- postmodernizm konusundaki bu çalışma aşağıda görüleceği gibi birçok açıdan yararlı bir yerde duruyor.)
Yazıya girmeden “modernizm” ve “modern” gibi birbirine tam zıt iki kavramın akademisyenler dahil çoğu kafada aynı anlamda kullanıldığını belirtip açıklama yapmak zorundayım: Modernizm: Kapitalizmin Paris kaldırımlarıyla inşa edildiği 1840’larda Baudelair’le başlayıp, Matisse, Rimbaud vs.yle sürüp 1920’lerde “avant-garde”cilerle biten, kesinlikle kapitalizme karşı, ondan nefret eden bir sanatçı duruşu ve artık “sona ermiş!” bir sanat akımıdır. Modern: Kapitalist gelişmenin ve üretim ilişkilerinin yarattığı yaşam biçimi; değerler toplamı. Postmodernizm: Aşağıda ortaya çıkışını, gelişimini ve gerçek yüzünün ortayı çıkışını anlatacağız; ama kesinlikle modernist sanat anlıyışının tam karşıtı, hatta ondan nefret eden, zıttı. Kapitalizmle bir derdi olmayan; sarmaş dolaş.
“POSTMODERN DURUM” NİÇİN “DE FACTO” OLARAK KABUL EDİLDİ!
Ahmet Oktay, ülkemizde postmodern uzantıların sızdığı alanların mikrofilmini çektiği ve onlarla boğuştuğu yazılarını topladığı Postmodernist Tahayyüle İtirazlar adlı kitabında “Türkiye’de postmodern durumun felsefe, toplumbilim, siyasetbilim düzleminde kapsamlı bir kuramsal tartışmaya girişilmeksizin de facto olarak kabul edildiği”ne inandığını söylüyor.
Ülkemizde, Lyotard’ın, Baudrillard’ın, Foucault’nun, Derrida’nın, Guattari/Deleuze’ün düşüncelerinin özellikle “postmodernizme iştiyakla sahip çıkan” yazın/sanat çevrelerince yeterince anlaşıldığına inanmak zor. Postmodernizmin, ona kuşkuyla yaklaşanlar tarafından da yeterince anlaşıldığını sanmıyorum. Daha çok kavramların belirlediği bir zeminde değil, sezgilerin ve itici duyguların yönettiği bir ruh halinde yaklaştılar postmodernizme.
İşte Perry Anderson, Postmodernitenin Kökenleri’ni, arkadaşı Fredric Jameson’un yazılarından oluşan The Cultural Turn (Kültürel Dönüş) adlı derleme için bir önsöz istenince yazmış. Kitabın en önemli özelliği, postmodernizm “terimi”nin bir yönüne değil, bütününe yönelik tarihsel/teorik bir çalışma olması. Anderson bu tarihsel sırayı “Filizlenmeler”, “Billurlaşma”, “Tespit”, Etkiler” başlıkları altında yapıyor.
POSTMODERN DÜŞÜNCENİN FİLİZLENME DÖNEMİ
Postmodernizm de modernizm gibi ilk önce, dönemin kültürel merkezlerine değil onların çevrelerinde “telaffuz” edilmeye başlanmıştır. Bir estetik akımın adı olarak “modernizm, (modernismo)” sözcüğünü Guatemala’da çıkan bir dergide, Peru’daki bir edebi hareket için yazan Nikaragualı şair Ruben Dario’dur. Modernizm kavramı İngilizcede ancak 20. yüzyılın ortalarında kullanılmıştır.
“Postmodernizm (postmodernismo)” kavramını da Miguel de Unamuno’nun dostu Federico Onis ortaya attı. De Onis bu terimi “modernizmin lirik meydan okuması” karşısında yine modernizmin kendi içindeki muhafazakâr bir gerileyişi tanımlamak üzere gibi masum bir düşünceyle kullanmıştı. De Onis daha sonra “ultramodernismo” terimini ortaya attı. Hatta 1934 yılında Madrid’de iç savaşın eşiğinde ünlü İspanyol Dili Şairleri Antolojisi’ni bu düşüncesindeki şemaya göre düzenledi. Daha sonraları postmodernizm kavramı İspanyolca “eleştiri”nin terimleri arasına girdi. Anglo-Sakson dünyasına estetik alanda değil başka bir “kategori”de, tarih kategorisinde kullanıldı. Ülkemizdeki liberal/sağ teorisyenlerin bolca gönderme yaptıkları bir isim olan Arnold Toynbee’nin Study of History (Tarih Çalışması) adlı, ciltler sürecek (yanılmıyorsam 9 cilt) bu çalışmasında özetle sanayileşmecilik ve milliyetçiliğin oluşturduğu Batı tarihinin sanayiinin ulusal sınırları zorlamasıyla bu iki yapısının birbirini parçalamaya başladığı, çelişkiye düştüğü fikrini işliyor. Ama milliyetçilik ulusal ölçekte değil ama çok daha küçük, etnik “cemaatlerin” içine sızarak gücünü kaybetmiyor. Artık yeni bir bakış açısı bulmak gerekiyordu, bu da ancak “uygarlıklar düzeyinde miadını doldurmuş ulus-devlet kategorisinin ötesinde bulunabilir”di.
Bu düşüncelerin daha 1934’te Arnold Toynbee gibi karanlık birinin Study of History kitabının daha birinci cildinde dillendirilmiş olmasını düşününce, bugünün “küreselleşme” adı altında sürdürülen, etnik ve dinsel kimlik fantazyalarını uyandıran, zorlayan, ulus tarafı dökülen bir özelleştirmeci liberalizmle birlikte ülkemizi istila etmesini sanırım daha iyi anlıyoruz. Günümüzde Irak’a, Libya’ya, Suriye’ye karşı saldırıların gerekçelerindeki argümanların ürkütücülüğü, bunu oynayan öznelerin kullandığı “etik olmayan dil”i görünce bu daha da iyi anlaşılıyor.
Toynbee, on beş yıl sonra (2. Dünya Savaşı’ndan sonra!) milliyetçiliğe beslediği “derin düşmanlığı”n ve sanayileşmeye duyduğu “kuşku”nun kehanet düzeyinde haklı çıktığını gördü. 1954’te basılan sekizinci ciltte Fransa-Prusya savaşı ile açılan bu tarihsel kanalın adını “post-modern çağ” olarak adlandırdı. Batı cemaatleri ve orta sınıfları, toplumda yönlendirici güç olarak bir burjuvazi yarattıkları andan sonra artık “modern” oldular diyerek modernin tanımını yapıyordu. Ancak Perry Anderson’a göre postmodernizm için böyle kesin bir tanım getiremiyordu nedense Toynbee. “Postmodern Çağ”a damgasını vuran gelişmeleri şöyle gösteriyordu: Batı’da sanayi işçi sınıfının bir sınıf olarak doğması ve “Batı dışındaki entelijansiyaların modernliğin sırlarına vakıf olup bunları Batı’ya karşı kullanma yönündeki başarıları.” Toynbee bu düşüncelerini doğrulayan örnek olarak “Bolşevik Rusya”sını, “Maocu Çin”i, “Kemalist Türkiye”yi ve “Meiji Japonyası”nı veriyordu. (8. Cilt, Aktaran, Anderson.)
“OLUMLU” ANLAMDA TEK POSTMODERNİST!
Toynbee’nin yazdıkları “komünizm karşıtı savaşımın” gemi azıya aldığı bir ortamda kolayca unutuldu. Ancak Kuzey Amerika’da başka bir biçimde terim ortaya çıktı. Roosevelt’in dördüncü başkanlık seçim kampanyasında etkin rol almış bir politikacı Charles Olson 1945 yılında seçim zaferinden sonra gittiği tatil beldesinde birden fikrini değiştirip politikadan uzaklaştı. Partideki görevini bıraktı. “Gılgamış”, “Odysea” okumaya başladı. Bütün Batı dünyasının tarihini kapsayan West adlı bir destan üzerine çalışmaya başladı.
Nagazaki ve Hiroşima’nın izlerinin bir iç hesaplaşmasını yaşadığı anlaşılan Charles Olson belki de Perry Anderson’un dediği gibi “olumlu anlamda tek postmodernist”tir. Küçük bir manifesto yazdı. Manifesto’da, “Getirdiğim yenilik, başlangıç olarak geçmişi değil, şimdiyi almaktır!” diyordu. “Canlılığını sürdüren şimdi ise postmodern ve tarih sonrası”ydı. Charles Olson iyi bir antifaşist ve demokrattı. Çin devriminin yaydığı ışığın Batı’yı aydınlatacağını düşünüyordu. Perry Anderson’a göre “imgeleminin bir ucunda Anaksimandros, diğerinde Rimbaud” bulunmaktaydı. FBI tarafından sorgulandı. Şiirleri gözden düştü ve postmodern kavramı da Olson’un kazandırdığı göndermelerden, yüklemelerden uzaklaştı.
“OLUMSUZ” ANLAMDA POSTMODERNİZMİN ORTAYA ÇIKIŞI
New York, Harward ve Chicago çevrelerinde ise bugünkü anlamında “olumsuz!” “postmodern” terimi 50’lerin sonunda kullanıldı. “Modernin ötesini değil modernden daha eksik bir şeyi” göstermekteydi. “Modern’in ülkülediği bütün hayallerin yıkıldığı, bilinçsiz bir sürükleniş içinde olduğumuz boş bir uzlaşmadan ibaret olan bugünkü toplumda, us ile özgürlüğün artık ayrıldığı” inancına dayalı pasifist, nihilist bir kimliğe sınığınıyordu. Özellikle modernizmin yüksek entelektüel standartlarını bir yana bırakan, küçümseyen epigone (taklitçi) bir edebiyattan söz edip tanımlarken postmodernizme sert anlamlar yüklendi. “Ciddiyet”i aşağılıyordu postmodernizm. “Kültür ile ticaretin kesiştiği bir noktada sanatçı ile burjuva arasında yeni bir suç ortaklığı ortaya çıkmıştı.” (Levin’den aktaran P. Anderson)
Daha da ilginci soğuk savaş sırasındaki entelektüel etkinliği konu alan 1960’ların ortasında CIA tarafından düzenlenmiş ünlü Kültürel Bağımsızlık Kongresi’nde Amerikan gençliği içinde filizlenen, “tarihten kaçan”, “kayıtsızlığı” ve “kopukluk”u olumlayan kültürel “mutanlar“ı sıradan insanın özgürlüğü ve içgüdülerinin serbestliği olarak öven tezler sunuldu.
Postmodernizm kavramsal olarak yerini yavaş yavaş buluyordu.
“BİLLURLAŞMA” ve İHAB HASSAN
1972 yılında Binghamton’da Boundary 2 adlı edebiyat dergisinin altbaşlığı açıkça “Postmodern Edebiyat ve Kültür” dergisiydi. Derginin ilk sayısında Eliot, Pound, Tate, Auden ile Lowell’e ateş püskürülüyor, yapıtlarını ise “kaçamak bir yerelliğe sahip, geriye götüren bir geleneğin parçaları” olarak değerlendiriyorlardı. Ama bu derginin önemli yanı öne çıkan bir eleştirmendi: İhab Hassan! İhab Hassan, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasında Mısır’da İngiliz hegemonyasına karşı yapılan sokak gösterilerini bastırmakla tanınmış bir aristokrat valinin oğlu olarak mühendislik eğitimi görmüştü. 1970 yılından bu yana 1999 yılında emekliye ayrılıncaya kadar, Wisconsin-Milwaukee Üniversitesi’nde “İngiliz Edebiyatı ve Karşılaştırmalı Edebiyat Profesörü” olmuştu.
Önceleri ilgisi modernizme yönelikti. Sanat görüşü, önceleri Duchamp, Beckett ya da Kafka’ya kadar uzanan klasik modernist yönelimler üzerineydi.1971’de postmodernizm kavramını kullandığında ortada bir yerde duruyordu. Modernist ve postmodernist sanatçıları bir program içinde topladı. (Yeni bir Gotha Programı!) İşaret ettiği ortak temel “belirsizlik ve içkinlik oyunu”ydu. “Edebi bir değişim biçimi olarak postmodernizmi, gerek kendinden önceki avant-garde akımlardan, gerekse de modernizmden ayırt etmek olanaklıdır.” Ne modernistler gibi “olimpiyen” bir tarafsızlığa sahiptir, ne de diğer akımlar gibi bohem ve isyankârdır. Sanat ile toplum arasında farklı türden bir uzlaşma önermektedir. İhab Hassan’a göre, “Sağ ile sol, altyapı ile üstyapı, üretim ile yeniden üretim, maddecilik ile idealizm, önyargıyı sürdürmek dışında pek bir işe yaramaz.” (The Postmodern Turn, aktaran, P. Anderson)
İhab Hassan, postmodern rüzgâr için “öncü” düşünceleri dile getiren isim oldu. Kavramı bütün bir sanat alanına yayan, bugün söz ettiğimiz temel ayırımlara dikkat çeken ilk kişiydi. Perry Anderson’a göre Hassan’ın düşünce yapısını sınırlayan en önemli eksikliği ve dolayısıyla aksaklığı siyaseti dışlamış olmasıydı. Bu da modernizmin sulandırılmış bir haline tekabül ediyordu “Biçimsel kaygının öne çıktığı, canlılığını yitirmiş bir modernizm.” (Anderson) İşin daha başındaki bu çatlaktan olacak, sonuçta, İhab Hassan postmodernizme veda eden bir isim oldu. 1987’de postmodernizm üzerine yazdığı The Postmodern Turn’a (Postmodern Dönüş) yazdığı önsözde “Artık postmodernizmin kendisi de değişmiş, bence yanlış bir yöne girmiştir. İdeolojik saldırganlık ile gizemsizleştirici hafiflik arasına sıkışan, kendi yarattığı kitsch’in tuzağına düşen postmodernizm, eklektik bir alaycılığa, sahte hazlarımızı, basit inançsızlıklarımızı gizleyen bir şehvet kalıntısına dönüşmüştür.” (Aktaran, P. Anderson).
İhab’ın öne sürdüğü “vazgeçme” nedenleri, belki bir ironi olarak bu kavramın (postmodernizmin) yaygınlaşmasının da nedeni oldu. Venturi adlı bir mimar, arkadaşlarıyla Learning From Las Vegas (Las Vegas’tan Öğrenmek) adlı mimarlık kitabı yayımladı. Modernizmin, “reddediş ve kopukluk asabiyesi”ne saldırdılar. Simgenin mekân üzerindeki egemenliği yeniden kurulmalıydı. Mimarlık artık bir işlevsel yüzey değil, derin bir yapı süslemesiydi; kumarhaneler gerçekte popüler bir imge zenginliğiydi.
Perry Anderson’a göre bu kitapta İhab Hassan’ın sezip de bir türlü tanımlayamadığı “yeni ilişki” büyük bir açık sözlülükle dile getirilmişti. Modernist mimarlığın dev yapılarındaki planlı tekdüzelik, kentsel yayılmanın doğasında yer alan ve kendiliğinden gelişen “çok çeşitlilik” ve “canlılık” ile karşılaştırılıyor, sonuçta, modernist mimarinin “insan için inşa”, postmodernist mimarinin “insanlar (piyasalar) için inşa”yı vaaz ettiğini söylüyordu!
FRANÇOIS LYOTARD ve “LA CONDITION POSTMODERNE”
Bu “çoğulcu!” bir “hoşgörü!”, ayrıca sanatçı için bir “seçenek bolluğu”ydu. “Sağ ile sol”, “kapitalist sınıf ile işçi sınıfı” gibi kavramlaştırmalar “günü geçmiş kutuplaşmalar!” olarak tanımlanıyordu.
Görüldüğü gibi tarih ve edebiyat alanındaki kıpırdanmalar, mimarlık alanında kendini sağlamlaştırıyor, kavram da gittikçe “billurlaşıyor”du. Ne var ki felsefi alan bu rüzgâra fazla ilgisiz kalamazdı. Felsefenin merkezi Paris’te François Lyotard ünlü kitabı La Condition Postmoderne (Postmodern Durum) adlı bir kitap yazdı.
Lyotard’a göre postmodernitenin doğuşu aslında derin bir paradigmanın ürünüydü; sanayi sonrası toplumun ortaya çıkmasıyla ilgiliydi. Toplumu, Marx’ın düşündüğü gibi “ikili bir çatışma alanı” değil, “dilsel bir iletişim ağı” olarak ele almak gerekiyordu. Böylece bilim de modernist dönemdeki iktidarını kaybedecek, diğer bilgi türleri arasında bir “dil oyunu!” haline gelecekti.
Bilim, modernist dönemde “kesin doğruluk” taşıdığı iddiasıyla meşruiyetini sürdürüyordu. Oysa şimdi piyasanın hizmetine gir(meliy)di!
Lyotard’ın kitabı bugün de postmodernizm üzerine akla gelen ilk kitaptır. Ne var ki yalnızca akla gelen kitaptır; gerisi yalan üzerine kuruludur! Lyotard’ın “doğa bilimlerinin bilimkurgusal akıbeti”nden söz eden bu kitabında bu konu hakkında aslında bir şey bilmediğini itiraf edecektir. Perry Anderson’un özetini verdiği bir söyleşisinde (Lotta Poetica, Ocak 1987) “Hikâyeler uydurdum, asla okumadığım birtakım kitaplara göndermede bulundum, belli ki insanlar çok etkilenmiş, oysa bu biraz parodiydi.. Postmodern Durum en kötü kitabımdır, gerçi hepsi kötü ama bu en kötüsü…”
Perry Anderson’u hayrete düşüren, Lyotard’ın en çok önemsediği alanlar olmasına karşın, kitabında ne sanatın, ne de siyasetin yer almamasıydı. 1954-1964 yılları arasında “aşırı sol”da bir örgütün (SoB) en önemli militanıydı çünkü!
P. Anderson Lyotard’ın fikir değişimlerinin (devrimci bir sosyalizmden nihilist bir hazcılığa yönelten nedenlerin) izini bir hafiye gibi sürüyor. Bu iz sürmeyi biz de takip ettikçe şu hayret verici sonuçlara varıyoruz: “Proletarya artık kapitalizme meydan okuyabilecek devrimci özne değildir..” “Sosyalizmde kapitalizmin üstesinden gelip aşılmaya götürecek hiçbir şey, hiçbir diyalektik yoktur. Sosyalizm artık kapitalizmle özdeştir. Kapitalizmi yıkacak tek güç dünya gençliği arasındaki arzu akışı’dır.”
Lyotard, Ekonomie Libidinale adlı yapıtında iyice gemi azıya alır: “Marx adlı arzu’nun gerçek yüzünü göstermek için, bütün bir ekonomi politiğin ekonomi libidinale dönüşmesi gerekiyor. Sömürü aslında bir erotik haz biçiminde yaşanır… Madenlerde, fabrikalarda bedenin harap olmasından, anonim işçi mahallelerinde kişisel kimliğin yok olmasından duyulan mazoşistlik ya da histerik haz olarak!” Yani “Sermaye, hükmü altındakiler tarafından her zaman arzulanmaktadır.”
Anderson bir zamanların “hızlı” solcusu Lyotard’ın bu “sapkın” düşüncelerinin temelini 5. Cumhuriyet’e bağlar: De Gaulle’un, işçi sınıfının artık kapitalizme iyice entegre olduğu fikrine. 1974’te ise Lyotard’ın gardı iyice düşer, foyası ortaya çıkar; Amerika’daki dostlarına şaşırtacak bir itirafta bulunur: “Mitterand yerine Giscard’ın seçilmesini tercih ettiğini” söyler!
1976 yılında Fransa’da tüm sosyalist partiler ve Komünist Parti, bir programda anlaşmışlar ve bir sonraki seçime hazırlanıyorlardır. Bundan ürken egemen çevreler geniş bir ideolojik saldırıya geçerler. 68 kuşağından bir grup reklamcının kurduğu medya ve Elysee’i arkasına almış anti-komünist bir toplulukla Nouveaux Philosophes (Yeni Filozoflar!)ı kurarlar. Lyotard o ünlü “tespit”i işte bu gerici yapılanma öncesi yapar: “Üst-anlatı”lar çökmüştür fikrini burada formüle eder. Saldırı altındaki bu üst anlatı da aslında tektir: Marksizm!
İleride büyük anlatıların listesini genişletir ancak “büyük düşman!” komünizm hep hedefte kalır: “Hıristiyanlık’ın kurtuluş anlatısı; Aydınlanma’nın ilerleme anlatısı; Hegelci tin; Romantik birlik; Keynesçi denge!..” vs. alanlarda kalem oynatır. Ama peki ya kapitalizm üzerine?
Lyotard ona dokunmuyordu! Belki de o tek “gerçek anlatı”ydı! Artık dünya o tek anlatının hükmündeydi: “Tek ve evrensel bir özgürlük ve refah anlatısı; piyasanın küresel zaferi!..”
Bugün Türkiye’de yaşayan çobanların bile ezberlediği tekerlemeye ne kadar benziyor değil mi? Oysa Lyotard bunu Carter döneminde yazmıştı! Çünkü Chicago Okulu da o dönemde ünlenmişti!
HABERMAS’IN “ADORNO ÖDÜLÜ” KONUŞMASI
Perry Anderson, postmodern düşüncenin gelişimi döneminde Lyotard’ın ipliğini pazara çıkardıktan sonra Almanya’ya, 1980 yılının sonbaharında Habermas’ın, kendisine Adorno ödülü verilmesi nedeniyle yaptığı konuşmaya geçiyor. Bu konuşmaya Anderson “postmoderne fazla değinmemiş olmasına karşın konuşma o günden sonra postmodern konusunda standart bir çizgi çizen konuşma olarak kaldı” değerlendirmesiyle giriyor. Habermas’ın bu ünlü konuşmasını mükemmel bir biçimde irdeleyen Anderson, aslında kıta Avrupa’sının bu en büyük filozofu görünen kişinin postmodernizmi bu kadar sert biçimde eleştirmesinin aslında postmodernizmin işine yaradığını saptıyor. Çünkü, “her yeni entelektüel alanın kendisini geliştirebileceği bir gerilim alanına ihtiyaç vardır.”
Habermas bu ünlü konuşmasında, “Modernist kültür, sanatta yaratıcılığı besleyemeyecek hale geldikten sonra, bu kültürün çatışkıya dayalı mantığı kapitalist toplumun dokusuna işlemiş, ahlakını bozmuş, sınırsız bir öznelcilik yüzünden çalışma disiplinini aksatmış, hazcılık yüzünden düzen bozulmaya başlamıştır. Bu yozlaşmanın önüne de bir tek dinsel inancın yeniden canlandırılması geçebilir.” diyordu. (Yanlış okumadınız: “Dinsel inancın yeniden canlandırılması!..” Birikim çevresinin Habermas aşkını da buradan daha iyi anlayabilirsiniz.
Bu ürkütücü düşünceyi okuyunca, 80’li yıllardan sonra ülkemizde, aslında sol bir okul olan Frankfurt Okulu’nun bu yaşayan temsilcisine dinci entelektüel çevrelerin neden bu kadar ilgi gösterdiklerini de anladım. Perry Anderson da aslında kapitalist modernleşmenin “ticari (piyasa) mantığı”ndan kaynaklandığı açık olan bir durumun sorumluluğunu “estetik modernizme” yüklemenin hiç de dürüst bir iş olmadığına dikkati çekiyor. Bu, Habermas’ın fikirler dizgesinin aslında paradigmasıdır: Aydınlanmanın ülkülerini hep olumlamak, ama ardından bunların asla gerçekleşme olanağının olmadığını söyleyip yazmak! (Belirtmek gerek, Alex Collinicos tam tersini savunuyor: “Habermas, gündelik yaşamın akılcı düzenlemesi olarak Aydınlanma düşüncesini hâlâ şiddetle savunmaktadır.” – Postmodernizme Hayır, s.146)
Anderson -bizim gibi- hayretini gizlemiyor: “Habermas da Lyotard da Marksist kökenli düşünürlerdi, ama postmoderniteye ilişkin değerlendirmelerinde Marksizmden neredeyse hiç yararlanmamış olmaları şaşırtıcıdır. Ne Lyotard, ne de Habermas postmodernin zaman ile mekândaki yerini belirleyecek gerçek bir tarihsel yoruma girişmiştir. Bunun yerine az çok havada uçuşanlara işaret edip durmuşlardır. Sonuçta tanımı gereği bile zamansal olan postmodern kavramı paradoksal bir biçimde dönemsel ağırlıktan yoksun kalmıştır.” Yine de Habermas şu saptamayı yapmıştır: “Postmodernizm gündemde evet ama hep entelektüel bütünlükten yoksun olarak.” Bu saptamada Ahmet Oktay’ın, postmodernizmin “niçin kapsamlı bir kuramsal tartışmaya girmeden de facto kabul edildiği” sorusunun yanıtını sanırım rahatça bulabiliriz.
Perry Anderson burada bitirmiyor, postmodernizmin tutarlı olduğu bir alana işaret ediyor “Postmodern fikri yerleşeli beri, hep sağın mülkiyetinde olmuştur!” (Lyotard’ın Postmodern Durum’unu 1990’lı yıllarda Türkçeye bir sağcı öğretim üyesinin, Ahmet Çiğdem’in çevirdiğinin tesadüf olmadığını burada belirtmek gerek. – Bu arada, Türkçe çeviriyi sonuna kadar okuyabilen varsa beri gelsin!-)
Modernizmin ölümünü sevinçle karşılayanlar, ressamların da bankacılar kadar özgür ve küresel boyutta iş yapar hale gelmelerine çılgınca seviniyorlardı elbet.
Evet, kapitalizmden başka seçenek yoktu; 80’li yıllarda postmoderinizm, bütün alternatiflerin üstüne bir heyula gibi çöktü(rüldü!).
“SAPTAMALAR” ve SONUÇ
Şunu söyleyebiliriz, modernizmin izindeki Brecht ile Benjamin, “modern teknolojiden yararlanarak kitlelere ulaşabilen devrimci bir sanat” yaratmanın yolları üzerinde durmuşlardı.
Ama sonuç -ya da- yaşadığımız gerçek ne oldu?
Açıkçası tüketim kapitalizmi bu düşünceyi sildi süpürdü, “eğlence sektörü” Brecht ile Benjamin’in fikirleriyle “alay etti”. (Bizde romanın son yıllarda içine düştüğü “tele-vole durumları”nı anımsayalım!) “Yakın geçmişten geri dönülmez bir biçimde uzaklaşıyorduk, o dünya ile geçmiş yüzyılların yaşam biçimi arasında bizimkine kıyasla daha çok ortaklık var”dı ve burada artık bir “kuram”a ihtiyaç duyuluyordu.
Jameson, postmodernin alanını bütün sanat dallarını ve onları besleyen söylemleri de kapsayacak biçimde genişletti. Artık çok az sayıda “özgün” edebiyat eseri ortaya çıkacaktı. Romancı yalnızca “yapay geçmişler tasarlayıp bunları birleştirebilir, belgesel ile fantastiği karıştırabilir, tarihsel romanı yeniden canlandırabilir(di)! Modernist dönemdeki büyük sanatçılar ve başyapıtlar dönemi sona ermiştir. Artık öncü bir sanatın meydan okuyacağı yerleşik bir akademist kurum bile kalmamıştır! Abartılı törenler ve ödüllerle beslenen yapıtlar çok satar listelerindedir.” “Geleneksel sınıfsal oluşumlar zayıfladı, üsttekiler ayrıcalıklı olmaları açısından bir bütünsellik gösterebiliyorlar, oysa alttakiler birlikten de dayanışmadan da yoksundurlar. Artık etnik, cinsel, dinsel ayrımlara dayanan bölünmüş kimlikler çoğalmıştır.”
*
Sanırım, herhangi bir hareket ya da sınıfa bir saldırı niteliği, amacı, eğilimi taşımayan, eleştirmek için bile elle tutulur bir yanını yakalamak zor olan postmodernizm için bir kitap özelinde, bütünsel bir skala ortaya koyabildik.
Jameson’un kitabının ismi zaten her şeyi ortaya koyuyor: Geç Kapitalizmin Küresel Mantığı!
*
Postmodernitenin Kökenleri, postmodernizmin kavramsallaştırılmasından gelişimi ve gerilemesine kadar izleksel bir çetelesini tutarken, Avrupa solunun önemli isimlerinin içine düştükleri durumun, onları arkalarından izleyen Türkiye aydınları açısından da iyi bir harita oluşturuyor. Kagarlitsky’nin eleştirilerinin Türkiye sol kültürüne daha yakın olduğuna inandığımızı da burada belirtmek gerek.
Postmodernitenin Kökenleri/ Perry Anderson/ Çeviren Elçin Gen/ İletişim Yayınları/ İstanbul, 2002/187 s.
Ahmet Yıldırım