‘Bugüne kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir.
Özgür ile köle, patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak, kısacası, ezen ile ezilen, birbiriyle sürekli bir karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüş, bu mücadele ya tüm toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle, ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır.’
Geleneksel solun pratik çizgisini, Komünist Manifestonun çok bilinen bu değerlendirmesi belirliyor, belirledi şimdiye dek. Bu pratik, verili sistemin yapısal olarak yarattığı sorunlar temelli bir araya gelmeye aday toplumsal kesimlerin, sınıfların, özel olarak da kapitalizmin mezar kazıcısı olarak nitelendirilen proletaryanın mücadelesine dayanıyor.
Marks’ın yaşamının sonraki evrelerinde, devlet örgütlenmesine sahip olmayan, ama kültürel bir doku içinde yaşayan Amerikan Kızılderililerinden haberdar olmasından sonra, Rus köy komünleri için söyledikleri de biliniyor. Sınıfsal bir ayrıma dayanmayan bu komünlerin, sınıfsız topluma geçişte temel olabileceğini söylüyorlar.
‘Komünist Manifesto’nun amacı, modern burjuva mülkiyetinin yaklaşmakta olan kaçınılmaz çözülüşünü ilan etmekti. Ama Rusya’da, hızla gelişen kapitalist vurguna ve henüz gelişmekte olan burjuva toprak mülkiyetine karşılık, toprağın yarısından fazlasına köylülerin ortaklaşa sahip olduğunu görüyoruz. Şimdi sorun şudur; Büyük çapta zayıflamış olsa bile, gene de ilkel bir ortak toprak sahipliği biçimi olan Rus obşina’sı (Köytopluluğu-Ç-) doğrudan doğruya Komünist ortak mülkiyetin üst biçimine geçebilir mi? Ya da tersine, ilk önce, Batı’nın tarihsel evrimini oluşturan aynı çözülme sürecinden mi geçmelidir?
Buna bugün verilecek tek yanıt şudur; Eğer Rus devrimi, Batıda ki bir proleter devriminin habercisi olur ve bunlar, böylelikle, birbirlerini tamamlarlarsa, Rusya’ da ki mevcut ortak toprak sahipliği, komünist bir gelişmenin başlangıç noktası olabilir.’ (Londra 21 Ocak 1882- K. Marks- F. Engels- Komünist Manifesto, Rusça baskıya önsöz.)
Burada Marks ve Engels’in sonrasında, devamcılarının çoğu gibi dogmatik bir bakışa sahip olmadıkları söylenmelidir.Gerçekten de önemli olan, ‘kapitalizmin çözülüşü’, yıkılışı ve ‘komünist bir gelişmenin başlangıcı’dır.
Komünist Manifestonun tespiti, tarihi devletin kuruluşu ile başlatan uygarlık teorisinin etkisini gösterir. Marks ve Engels döneminin kültürel ortamından bağımsız insanlar değildir. 18 yy Aydınlanma düşüncesinin kültürel ikliminin içinde yetişen insanlardır. Bu unutulmamalıdır.
Ne Marks ne de Engels, Hegel’den yararlanmadıklarını söylemezler hiçbir yerde. Onların söyledikleri Hegel’in düşüncesini ayakları üzerine oturtmuş olduklarıdır. Ve ele aldığımız konuda, uygarlığın ve devletin ortaya çıkışı, Marks ile Hegel arasında bir ayrım da yoktur. Önerinin, kurgunun başlangıcı aynıdır. Değişen, sürecin nihayet emeğin gelişimi sonucu proletaryayı ortaya çıkardığı, proletarya eliyle değişimin zorunlu olarak geleceğidir.
Hegel, bir düşünme yöntemi olan diyalektiğin kurucusudur. Marks’ta bu yöntemi benimseyen bir düşünürdür. Marks’ın düşünsel yöntemi de Hegel’e dayanır. Örneğin herkese tanıdık gelecek olan şu önerme; Önce ortaya bir tez atılır. Sonra bu teze karşı bir antitez ortaya çıkar. Sonrasında hem tez, hem de antitez değerlendirilerek bir sentez oluşturulur. Ama sentez de bir önermedir, yani tezdir, onun antitezi, tez ve antitezin sentezi derken sürekli bir devinim olur ve sürer gider. Bu da gelişmeyi sağlar, sürekli bir gelişim meydana gelir. Tez x Antitez eşittir Sentez önermesi Hegel’in geliştirdiği bir önermedir. Marks’ın’ tarih sınıf mücadeleleridir’ önermesi, gelişimi bu mantığa dayandıran ve Hegel’in önerisinin Marks’ça söylenmiş halidir. Aynı zamanda, Tarihin akışını ileri doğru akan bir nehre benzeten bu bakış, epeyce tartışmalı haldedir.
Marks idealist olan Hegel’i ayaklarının üzerine oturttuğunu söyler. Marks materyalist, Hegel idealisttir. Bu ayrım tarihe neyin ve kimin yön verdiği ile ilgilidir.
Toplumsal tarihin hangi dinamiklerin sonucunda oluştuğu, neyin, neden belirleyici olduğu da önemli bir tartışma konusudur. İki ana eğilim var bu konuda. Birincisi tarihin motorunun insan emeği ve gelişimi olduğu savıdır. Diğeri ise kurucu inisiyatifin egemenlerin elinde olduğu ve kurulan her şeyin bu inisiyatifle, devlet eliyle kurulduğu savıdır. Marks ve Hegel arasındaki ayrımda budur esasen. Marks’ı sistem muhalifi yapanda bu konumlanıştır.
Engels, sonrasında bu tartışmayı Dühring’le yaptığı tartışmada devam ettirir. Bu tartışmada, insanlık tarihinde siyasal zorun ve onun sağladığı iktidar sisteminin, bağımsız ve öncel unsurlar olduğunu önermenin saçma olduğunu söyler. Devamla, Zorun amaçladığı hedefin ve çeşitli dönemlerde emrinde bulunan silahların, üretici güçler düzeyine ve diğer iktisadi unsurlara nasıl bağlı olduğunu gösterir. Bu durumda siyasal güç, uzun dönemde, her zaman iktisadi ve toplumsal güçler dengesindeki değişikliklere kendini uyarlamak ve iktisadi gelişmenin buyruklarına boyun eğmek zorundadır. Bir üretim tarzı ve ona uygun olan siyasal sistem, bunu sürdürmek için gerekli olan zor derecesine bakılarak değil, gelişmeyi engelliyor mu yoksa hızlandırıyor mu, buna bakılarak değerlendirilmelidir. Kölelik ilk doğduğunda, tarihsel anlamda ileri bir adımdı, çünkü ilkel topluluğu dağıttı ve toplumun üretken gücünü geliştirmiştir. Geçmişte ne zaman siyasal güç, iktisadi gelişme ile çatıştıysa, çatışma her zaman siyasal gücün devrilmesiyle sonuçlanmıştır: iktisadi gelişme, amansız ve istisnasız bir biçimde ezip geçmiştir, diyerek devam eder. Devamcılarının birçok yazısında da devletin ortaya çıkışına ve çeşitli sınıflı toplum formlarının kuruluşunda önderlik edenlere tarihsel olarak ilerici payesinin verildiğini biliyoruz.
Günün biriken verileri, iktisadi eyleminde, iktisadi gelişmelerinde egemen bir sınıfın yönlendiriciliğin de gerçekleştiğini, düşünmemize yol açacak kadar, birikmiş durumdadır. Ve en önemlisi, sınıfları, mülkiyeti, devleti tanımayan toplumsal dokuların, çok uzun sürede var olduğunun ortaya çıkmaya başlamasıdır. Bu konu başlıklarının tek tek hepsinin üzerinde tartışmanın derinleştirilmesi elzemdir bana göre.
Konumuza dönersek; İnsan tarihinin oldukça kısa süreli sayılabilecek döneminin en yaygın örneği olan devletli toplumlarının sınıf çelişmelerinden muzdarip, yapısı itibari ile esasen çatışma potansiyeli taşıdığı, egemen sınıfın direncinin kırılmasının dönüşüm için önemli olduğu doğru bir bilgidir. Bu gerçeğin atlanması muhalif bir akımın muhalif özelliğinin yitmesine gidişin yolunu açar. Batı sosyal demokrat partileri ve ülke pratiğinin Abdülhamitçileri, Demirelcileri bu çizginin örnekleridir.
Sınıf mücadelesi, toplumların çöküşünde önemli bir rol oynar. Ama tek etken de bu değildir. Birçok toplum dış müdahale yolu ile yıkılmıştır. Bunun da örnekleri çok. Yine özellikle Anadolu’da ören yerlerini şöyle bir hatırlamak bile, insan eliyle hazırlanmış, örneğin Çatalhöyük, ya da doğal afetler eliyle gerçekleşen felaketlerin de önemli bir etken olarak sayılması gerektiğini gösterir. Toplumlar bazen iki bazen üç etkenin iş başında olduğu bir süreç sonunda yıkılmışlar çoğunlukla.
Dünya ticaretini ele geçirme süreci ile hızla yükselen Batı kapitalizminin egemenliğini sağladığı günümüz dünyasında, dünyanın birçok uygarlığının yıkılışında Batı kapitalizminin rolü ana etkendir. Bu gerçeğin atlanması da günümüz muhalif hareketleri açısından tayin edicidir. Bunu unutan da hızla muhalif kimliğini kaybeder. Silahlı Kürt hareketinin encamı ibretle izlenecek canlı örnek olarak önümüzde duruyor.
Ben, sınıf mücadelesi ve dönüşüm deyince bunu, yıkıcı ve yapıcı süreçler olarak ikiye ayırmanın doğru olacağını düşünürüm. 20 yy sosyalizm deneylerinin dersleri bunu çok açık anlatıyor. Yıkıcı süreç, artı değere zorla el konmasının önüne geçebilmek için olması gereken eylemliliktir. Yıkıcı güçler ise, var olan sistemin ezip, sömürdüğü tüm kesimleri kapsar. Bunların arasına, sınıflar, kadınlar, çevre sorunları, ezilen uluslar vb herkes girer. Ve bu güçleri birleştirmeden başarı da çok zor. Burada sorun yok.
Geldiğimiz noktada, ben geleceğin nasıl kurulması noktasında bir tartışma yaşanması, bir programa sahip olunması gerektiği fikrindeyim. En azından nelerin yapılmaması konusunda kafaların berrak olması önemlidir. Bunun ana nedeni 20 yy sosyalizmlerinin bir türlü, artı ürüne bir avuç elitin el koymasının önüne geçemeyişi, çözülüp dağılması, bir diğerininse kapitalist anlayışı kendine gelişim yöntemi olarak benimsemesidir. Ayrıca nasıl bir yaşam örgüsü istendiğinin açıkça anlatılması, muhalif kesimler arasındaki rekabetin önüne geçebilmenin biricik anahtarıdır. Bu iki sürecin hem iç içe hem de birbirlerinden farklı dönemler olduğunu da söylemek gerekli.
Bu ayrımın yapılmaması, salt hareketli, mücadele eden güç arama endeksli bir bakışla hareket etmeye yol açar, açıyor. Nitekim ülke geleneksel solunun ağırlıklı kesiminin bugün düştüğü durum budur, kanımca. Dayanacak gücün, proletaryanın bir türlü istenildiği gibi hareketlenmeyişi, ülkenin diğer bir muhalif kesimi olan Ulusal hak mücadelesinin peşine takılmayı getirmiştir, birçoğunu.
Yine, Egemen kesimlerin muhaliflere dönük çok sık söyleye geldikleri şu sözler; Onlar konuşur, muhalefet eder, biz yaparızdır. Bu klişe sözleri özellikle seçim zamanları çok daha sık duyarız. Geniş kitlelere seslenebilmenin yolunun yaşamın bizim önerdiğimiz yolla da mümkün olabileceğini, daha yaşanır bir ortamın kurulabileceğini anlatmaktan geçtiği unutulmamalıdır.
Egemenlerin sık kullandığı, bu sözün altında yatan, toplumun kurucu inisiyatifinin kendilerinden kaynaklandığı yargısı ve güvenidir. Bilinen tarihin büyük çoğunluğunda, ki bu dönemin yerleşik ve devlet örgütlenmesine sahip toplumlar olduğu hatırdan çıkarılmamalı, yaşayabilen bütün toplumsal dokuların kurucu unsurları arasında sivrilip ön alanlar bu kesimler olmuşlar.
Eski toplumsal dokuların yıkılmasının ardından, yeni sürecin başlarında kaba hatları ile var olan, biz burada şöyle bir yaşam kuracağız sorusunu farklı bir şekilde cevaplayan, ama düzenin kuruluşu hedefinde anlaşmış olan kesimlerin varlığının yan yana sürece etki ettikleri örneklerin varlığı da biliniyor.
Bunların dışında tarihte, bu kuruluş perspektifleri ile temelden çatışan, eşit bir paylaşımın niçin olmadığını soran farklı kesimlerde var. Bağımsız bir kuruluş perspektifi taşıyanlara egemenlerin hiçbir zaman müsamahakâr davranmadığı da biliniyor.
Egemenlerle aynı çuvala giren her muhalif hareketin sonunda kaybettiği örneklerle dolu tarih. Bu anlamda bağımsız bir çizgi tutturmak ve ısrar etmek de şart, bence.
Son söz yerine, düşünsel serüvenimizde, kendi topraklarımızın tabiri ile ‘Barika-ı hakikat müsademe-i efkârdan doğar’ fikrinden öteye gitmek zorunda olduğumuzu söylemeliyim. Bu fikri yapının öncelik alması, yeninin ortaya çıkışının esas temeli olan gözlemin, olguların tespitine dönük faaliyetin kenara itilmeye başlamasını getirir, getiriyor. Çözüm kitabi bilgilerin münazara tarzı tartışma ortamlarında dile getirilmesinde değil bence.
Olguların değerlendirilmesine geri dönmek zorundayız. Hatta bir adım daha atıp, gözlemcinin kendini tanrı veya daha üstün bir konuma yerleştirdiği uygulana gelen yöntemin değiştirilmesini, gözlemcinin de gözlediği sürecin ayrılmaz parçası olduğunu kabullenen bir bakışın benimsenmesini öneriyorum.
Kendini de sürecin hem yaşayanı hem de etki edeni olarak gören, gözlemi ve olguları takip etmeyi hiçbir zaman terk etmeyen, gerçeği kitaplarda değil, yaşamın içinde arayan insanların yapıcı gücüne güvenmek gerekir.
Saffet Bilen