Tarihi mirasımız çok karışık -M.Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

kimliğimizi ve zihin yapımızı belirleyen uzak geçmişimizle ilgili düşünceler

mtakad@anafikir.gen.tr

tarihi mirasımız çok karışık …

hatta karmakarışık…

boşa kürek çekmekten kurtulmanın tek yolu geçmişimizin hayatımızı nasıl etkilediğinin, hangi unsurları -nasıl- belirlediğinin farkında olmaktır.

kimliğimizi ve zihin yapımızı belirleyen uzak geçmişimizle ilgili düşünceler…

 

Yıllardır her şey elimizde kalıyor. Bu çok yanlı tetkik gerektirir. Hoş, kötü dönemlerde herkesin aklı karışır ama gelişmelerin arka planı üzerinde ayrıntısıyla durmak, daha iyi bir gelecek için göstereceğimiz çabalara yol gösterebilir. Tarih düşünmek için perspektif şarttır. Sayısız perspektif çizilebilir, çizilmelidir. İşte buyurun, bu sefer de buradan bakalım…

Uygarlığın doğduğuna (haklı gerekçelerle) inandığımız Verimli Hilal’in kuzey ucunda yaşıyoruz. Bunun bir anlamı olmalı. Tüm uygarlık tarihi, MÖ 3000’lerde uygarlığı başlatan büyük keşifleri yapan Sümerlerden günümüze aşağı yukarı beş bin küsur yıldan ibaret. Bu –afaki tarihlemenin- tam ortasında, yani MÖ 700 ile MÖ 300 yılları arasında Asurbanipal, Nabukadnezar, Kirüs, Darius ve İskender vardır. Ayrıca Sokrat, Plato ve Aristo da bu dönemdedir. Hepsi kalıcı izler bırakmıştır. Gene bu tarihlerde özgürlüğünü yitiren Mısır 2.500 yıl yabancı egemenliğinde kaldı ki, uygarlığın ikinci yarısındaki en sürekli durum (ki bu dünya tarihi açısından o kadar da önemsiz değildir) belki de buydu. Ama gene de söz konusu dört yüzyıllık –şimdiye göre- bu orta dönemin en önemli mirasının Yunan uygarlığının tarih, felsefe matematik ve tragedyaları olduğu söylenebilir. Bunlar insanlığın kendisine ve doğaya bakışını köklü biçimde değiştirmiştir. Her toplum bundan farklı zamanlarda (doğrudan veya dolaylı olarak) farklı şekillerde etkilenmiştir. Bizim hangi dolaylı yollarla ve nasıl etkilendiğimiz de son derece merak uyandıran ve ilginç olduğu kadar da önemli konu başlıkları oluşturur.

Kimler geldi, kimler geçti. Hiçbir uygarlık kalıcı olmadı ama hepsinin izlerini taşıyoruz. Bütün izlerin peşinde koşmak için ömürler yetmez. Önemli bazı şeyleri seçmeye çalışacağız.

birinci milenyumdaki imparatorlukların hoşgörüsü ile hoşgörüsüz istilacılardan söz etmek belki de kısa bir yazı için bir başlangıç noktası olabilir. Tabiatıyla o dönemdeki hoşgörü çok nispiydi ve her halükarda yükselen gücün imparatorluğunu kurmasından sonra başlardı. Yendiğiniz halkı toptan katlederseniz hoşgörüsüz, erkeklerini kesip kadın ve çocukları köle yaparsanız hoşgörülü sayılabilirdiniz. Ama bu dönemde genel bir hoşgörü artışı görülür. Bu belki imparatorlukların ancak bu mantıkla ayakta kalabileceği gerçeğinden, belki idari mekanizmaların gelişmesinden, belki biraz da o dönemin inanç sistemlerinden kaynaklanıyordu.

Asur imparatorluğu ordularının sertliği ve yakıp yıkmasıyla tanınır. Ne var ki yakın Doğu’da düzenli bir yönetim kurmuşlar, Asurbanipal Nineva’da Mezopotamya kültürünün eserlerini topladığı büyük bir kütüphane oluşturmuştu. O olmasa bu kültürlerden geriye daha az şey kalacaktı. Ondan yaklaşık elli yıl sonra gelen Babil kralı Nabukadnezar ise Mezopotamya geleneğinin son kralı oldu. Ve gene elli yıl sonra da bölge Pers Akamenid hakimiyeti geldi. Persler büyük bir imparatorluk kurup kültürleri kaynaştırma yoluna gittiler. Onların zamanında gelişme gösteren Zerdüşt inancının unsurları ileride, tıpkı Yunan felsefesinin (Paulus vasıtasıyla) kimi unsurları gibi İncil’e geçecekti. Sonra Yunan uygarlığı Pers imparatorluğu ile çatışmaya girdi ve kendi iç savaşlarıyla zayıfladıktan sonra ancak Makedonyalı İskender sayesinde tekrar toparlandı.

Makedonyalı İskender Persleri yenip onların düzenini tasfiye ettikten sonra yerine kendi imparatorluğunu kurdu. Ama bunu yaparken o da dinleri ve halkları kaynaştırma yolunda büyük gayret gösterdi ve bunu kendi adamlarının bütün muhalefetine rağmen yapmaya çalıştı. Ne var ki imparatorluğunun ömrü kendi kısa hayatını aşamadı.

Tüm bunlardan niçin söz ettik.

Öncelikle, -sınırlı da olsa- hoşgörü ve uzlaşma ortamı yaratılması için çabaların ne kadar eski olduğunu ifade etmek istedik. Bunun için kullanılan yöntemler de ilginçtir. Örneğin İskender Mısır’ı fethedince bu ülkenin tanrılarının Yunan tanrıları ile aslında aynı olduğunu söylemiş, daha doğuya gidince de adamlarının farklı ırklardan kadınlarla evlenerek kaynaşmalarını teşvik etmiş (bir keresinde 9.000 adamını yabancılarla evlendirdiği dev bir tören yapmıştı) ve kendisi de bu yönde örnek olmuştu. Ayrıca Pers bürokrasisini ve askerlerini de kendi sistemine entegre etmeye çalıştı. Kısa ömrü projesinin devamını engelledi ama gene de geriye önemli bir miras bıraktı, örneğin kurduğu 20’den fazla kentten biri olan İskenderiye tarih boyunca kozmopolitliğini sürdürdü.

İskender Helenistik kültürün Afganistan’a kadar yayılmasına neden oldu ama bir süre sonra bunun yerine Roma düzeni geçti. Yunan + Roma + Judea-Hıristiyan gelenekleri batı kültürünün temellerini oluşturdu. Biz bir zamanlar bu kültürün hakim olduğu toprakların doğudaki kısmında yaşıyoruz.

Dinlerin uzlaşma ve hoşgörü konusundaki tutumları ise ilginçtir. Çoktanrılı dönemde bu alanda büyük bir hoşgörü vardı. Her kentte birden fazla tapınak olabilmekte ama bunlardan birisi kentin koruyucu tanrısı veya tanrıçası olarak özel önem taşımaktaydı. Bu arada herkes istediği tanrıya inanmakta serbestti ama kentin benimsediği tanrıya tüm diğerlerinden biraz daha özel bir saygı beklenirdi. Tek tanrılı dinler, yani ilk başta Tevrat ortaya çıkınca, diğer tanrılara karşı hoşgörü de ortadan kalktı. Madem ki tek tanrı vardı, o zaman diğerlerinin hepsi batıl inanç haline düşüyordu. Diğer tektanrılı dinler de bu tutumu devam ettirdiler. Antik dönemin muhteşem tapınaklarının bir çoğu Hıristiyanlar tarafından yıkıldı. Böylece hoşgörüsüzlük insan topluluklarının içerisinde daha derinden yerleşmiş oldu. Bu miras günümüzdeki şiddetin kaynaklarından birisidir. Ama sadece birisidir. Hoşgörü sonuçta daima nispi bir şey olmuş, ve şiddet hiçbir zaman sahneden çekilmemiştir. Yahudi tanrısı Yahweh de, işte MÖ birinci milenyumun tam da belli olmayan bir döneminde başka tanrılara tapanları “cezalandırmaya,” onların üzerine çekirgeler, veba salgınları ve çeşitli afetler yağdırmaya başladı. Eski Ahit’te bunları okumak gerekir, çünkü Yahweh’in “halkı” günümüzde dünyayı yöneten güç üzerinde etki sahibidir.

Din alimlerimiz arasında kaç tanesinin eski dinler üzerinde uzmanlık sahibi olduğunu bilmiyorum. Ama Kuran’ı anlamak için mutlaka Eski Ahit’i çok iyi bilmek gerekir. Esasen Musa da Kuran’da en fazla adı geçen kişidir. Eski Ahit’in aynı zamanda büyük bir tarih kitabı olduğundan söz etmiştim. Bu kadar etkili bir kitabı okumadan yapılacak tarih de, din kültürü çalışması da eksik kalır. Keza İslam’ın ilk dönem politikaları da bilinmelidir.

Bu noktada söyleyebileceğimiz şey, bu topraklarda hem hoşgörü hem de hoşgörüsüzlüğün tarihi miraslarına örnek bulunabilir. Ne var ki hoşgörüsüzlük sadece bu coğrafyaya miras değildir. Yani kolaycılığa kaçmamak gerekir.  Şiddet ve hoşgörüsüzlük ne yazık ki evrenseldir. Dünyadan kopuk olan Güney Amerika yerlileri arasında da şiddet kol gezer, nüfus fazlası (gıda üretimine göre) tanrılara kurban bahanesiyle katledilirdi. Bizim coğrafyamızda en fazla görülen olay göç yolları üzerinde olması nedeniyle her istilacının kendisinden önce gelenleri kovalaması ya da boyunduruğu altına almasıdır. Muhtemelen Anadolu bu açıdan çok özel bir yere sahiptir.

Her gelenin bir önceki kültürün izlerini silmesi -demesek de- en azından zayıflatması Anadolu’nun bu gününde hiç kuşkusuz etkili olmuştur. Son silme Anadolu’da Hıristiyanlığın tasfiye edildiği 20. yüzyıl başlarında meydana gelmiştir. Aynı dönemde Balkanlarda da Türk-Müslüman izlerinin silinmesine girişilmiştir. Bu korkunç girişimler halklar için büyük acılara neden olmalarının yanı sıra geride kalan nispeten homojenleşmiş toplumları da maddi-manevi her açıdan fakirleştirmiştir.

Hoşgörüsüzlüğümüzün ve idaresizliğimizin cezalarını çekiyoruz ve çekmeye de devam edeceğiz.

Diğer yandan, milliyetçilik ideolojisinin son derece yaygınlaştığı 19. ve 20. yüzyıllarda hoşgörüyü hayata geçirmek olası değildi. Bir toplum diğerine karşı tasfiyeye giriştiği zaman, sonuçları engellenemezdi. Örneğin, Yunanlılar Anadolu’da eski Helen imparatorluğunu kurmaya girişmeselerdi, Anadolu’daki Hıristiyan varlığı tasfiye olmazdı. Balkanlardaki tasfiyeyi yaşayan Türklerin ellerinde kalan son topraklarda tasfiyeyi kabul edeceklerini sanmak yanılgısına düştüler.

Şayet Türkler ve Yunanlılar aynı dini paylaşıyor olsalardı muhtemelen Keltlerin, Normanların ve Frankların Fransız ulusunu oluşturduğu ya da Angıllar, Normanlar, Saksonlar ve Keltlerin İngiliz ulusunu oluşturdukları gibi yeni bir ulus oluşturabilirlerdi. Bu bence çok iyi olurdu. (Bakınız, Ege’nin iki yanındaki köyler birbirlerine ne kadar benzer). Ne var ki din farklılıkları bu iki toplumu su ve zeytinyağı gibi ayrı tuttu. Tabiatıyla Ermeniler ve Kürtler gibi başka halklar da bu birlik içerisinde eriyebilirdi. Hepsi spekülasyon…. Halklar arasında birlik şimdi her zamankinden daha zor. Biz elimizde kalanın nereye sürüklendiğine bakalım.

Helenistik dönemdeki Pers istilası İskender tarafından püskürtüldü ama Anadolu Roma döneminde de Perslerle mücadelelere sahne oldu. Roma yıkıldıktan sonra Bizanslılar bu mücadeleleri devraldıkları gibi araya Araplar da karıştı. Nihayet Türkler Anadolu’ya geldiler. Bu dönemde Saksonlar daha İngiltere’ye yeni çıkmışlardı. Adadaki Norman istilası ise Alparslan ile aynı döneme denk gelir. Bizans toprakalarına ilk gelen Türkler’in büyük bölümü 8. yy’dan sonra Bizans’da memur, özellikle de asker oldular. Bunlar Selçuklulardan çok öncedir.

Hitit ve Frigya izleri bile dururken Helen, Latin, Ermeni, Pers ve Arap izlerinin çok daha yoğun olduğu açıkça görülür. Bazı istisnalar dışında her ulus endojen halklar ile göç dalgalarının karışımlarından oluşur. Çoğunun ulus haline gelmesi büyük acılara mal olmuştur ama Türkiye’de bu süreç çok daha karmaşıktır. Anadolu’da kurulmuş 43 + medeniyet ve sayısız etnik göç eşi görülmedik bir karmaşa bırakmıştır. Etnik anlamda homojen bir ulus olup olmamak değildir burada söz konusu olan. Konu, yurttaşlık bilincine sahip, hukuka ve birbirlerine saygılı bireylerin azınlıkta kaldığı, çok sorunlu bir toplum yapısının ortaya çıkmış olmasıdır.

Aidiyet sorununun burada önemli olduğu düşünülebilir. Anadolu halkının kimlik sorunları yerini cumhuriyet yurttaşlığına bırakmaya başlamışken tekrar kaşınmış, etnik ve mezhep temelli yaklaşımlar öne çıkarılmıştır. Bu gericiliğin dik alasıdır. İleri bir toplum hemşerilerle, mezhep cemaatleriyle ve etnik gruplarla değil ancak yurttaşlarla kurulur. Ne var ki dünya tarihinde eşi görülmeyen nüfus artışı ve dış etkiler köylü kitlelerin yeterli eğitim almadan oy deposu haline gelmelerine yol açmıştır. Bu durum politikacılar için satın alınması gereken oyların sayısında büyük bir artışa neden olmuş, onlar da bu oyların bedelini (kimi ucuz, kimi pahalı) tabii ki kendi ceplerinden değil, ülkeyi yağmalattırarak ödemişlerdir. O halde bu yoksul kitlelerin köklerine bakmak üzere geri dönmeliyiz.

Türkler Anadolu’yu Bizanslılardan aldılar. Bizans Batı Roma’nın merkeziyetçi geleneğini sürdüren Doğu Roma’nın Zaman içerisinde (bu coğrafyadaki hakim nüfus dolayısıyla) Helenleşmiş haliydi. Osmanlı devleti de Türkleşmiş hali oldu ve ikinci kopya olmasına rağmen uzun yaşayan ilk Türk devleti olmasını burada var olan sisteme borçludur. Bu sistem olmasaydı sürekli olarak birbirleriyle didişen Türklerin böyle bir devleti tek başlarına sürdürme şansı olamazdı.

Roma-Bizans mirası bir yandan devletin her temel soruna müdahale ettiği bir geleneği sürdürürken, diğer yandan da ordu ve bürokraside etkili olan kapıkulları ve Hıristiyanlar ile Türkler arasında hiç bitmeyen yeni bir dizi kavga yarattı. Mezhep ayrılıkları buna daha da farklı renkler verdi. Osmanoğullarını başta kabul etmemiş olan çoğu Türkler, iki yüzyıl onlarla didişip teslim olduktan sonra, şimdi de kapıkulu bürokrasisi ile boğuşacak, sonuçsuz isyanlar Anadolu’yu kasıp kavuracaktı.

Çok özetle devam edersek, Anadolu tarihindeki her yeni aşama (istila-savaş-isyan-tehcir) toprakların ve servetin yeniden dağılımıyla birlikte gelmiştir. Cumhuriyet de bunlardan farklı değildir. Anadolu’da Hıristiyanlığın tasfiyesi ile büyük bir servet değişimi olmuş, bunu izleyen nüfus patlaması yöneticileri yağmaya göz yumarak sosyal muhalefeti söndürmeye sevk etmiştir. Ormanlar, meralar, kent toprakları, kamu kurumları, belediyeler, sulak alanlar, şimdi de akarsuların kendisi, kıyılar, su havzaları ve akla gelen gelmeyen her şey yağmaya açılmıştır. Öyle ki iktidar olmanın koşulu yağmayı örgütleme becerisine bağlı hale gelmiştir. Mevcut iktidar da sandık başarısını buna borçludur. Sadece İstanbul’un rantından sağladığı para ve oy akıllara durgunluk verir. Kısacası çapul Anadolu’nun en eski geleneklerinden birisidir ve şimdi de gerici politikaları beslemektedir. Ama başka partiler için geçmişte durumun farklı olduğunu veya görünür gelecekte de olacağını sanmayın. Mirasımızın bir parçası budur.

Çapul mirası yönetim geleneklerimizi dejenere etmiştir. Tepeden yağmayı örgütleyen devlet modeli, yerel yönetimler için de örnek olmuştur. Esasen yerel yönetimler yerel inisiyatiflerle değil, tepeden kurdurulmuştur. Belediyecilik tarihimiz yoktur (Ancak Osmanlının son yıllarında, o da yabancıların yoğun olduğu birkaç büyük yerleşimde başlamıştır) . Onu bırakın, dernekçilik bile çoğu zaman devlet vesayetinde gelişmiştir.

Devlet vesayeti geleneği başlı başına bir sorundur. Bu durum insanların kamu işlerine katılmalarını engellemiş, böyle bir alışkanlık edinmeleri imkansız olmuştur. Toplum ancak devlet otoritesinin çöktüğü dönemlerde bunu kısa süreler için yaşamıştır. Örneğin Moğol istilalarını izleyen otoritesiz dönemde ahi teşkilatlarının kentleri yönetmesi ya da Osmanlı devleti çökünce oluşan kısa süreli yerel kongre iktidarları gibi.

Sorunun bir yanı da, devlet vesayetine bağlı olarak, yağma yapan çok geniş tabanı frenleyecek ara mekanizmaların olmamasıdır. Yağmayı en iyi örgütleyenin iktidar partisi olup, yağmadan aslan payını aldığı bir sistemde, çareler tükenmektedir. Demokrasi de (kültürü ve içeriğinden bağımsız olarak) bu hastalığın çaresi değildir çünkü bizim gibi ülkelerde en büyük etkisi yağma tabanını genişletmesidir.

 

hatta karmakarışık…

Anadolu niçin tarihinde ilk kez dinle bu kadar haşır neşir bir görüntüye giriyor? Bu tabandan mı geliyor?

Kurduğumuz her devlet hızla yıkılırken Osmanlı niçin uzun süre can çekişti?

Niçin kurallı yaşayamıyoruz, niçin bir inip bir çıkıyoruz?

Bir türlü atamadığımız ilkellik niçin sıkça hortluyor?

Kaliteli insanlarımızı niçin sürekli harcıyoruz? Her ülkenin el üstünde tuttuğu seçkinleri niçin dışlıyoruz?

Niçin dünyada en fazla isimsiz ve asılsız ihbarı Türkler yapıyor?

Niçin bütün yerleşimlerimiz çirkinlik dolu?

Niçin adaletsizliğe aldırmıyoruz?

Niçin her güzelliği yok ediyoruz?

Niçin dünyada en az okuyan toplum biziz?

Ve daha binlerce sorunun yanıtını arayıp duruyoruz.

Kimisi göçerlik alışkanlıkları diyor. Bizimle aynı dönemde göçerlikten çıkan toplumlar bizden çok daha düzgün, çevresiyle uyumlu yaşıyor. Bir dönem tam kurtulduk, kurtuluyoruz derken tekrar paçamıza yapışan ilkellik bizi dipsiz bir batağa çekiyor? Kim bunlar? Nasıl oluştular, nereden geldiler? Nasıl sürekli ürüyorlar? Biz kimiz. Biz “Biz”in içinden çıkıp da mı farklılaştık? Anadolu ve Türkler birbirlerini nasıl farklılaştırdı?

Her uygarlık diğerlerinden etkilenmiştir ama –mevcut bilgilerimiz ışığında- insanlığın kısa tarihi içerisinde üç tanesi öne çıkar. Bunlardan birincisi insanların uygarlığa adım atmasında en büyük payı olan  Sümerlerdir. İkincisi eski Ege ve Yunan uygarlıkları, üçüncüsü de Rönesans ve Aydınlanmayı sağlayan batı uygarlıklarıdır. Her üçünün de belirleyici farkı insan düşüncesinde yarattıkları devrimci değişimlerdir.

Bu arada insanlık tarihiyle ilgili bulgularımızın hala çok sınırlı olduğunu daima hatırda tutmalıyız. Bazen tek bir önemli bulgu bile tüm bilgilerimizi yıkıma uğratmaktadır. Örneğin son yıllarda Urfa’nın doğusunda yer alan Göbekli tepe tapınakları –ki sadece yüzde beşi gün yüzüne çıkarılmıştır- tam on iki bin yıl önce yapılmış ve bin yıl sonra bilinmeyen bir nedenle bilinçli olarak gömülmüştür. Buz çağının hemen sonlarına rastlayan bu dönemde üzerinde hayvan figürleri olan altı metrelik “T” sütunları kim, niçin yaptı, nasıl yaptı, niçin gömdü. Henüz bilinmiyor, ama benzer yapılarla ilgili tarih birdenbire yedi bin yıl geri gitti. Üstelik o dönemde hiçbir metal gereç yoktu. Kaldı ki kazı alanlarında tek bir alete dahi rastlanmadı. Göbekli tepe konulu internet sitelerine bakmanızı öneririm. Çok iyi özetler var.

Mezopotamya kültürleri ile Helenistik ve Judea-Cretien toplumların çakıştığı topraklarda yaşamak hayatlarımızı nasıl belirliyor?

İlk bakışta ortada büyük bir kopuş var. Anadolu eski kültürlerin izlerini (taşa kazınmış kalıntılar hariç) silmiş gibi görünüyor. Ama biraz daha derin bakınca dilde binlerce eski kelimeyi, yün örgülerde Frigya kaya mezarlarındaki desenleri, düğünlerde Hititlerin davul-zurnasını (kulaklara şenlik ya da eziyet), bayrağımızda  eski ay-yıldızlı simgeyi görüyoruz. Bunlar ilk akla gelenler. Kim bilir daha neler bulabiliriz. (Eski tanrılar Hıristiyan azizleri olmuştu, şimdi de evliyalar ve babalar olarak ortaya çıkıyorlar.)

Öte yandan kopuş da güçlü görünüyor. Düşünün, Helenistik çağda bu topraklarda her hafta temsil verilen, tragedyaların ve satirik eserlerin sahnelendiği yüzlerce tiyatro varken şimdi bırakın diğerlerini, Ege ve Akdeniz kıyılarında bile hayatında tiyatroya gitmemiş, hatta tek bir kitap okumamış sayısız milyonlar yaşıyor. Bu sadece bir kopuş değil, aynı zamanda bir kültürsüzleşmedir; nedenleri ve sonuçları üzerinde etraflıca düşünülmesi gerekir. Sonuçta buralarda yaşayanların büyük kısmı Türklerle karışmış olan eski yerlilerin genlerini taşıyor.

Anadolu’nun Malazgirt’ten sonra hızla Türkleşmesi şaşırtıcı görünür ama Türkler zaten uzun süredir bu topraklara yerleşmişler, bir kısmı Bizans kültürünü kabul etmiş, bir kısmı da onlarla mücadele içerisinde batıya ilerlemişti. Aksi halde Malazgirt’ten 20 yıl sonra İznik’i alamazlardı. İlk haçlı seferinde İznik’i terk etmek zorunda kaldılar ama göç dalgaları sonunda kalıcı olarak döndüler.

Hıristiyanlık Anadolu’dan silindi ama İstanbul’da hala 60’dan fazla cemaate ait farklı kilise var – cemaatleri çok azalmış olsa da. Gerçi artan hoşgörüsüzlük ortamında bunun ne önemi kaldı, bilemiyorum. Acaba, hoşgörüsüzlüğün sınırı ne olacak?

Şayet 1950’den sonra sağlıklı bir kentleşme gerçekleşebilseydi köylülerin önemli bir kısmı, rant ve yağma peşinde koşan kişiler yerine hukuka daha saygılı birer yurttaş olabilirlerdi. Bunun vebali kent arazilerini yağmaya açarak kolay çözümü tercih eden  politikacı ve yöneticilerindir. Ama demografik sel altında ezildiklerini de göz ardı edemeyiz. Bu durum eğitimsiz (köylü) kitlelerin yurttaşlık yükümlülüklerini ve kurallara göre yaşama zihniyetini reddetmelerini kolaylaştırmıştır. Bunu kabule zorlanmaları gerekirdi. Kolayı seçtiler ve felaketimizi hazırladılar.

Ulus olunması etnik değil kültürel bir olaydır ve bir kültürün kabul edilmesi  ön koşul olarak yeterlidir. Aksi halde uluslar oluşmazdı.

Ne var ki, uluslaşma süreci hiç değilse belli süreler için dirlik ve düzen gerektirir. Anadolu’nun coğrafyası, istilalar ve etnik-dini karmaşa ile devlet düzeninin bozukluğu hiçbir zaman uzun süreli bir dirlik yaşatmamıştır. Helen kolonileşmesi, Pers istilası, İskender, pax Romana, Hıristiyanlaşma, Bizans iç savaşları, Arap ve Haçlı istilaları, Türklerin gelişi, Moğol istilası, beylikler dönemi ve birlik savaşları, ikinci Moğol istilası, fetret devri, mezhep savaşları, büyük kaçgun, Celali isyanları, Osmanlıların uzun çöküş süreci ve Kurtuluş savaşlarını yaşamış olan Anadolu, şimdi de nüfus patlamasıyla eş zamanlı yeni sosyal-politik felaketlerle sarsılmaktadır. Anadolu ve Trakya’da yaşanan korkunç yağma da buna tuz biber ekmektedir. Yağmanın yaşanan felaketlerle yakın alakası vardır. Yağmanın sürdürülme koşullarının sağlanması, Türkiye’nin mevcut politik yapısında dış etkilerle birlikte en belirleyici faktördür. (Kaldı ki bu sütunda değindiğimiz tarihi olayların hepsi de kendi yağmalarıyla birlikte gelişmiş, çapul  geleneği Anadolu insanının adeta genlerine işlemiştir).

Romalıların Helenlerden aldığı Roma hamamını olduğu gibi -tüm sistemiyle bire bir- alıp Türk hamamı yaptık. Baklava ve musakkayı da Yunanlılara kaptırmamak için sıkı tepki veriyoruz. İyi de, Anadolu mirası olan antik Helen tiyatrosunu ve bunun düşünsel sonuçlarını niçin bu kadar ateşli bir şekilde savunmuyoruz, Ya da örneğin eleştirel düşünce konusunda sağcısıyla solcusuyla yerlerde sürünüyoruz. Bazı şeyleri tabu olarak görüyoruz ve laf söyletmiyoruz. Bilimin ve terakkinin temeli olan kuşkuyu cinayet olarak algılıyoruz. Bu kafayla da sağcısıyla ve özellikle de solcusuyla bir duvardan ötekine toslayıp duruyoruz. Anadolu düşüncesi putperestlik aşamasında takılıp kalmış, felsefi-dini-politik hiçbir konuda yorum getirecek bir düşünsel sıçrama yapamamıştır. Sorun yaratıp onu deşmek yerine sorunları görmezden gelmeye veya üstünü örtmeye koşullanmıştır. Batıda dünyalar yıkılır ve yeniden inşa edilirken medreseler yüzyıllar boyunca havanda su dövmeye devam etmiştir. Batıya yetişmek için sonradan düzinelerle üniversite kuruldu ama dünya bilimindeki yerimiz ekonomideki yerimizin otuz sıra gerisinde.  Gelenek paçamıza yapışıp geriye çekiyor.

 

Kontra punctus:

Sayın yazar, maşallah meydanı boş bulup uçmuşsunuz. İnsan bağlantıları kurarken daima çok titiz olmalı diyen siz değil misiniz? Burada söyledikleriniz araştırma değil spekülasyon…

Evet, bu kez hiç olmadığı kadar serbest uçuş yaptığım doğrudur. Ne var ki bunlar öyle araştırılarak kesin sonuca varılacak, itiraz edilemeyecek bilimsel kanıtların toplanabileceği konular değildir. Daha çok sezgiye dayanan düşünce parçalarıdır.

Bir sürü şeyi torbaya doldurup çalkalamışsınız gibi duruyor. Bütünlüğü var mı?

Umarım vardır. Amacımız sonuç bulmaktan çok düşünmeyi teşvik etmek.

Verimli Hilal’in ucunda olmanın anlamı olmalı diyorsunuz. Nedir yani bu?

Mezopotamya ve yakın çevresi eski dinlerin çoğunun ve tek tanrılı dinlerin hepsinin kaynağıdır. İnançların ve inanç ayrılıkların en yoğun yaşandığı yerlerden birisi olmaya devam etmektedir. İslam dünyası ile Yahudi ve Hıristiyanlığın, öte yandan İslam dünyası içinde de Şii ve Sünni çatışmalarının en yoğun hattı üzerindedir. Eskiden dünyanın en verimli bölgesiydi, şimdi de fosil enerjilerinin yoğunlaştığı yer olunca dış güçler tarih  boyunca bölgeye müdahale etmiştir. Sürekli gerilimler ve eski gelenekler insanları yabancı güçlere hazır malzeme haline getirmektedir. Dünyanın hiçbir başka yerinde bu kadar yoğun bir akılsızlık ve ihanet bulamazsınız, çünkü bölge insanları sorunlar karşısında antik inançlarına ve alt kimliklerine sarılma yoluna gitmişler, aralarında uzlaşmak yerine yabancıların hizmetine girerek komşularına karşı avantaj elde etme yoluna sapmışlardır. Alt kimlik ne kadar yoğun yaşanırsa, o insanlar evrensel kültürden o kadar uzak ve politikaları da o kadar ilkel ve şiddet doludur. Tarih boyunca tüm katliamlar (kıtlık kaynaklı birkaç olay hariç) kimlik farklılıklarından kaynaklanmıştır.

Başka önemli bağlantılar kurulabilir mi?

Evet. İnsanlar sayısız istila dalgaları altında kaldıkça, bunu atlatmak için riyakarlığı bir huy haline getirmiş olabilirler. Açıkça karşı çıkmamak, (bazen eşkiyaya) boyun eğmiş görünerek alttan altta kendi çıkarını kollamak bir hayatta kalma stratejisi olarak Anadolu topraklarında yaygınlaşmış gibi görünüyor. Alt kimliklerini gizlemek, rafizi mezhepler içerisinde yer alarak aynı dinden görünüp uygulamaları değiştirmek, daha kötüsü, güçlüden yana tavır alarak fırtınaları atlatmak ne yazık ki bu topraklarda kökleşen ikiyüzlü davranış biçimleridir. Örneğin Osmanlı’ya biat etmiş görünen Türkler Timur gelince onun tarafına koşmuştur, tıpkı Kürtlerin geçmişte İngiltere’yi bugün de Amerika’yı görünce kendilerini ortaya atmaları gibi. Sayısız Anadolu isyanı ise amaçsız bir şekilde sönüp giderken geride sadece viraneler bırakmıştır.

Güçlünün yanında yer alınması illa da kınanacak bir davranış şekli midir?

Şayet güçten korktuğu için veya sırtını dayamak amacıyla böyle yapıyorsa bu çirkin bir davranıştır. Bu, daha güçlü bir başkası çıkarsa, bu kez ona biat edeceği anlamına gelir. Böyle insanlara güvenilmez. Fes giyeceksin denilince fes giymişler, şapka denilince onu giymişlerdir. Solcuların büyük bölümü yeni uluslararası sistemi kabul etmiş ve batının korosuna katılarak bağımsızlık diyenlere saldırmaya başlamıştır.

Devlet vesayetinin büyüklüğü ve tarihi geçmişi o kadar önemli mi?

Evet, son derece önemli. Hatta kimi zaman sınıf mücadelesini bile geri plana atacak kadar önemli olabilir. Sınıflar mücadelesi her zaman ve her ortamda belirleyici olmaz. Her şey koşullara bağlıdır. Devlet mekanizması (bu ilişki her ne kadar uzun vadede mutlaka kurulursa da) her durumda hakim sınıf çıkarlarının bire bir temsilcisi ve basit bir aracı değildir. Bürokrasi herhangi bir kısa vadede bazen sınıfların üzerinde, bağımsız bir güç olarak öne çıkabilir ve kendisi bir sınıf gibi, tabii kendi çıkarlarını da hiyerarşi içerisinde gözeterek hareket edebilir.

Devlet bir yandan sınıf egemenliğinin aracıdır ama bunu sürekli kılabilmek için sınıflar ve kesimler arasındaki ilişkileri belli çerçeveler içerisinde düzenler. Bazı toplumlarda yerel örgütlenme geleneği güçlüdür ve bu durum devlet ile sınıflar arasındaki ilişkilerde belli bir tampon görevi görebilir (her ne kadar garantisi yoksa da). Devletin tarihi olarak daha hakim olduğu toplumlarda ise sosyal dengelerin devlet yönetimine yansıması farklı özellikler gösterir. En kısa haliyle çoğulculuk ve katılımcılık daha zor sağlanır, dolayısıyla uzlaşma geleneği daha zayıf olabilir. Ama bunları mutlaklaştırmamalı. Bazen uzlaşma geleneği olan toplumlarda en kanlı diktatörlükler ve iç savaşlar çıkabilmektedir. Her toplumu kendi özel koşulları içerisinde ele almak gerekir.

Çapul ve kamu yağması bütün ülkelerde servet ya da sermeye birikiminin kaynağı değil midir?

Tabii ki öyledir, ama bizim farkımız bunu sonsuza kadar sürdürmektir. Birçok ülke bir noktada yağmayı frenlemekte ve az-çok düzenli, çevreye ve doğaya saygılı bir hayata geçmektedir. Biz “sonuna kadar yağma” anlayışını benimsemiş gibiyiz. Uzun süredir dışarısını yağmalayacak halimiz kalmadığı için şimdi tüm yağma enerjimizi Anadolu ve Trakya’nın zavallı topraklarına yöneltmiş bulunuyoruz. Bu kuşkusuz biraz da dünyanın hiçbir tarihinde eşi görülmemiş olan demografik felaketimizle ilgilidir. Dünyanın neresinde nüfus yetmiş yılda yüzde 600 artmıştır. Yok böyle bir şey… yani bir tek bizde olmuş. Sosyal ve politik sonuçları ortada…

Demografi mi, gelenek mi? karar verin artık…

Açıkça ikisi birden. İkisi de birbirini besleyerek yağmayı sonuna kadar götürmüştür.

Yani daha iyi bir toplum için boşuna mı uğraşıyoruz?

Boşuna uğraşma diye bir şey olmaz. Her çalışmanın bir sonucu vardır. Ancak kısa sürede başarı hayal etmemeli. Birçok eğilim çalışmaya başlar, her birisi farklı oranlarda başarı kazanır. Büyük tarihi güçlerin hareketleri kolay engellenmez.

Mısır’ın yabancı egemenliği uygarlığın kronolojik olarak en sürekli olayı mıdır? Bunun bizim için önemi var mıdır?

Buna çok yakın bir süre de Yahudilerin yabancı işgallerine boyun eğmeleri ve sürgün vardır. Onlar da aynı süre boyunca, Roma egemenliğinden önce 80 yıl gibi çok kısa bir süre hariç,  ancak 20. yüzyılda bağımsız bir ülke kurabilmişlerdir. Mısır ile İsrail’in binlerce yıl sonra, bağımsız olur olmaz çatışmaları ilginçtir. … Bunların önemine gelince, sorulmasını esefle karşıladığımı ifade etmeliyim. O kadar ki, buradan çıkartılabilecek sayısız ehemmiyetli rabıtayı izaha çalışmaya bile teeddüp ederim.

 

Son söz var mı?

Olmaz mı. İstikrarsızlık ahlak bozar. Sürekli istikrarsızlık ahlakı yerle bir eder.

f r o n t a l  l o b

frontal lob’u faal tutmak için karalama defteri

Sayı 74

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir