Search
Close this search box.

Tehlikeye Karşı Ne Yapmalı?

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

TEHLİKEYE KARŞI NE YAPMALI?

“Nasuh Mitap’ın Gerçekleşemeyen Son Hamlesi”

                                                                                                                       Hakkı ZABCI

Aydınlanma’dan geçmeden Sosyalizme varılamaz tezinin başka bir ifadesi “demokratik devrimi gerçekleştirmeden sosyalist devrime ulaşılamaz” olmaktadır.

 

AKP ile birlikte Türkiye siyaset literatürüne yeni bir kavram girdi: “Salam dilimi”. Neydi bununla ifade edilmek istenen şey? AKP, başlangıçta telaffuz etmekten kaçındığı, arzuladığı düzene ulaşabilmek için en uygun zamanları seçti. Zamanlama ile oluşturduğu ortam arasındaki doğrusal orantıyı hassasiyetle korudu. Hedefine 1923 Cumhuriyeti’nin tasfiyesini koydu ve adına da özgürlük ve demokrasi dedi. Ortakları da bir bir ortaya çıktı. Önce, Kürt Hareketi, arkasından liberaller, daha sonra liberalleşen ve devrimcilikten evrimciliğe dönüşen solcular orkestraya dâhil oldular. Ancak, orkestra çubuğunu elinde bulunduran maestro ABD’den başkası değildi. Orkestranın hedefi 1923 Cumhuriyeti’ydi. Ve kendilerine göre bu, özgürlük ve demokrasi savaşıydı.

Önceleri yavaş yavaş dilimlendi salam. Cumhuriyet’in kurumları yıkılıp yenileri kuruldukça salamı dilimlemek hızlandı. Başörtüsüne özgürlük, arkasından eğitim, anayasa değişikliği (yetmez ama evetçiler‘in hüviyet kazandığı kırılma noktası), laiklik, ordu, yargı, cumhuriyet ile neoliberalizm arasındaki nispi dengenin neoliberalizm lehine bozulması, fiilen başkanlık sistemi… derken salam bitti. AKP’nin salam dilimlemeye gereksinimi kalmadı. ABD’nin Orta Doğu Politikasından dolayı AKP, Kürt Hareketi’yle bağlarını koparmadı, ama ittifak yaptığı diğerlerini, ihtiyacı kalmadığı için salladı. Gerçi, saf dışı ettiği grupların Kürt Hareketi’ne verdikleri destekten dolayı zımnen körelmiş bir ilişkinin varlığından yine de söz etmek mümkündü.

Evet! Dilimlenecek salam bitti. Böylece bu kavram da hayatımızdan çıktı. Çıktı da ne oldu? AKP telaffuz etmediği ya da edemediği hedefini net bir biçimde ilan etti: “Kutsal davamıza ulaşmak için restorasyona devam edeceğiz”. Artık fütursuzca yola devamdı bunun anlamı.

***

İşte, gerçek tehlike bu noktadan sonra başlıyordu. Bu nokta aynı zamanda ehven-i şerlerin de çözüm olmaktan çıktığı sürecin başlangıcıydı.

Bu tehlikeli dönemece gelinirken ülke siyasetinde tam bir riyakârlık, bir ikiyüzlülük hüküm sürüyordu. O kadarki, ABD’ye karşı gibi görünüp ABD’cilik yapan bir AKP, cumhuriyetten yana gibi görünüp nispi dengenin kırılmasında neoliberalizmin yanında yer alan CHP, sosyalistlerle bir görünüp bekasını neoliberalizmde arayan milliyetçiliği şiar edinen HDP ve liberalleşen, evrimcileşen sol. Bunlara ne demeli? Cumhuriyet’e karşı oldular, Cumhuriyet ile neoliberalizm arasındaki kavgada neoliberalizmin yanında yer aldılar ve şimdi AKP’ye karşı tavır alırken “gericiliğe ve faşizme karşı” birleşme çağrıları yapmaya başladılar. Ama en önemlisi gericiliğin ve faşizmin dayanağı olan emperyalizme karşı bir politikayı sloganlaştırmadılar. Gerçi gelinen bu noktayı dahi olumlu bir aşama olarak gören iyi insanlar da yok değildi.

Unutmayalım, neoliberalizm 1980’lerden beri Thatcher ve Reagan ile başlayan ve halen sürmekte olan emperyalizmin bir politikasıdır. Bağımlı ülkelerde faşizm emperyalizmden bağımsız düşünülebilir mi? AKP’nin ABD emperyalizminin bir ürünü olduğu unutulabilinir mi? Kim nerede, kime karşı ne iş yapar? Tam bir curcuna. İşte bu kaotik düzlem içinde tehlikeli bir sürece giriyorduk.

***

İçine girdiğimiz tehlikeli sürecin iki temel değişkeni vardı. Bunlardan birincisi, çiçeği burnunda Başbakanın deklare ettiği “kutsal dava için restorasyon”. Marksistler iyi bilirler, Karl Marks’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i’ni. Restorasyonun ileri düzeyden geri düzeye dönüş anlamını içeren bir karşı devrim olduğu burada etraflıca anlatılır. Bizim özelimizde geriye gidiş Cumhuriyet’ten Osmanlı’ya dönüştür. Açık çevirisi katıksız karşı-devrimdir. Aydınlanma’dan geçmeden Sosyalizme varılamaz tezinin başka bir ifadesi “demokratik devrimi gerçekleştirmeden sosyalist devrime ulaşılamaz” olmaktadır.

Kurtuluş Savaşı ile inşasına başlanan Cumhuriyet’in tasfiye edilerek yerine Osmanlı döneminin özelliklerini taşıyan şimdiki zamanın Büyük Ortadoğu Projesine göre dizayn edilmiş bir emperyalist politikanın tezahürü olarak görmekteyiz, biz, restorasyonu yani karşı devrimi.

Değişkenlerden ikincisi, Ortadoğu haritasının ABD emperyalizmi tarafından yeniden çizilmesi ve bunun gerçekleşmesi için Türkiye’nin üstlendiği görevlerdi, (verilen görevler demek belki daha doğru olabilirdi). Son Birleşmiş Milletler Toplantısı’nda müdahale ve işgale dayalı yeni ABD politikalarına destek anlamında AKP yönetimindeki Türkiye’nin ABD emrinde görev alarak güven tazelemesi, ayrıca, bu güveni NATO nezdinde de pekiştirmesi onu CIA’nin yumurtladığı El Kaide, El Nusra, IŞİD ve benzeri oluşumlarla akraba yapıyordu. Bu akrabalık bu tür örgütlerin istenildiği anda ülkenin, Vahabi kökenli radikal İslam potansiyeli olan birçok yerinde ortaya çıkabileceğinin habercisi oluyordu

Yukarıda sözünü ettiğim iki değişken mutlaka birlikte ele alınması gereken, birbirinden ayrılamaz bir bütünü oluşturmaktadır. Hatta şunu bile rahatlıkla söyleyebiliriz: Anti-emperyalist mücadele, bağımsızlık ve çoklu demokrasi mücadelesi bile artık Ortadoğu ile birlikte düşünülmesi gereken bir olgu haline gelmiştir.

***

AKP iktidarı, çoğunluğu aydın, demokrat, yurtsever ve sosyalistlerden oluşan, genellikle gelişmiş bölgelerde yaşayan orta sınıfı “Beyaz Türkler” diye adlandırıyor. Bunların yaşam biçimleri muhafazakâr kesimlere göre oldukça farklı. Giyimleri, kuşamları, alışkanlıkları, davranış biçimleri… kısacası kültürleri o kadar farklı ki diğerleriyle çatışmaya kadar götürebilecek düzeyde. Türkiye solunun toplumsallaşamamasının temelinde tek başına olmasa da yadsınamayacak ölçüde sözünü ettiğimiz kültürel farklılıklar yatmaktadır. Bu saptama hayati öneme sahiptir. Şöyle ki, AKP iktidarının fütursuzluğu ve “millet iradesi” olarak ifade ettiği gücü buradan gelmektedir. Beyaz Türkler diye adlandırdığı orta sınıf (ben yine de bunlara küçük burjuva aydınlar demeyi yeğlerim) ülke nüfusunun ancak %15’ini, bilemediniz %20’ini teşkil etmektedir. Orta sınıf, düzene karşı olmakla birlikte düzenden bağını koparamayacak bir ilişki içindedir. Konformistir. Kaybetmek istemediği şeyler mevcuttur. Birçoğunun eşi, çocukları, bazılarının da evi, arabası v.s… vardır. İstisnaları olmakla birlikte, işleyen düzen daha çok yaşam biçimine ters geldiği için ona karşıdır. Bunların birçoğunun karşı olduğu neoliberalizm değildir. Emperyalizm değildir. Kapitalizm değildir. Ama doğası gereği zorbalığa ve gericiliğe karşıdır. Yaşam biçimi olarak laiklikten yanadır.

Diğer yandan %80 içinde %50’den fazlası AKP’nin kontrolü altında çok yoksul bir çoğunluk vardır (Türkiye’de ATO’nun araştırmalarına göre 2014 yılında nüfusun %15.4’ü açlık sınırının altında, %74’ü ise yoksulluk sınırı altında yaşamaktadır) .

AKP, bu iki farklı topluluğu karşı karşıya getirip, az olana Beyaz Türkler, çok olana Zenci Türkler deyip, tarafının da Zenci Türklerden yana olduğunu belirterek “millet iradesi” nutukları atmaktadır. Gücü Zenci Türklerden gelir ve Beyaz Türkleri onlar nezdinde düşman ilan edecek kadar ileri gider.

Zenci Türkler yoksuldur. Resmi sosyal yardımlar, gayri resmi ayni ve nakdi yardımlarla “çürükçül kültür” (saprofit kültür) yaratılır. Böylelikle döküntüyle geçinen gönüllü bir köleler topluluğu İslam harcıyla inşa edilmiş olur. Bunlar AKP’nin potansiyel müfrezeleridir. AKP, kendi deyimiyle adlandırdığı Beyaz Türklere yönelik uyguladığı baskı, zulüm ve şiddeti Zenci Türkler nezdinde meşrulaştırarak yasal düzenlemelere zemin hazırlar ve adını da “milli irade” koyar.

Sonra, başlar algı yönetimi. Tayip Erdoğan Türk Robin Hood’udur. Zenginden alır fakire verir. Sarayda oturmak onun hakkıdır. Bu fısıltılar büyük kalabalığın içinde yer edinir, ortada ne yolsuzluk kalır ne de çatlak bir ses. Bir tek Amerikan aleyhtarlığı kırılamaz. Bununda yolu bulunur: Amerikan aleyhtarı gibi görünüp Amerikancılık yapmaktır bunun adı. AKP’nin yumuşak karnı burasıdır. Bizzat Amerikalı düşünce kuruluşlarının yaptığı anketler bu yöndedir. %82’lik bir ABD aleyhtarlığı söz konusudur Türkiye topraklarında.

***

Bütün bu gelişmeler karşısında sol ne yapıyor? 30 seneyi aşkın süredir mevcudu toparlamakla meşgul. Bu doğrultuda son girişimini ODTÜ Vişnelikte yaptı ve BHH’yi (Birleşik Haziran Hareketini) oluşturdu. Gruplar arası mutabakat bir türlü toplumsal mutabakatlara dönüşemedi.

%20’lik orta sınıf içinde varlık mücadelesidir bunun adı. Oysa, sosyalistlerin olması gereken yer yoksulların yanı değil mi? Oysa, onlar, AKP şemsiyesi altında “Allah hökümetimize zeval vermesin” desturuyla “padişahım çok yaşa!” demektedirler. Bu ayıp hepimizin…

Haziran 2015 seçimleri kapıda. Seçimde AKP istediği sonuca ulaşırlarsa Anayasa değişikliği, Başkanlık Sistemi, Kürtlere tanınacak yeni haklar, muhtemelen özerklik konularının gündeme gelmesi sırada. AKP tek başına Anayasayı değiştirecek gücü elde edemezse muhtemel ortaklarıyla (bunlar MHP de olabilir HDP de) bu değişikliklere yönelebilir.

Bu arada belirtmekte fayda var; Kürt meselesi salt Türkiye meselesi olmaktan çıkmış, Kürt Hareketi (PKK) uluslararası siyasetin muhatabı haline gelmiş ve ciddi bir Ortadoğu aktörü hüviyetini kazanmıştır. Bu nedenle Kürt sorununun çözümü AKP’nin boyunu aşmıştır. Başta ABD olmak üzere AB, İsrail ve diğer bölge devletlerinin sorunun çözümünde Türkiye’nin hareket tarzında belirleyici rol oynadılar ve oynamaya devam etmektedirler.

AKP seçimlerde başarısız olursa, iktidardan düşmeyi kastetmiyorum, istediği oy oranına ulaşamazsa ne olacak? Tarih, bizi, gücü zayıflayan iktidarların başta kalmak için, baskı ve şiddeti artırdığı yönünde bilgilendirmektedir. Bu baskılar güvenlik güçlerinin ötesinde Zenci Türklerden oluşan müfrezeler tarafından da gerçekleştirilirse kıyamet koptu demektir. Bunun adı iç savaştır. Bu müfrezeler karşımıza El Kaide olarak da çıkabilir, IŞİD olarak da. Bu noktada artık kurucu iradenin bir hükmü yoktur. Geçerli olacak olan artık devrimci iradedir. Bunlarla ancak devrimciler baş edebilir.

İster BHH’in içinde olsun ister dışında olsun devrimci iradeye sahip gençlerin AKP’nin güçlü olduğu varoşlara, yörelere girmeleri; oralarda kalıcı ilişkiler kurarak, bütün olumsuzluklara rağmen, onları “biz” den yapmak gibi bir düşünce taşımadan, kentlerdeki ilerici hareketlere karşı duruşlarını engellemeye yönelik çalışmalar yapmaları ve bu yönde onları ikna etmeleri her halükarda başarılması gereken devrimci bir görev olarak algılanmalıdır. AKP’nin yumuşak karnından girerek ABD ile işbirlikleri bir bir teşhir edilmelidir. AKP’nin yoksullar üzerindeki nüfuzunun kırılmasının yolları aranmalıdır. Bu konularda, her konuda olduğu gibi bir reçete verilemez. Pratikte, deneylerle doğru davranış biçimi bulunur. Tabii ki yapılması gereken iş zor. Önemli olan zoru başarmak değil mi? Solun toplumsallaşmasına da kesinlikle katkı sağlayacaktır bu tür girişimler.

Nasuh’un büyük bir kalabalıkla DEV-YOL flamalarıyla Kırklareli’ne doğru yol almasından bir hafta kadar önce, Gaziosmanpaşa Hastanesinde yatarken, onu son görüşümde zorlanarak bana “Şansa bak, devrimci mücadelenin objektif koşulları bu kadar net ortaya çıkmışken benim dışarıda olmam gerekmez miydi? Ama, ben burada hastanedeyim ve yerimden kıpırdayamıyorum, çakıldım kaldım buraya. Benim günüm geldi ama ben yokum” dedi. Bu bizim, hastanede son görüşmemiz oldu.

Bu yazının başlığını, bu son görüşmemizden dolayı “Nasuh Mitap’ın Gerçekleşemeyen Son Hamlesi” olarak koymak istedim.

Ayrıca yukarıdaki yazı onunla yaptığımız uzun sohbetlerin bir ürünüdür. Sağlığında daha çok ben konuşurdum, o dinlerdi ve çokça yanıtlaması zor sorular sorardı. Hastalığında tam tersi oldu. Bütün ikazlarıma rağmen, yorma kendini demelerime rağmen bana fırsat vermeden hep o konuştu zamanla yarışırcasına. Yazıda, zaman kaymalarından dolayı sohbet dışı benim girişlerim olmuştur, kaçınılmaz olarak, ama içeriğini bozmamıştır.

Yıl 1993. Bundan yirmi iki sene evvel. Nasuh şöyle der: “Bunalımdan ve umutsuzluktan gerici akımlara ve faşist eğilimlere yönelenlerin sayıları hızla artıyor. Gericilikle, faşist eğilimlerle en etkili mücadele, devrimcilerin toplumsal kurtuluş projelerini halka anlatmakla yapılabilir” (Bir Yerel Seçim Deneyi Çiğli Broşürü Sunuşu’ndan) . Ve yıl 2015.

Gerçekten biz kimiz ve gerçekten var mıyız?!…

 Hakkı ZABCI

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

5 Responses

  1. “Bu tehlikeli dönemece gelinirken ülke siyasetinde tam bir riyakârlık, bir ikiyüzlülük hüküm sürüyordu. O kadarki, ABD’ye karşı gibi görünüp ABD’cilik yapan bir AKP, cumhuriyetten yana gibi görünüp nispi dengenin kırılmasında neoliberalizmin yanında yer alan CHP, sosyalistlerle bir görünüp bekasını neoliberalizmde arayan milliyetçiliği şiar edinen HDP ve liberalleşen, evrimcileşen sol. Bunlara ne demeli? Cumhuriyet’e karşı oldular, Cumhuriyet ile neoliberalizm arasındaki kavgada neoliberalizmin yanında yer aldılar ve şimdi AKP’ye karşı tavır alırken “gericiliğe ve faşizme karşı” birleşme çağrıları yapmaya başladılar. Ama en önemlisi gericiliğin ve faşizmin dayanağı olan emperyalizme karşı bir politikayı sloganlaştırmadılar. Gerçi gelinen bu noktayı dahi olumlu bir aşama olarak gören iyi insanlar da yok değildi.

    Unutmayalım, neoliberalizm 1980’lerden beri Thatcher ve Reagan ile başlayan ve halen sürmekte olan emperyalizmin bir politikasıdır. Bağımlı ülkelerde faşizm emperyalizmden bağımsız düşünülebilir mi? AKP’nin ABD emperyalizminin bir ürünü olduğu unutulabilinir mi? Kim nerede, kime karşı ne iş yapar? Tam bir curcuna. İşte bu kaotik düzlem içinde tehlikeli bir sürece giriyorduk.”

    Yukarıdaki sözleriniz son yazınızdan… Şimdi Haziran 1987’deki uyarınıza ve tespitinize yer verip sizin biz kimiz sorunuza cevap yazacağım. “Din statükoyu korumak için kullanılan önemli araçlardan biridir. Araç olduğu için onu kullananın niteliği önemlidir. Kimilerinin elinde statükoyu yıkmak için kullanıldıkları kimi ülkelerde gözlenmiştir. Her halükârda gerçekten LAİK’lik demokrasinin önemli özelliklerinden biridir, yadsınamaz ama onu çiğneyerek, dini sömürünün aracı olarak kullanan emperyalizme karşı çıkmadan LAİK’liği savunmanın hiçbir özelliği yoktur. Demokrasinin, azgelişmiş ülkelerde, dolayısıyla Türkiye’de de önkoşulu antiemperyalistliktir. Laikliğe sarılarak emperyalizme karşı koyulamaz. Tam tersine, emperyalizme karşı mücadele edilerek LAİK’lik hayata geçirilebilir.” (Türkiye Soruları Dizisi 1, demokraside söz sırası kimde, Hakkı Zabcı, s.45, Haziran 1987, Alan Yayıncılık)

    Hadi diyelim konjonktürel yapıdan geçtik bu günlere geldik. Hiç mi bilgi aktarımı yapamadık, yerimizde saydık. Yerinde sayan geriler. Gericiliğe karşı çıkarken asıl ( Haziran’87 den bugüne dersimizi alıp) antiemperyalist mücadelenin bayraktarlığını yapmamız gerekir. Bayrağı ve geleneği devralmak böylesine bir mücadeleden geçer. Yoksa sen almışsın, ben almışım değil. Yeter ki taklitlerinden sakınalım, yeter ki sahici, samimi ve inandırıcı olalım. Kalıcılık gösterelim, ilerleme sağlayalım. Kazanımlarımızı dişe diş koruyalım.

    Yazılarınızda objektifi doğrulttuğunuz yer önem kazanmıştır günümüz dünyasında. Çektiğiniz fotoğraf, fluluktan netliğe götürüyor insanı. Kendimize karşı da samimi olmayı öğretiyorsa ne âlâ. Evet, bizler yani kendilerine devrimciyim, sosyalistim, komünistim, proleter devrimciyim, devrimci sosyalistim diyenler. Gerçekten var mıyız ve yüzde kaçın içinde yüzmeye adayız? Yoksul ve yoksun kesimin yüzüne kimler gülüyor; kimler arkalarından hançerliyor? projelerimiz var mı? Yoksa biz orta sınıf solcuları da uzağında mıyız bu meselelerin, uzak mı duruyoruz; beynimizi sathi (yüzeysel) meselelere mi yoruyoruz. Yoksulu kucaklayan toplumsal proje nasıl oluşturulacak, gelin bunun cevabını aşama aşama arayalım. Nasuh Ağabey’in toprağı bol olsun. Işıklar içinde yatsın. Sizin de yazılarınızın devamını diliyorum. Aydınlatan yazılarınızın. Saygılar. Serkan YAMAN

  2. Altarnatif rota ve ufukumuz toplumcu bir hürriyet düzeni olarak tüm toplumu kapsayarak hayata geçirilebilinir…. hem yoksullar hemde zorbalıktan rahatsız olanlar cephesel bir duruşta buluşmalı… bu öncelikle kültürel formda kaynaşma ve yaşamsal ihtiyaçlarınn hakkaniyetli bir üretim-paylaşımla çözülmesi ile mümkündür….Yürüyelim halka doğru binbir yoldan Hakk’a doğru… baki selamlar…

  3. Düzenden veya düzeni kalıcı kılanlardan yana olmak istemeyenler, sosyalist bir seçim politikası ile demokrasi güçlerinin birliğini sağlamak zorundadır.
    “Böyle bir senaryo karşısında devrimciler, sosyalistler sorumluluk duydukları halkın önüne bir seçim politikasıyla çıkmalıdırlar. Halkla buluşup bütünleşmelidirler. Halkla birlikte emperyalizme gericiliğe ve faşizme karşı demokrasi güclerinin birliğini sağlamalıdırlar. Zira geçici birliktelikler şeklinde de olsa birlik yada ittifak demokrasi mücadelesinin de temel ihtiyacıdır ve bu temel ihtiyaca mutlaka yanıt verilmelidir.” (1999 – Şimdi Bizden Oy İstiyorlar isimli broşür Belgi Yayınevi)

    AKP karşıtlığıyla sınırlı muhalefet balonuna alternatif olarak, “sosyalist proje ve taleplerle” sandığa cevap vermek gerekiyor. Kural olarak halkın rızası ile meşru gösterilmeye çalışılan neo-liberal oyunları bozmak görevdir.
    Egemenlerin kendi aralarındaki hukuku bile hiçe saydığı, sadece halka değil birbirlerine karşı da hukuksuzluğa başvurduğu, monokratik kurucu iktidarın meclisini oluşturmak ve yeni bir ülkenin anayasasını yazmak üzere halkı, bizi sandığa davet ediyorlar.

    Maestronun olmadığı, sağlıklı bir ideolojik beslenmenin olmadığı, motivasyonu, vizyonu ve gelecek projeksiyonu olmayan, nerede ne yapacağı da belli olmayan %20’den fazlasıyız. Süreci anlamak, süreci kontrol etmenin en az yarısıdır.
    Süreci anlayan ve doğru tavır takınan bir avuç insanın yapamayacağı hiçbir şey yoktur.

  4. Komşudaki Syriza’nın yüzde 2’lerden gelen büyük başarısının ardından bu yazı çok anlamlı. Ya Hakkı Zabçı’nın belki de en nefret ettiği söylem olan “mevcudu toparlama” döngüsü içinde kaybolacağız. Ya da “Nasuh Mitap’ın Gerçekleşemeyen Son Hamlesi”ni tarihi bir miras olarak sahipleneceğiz.
    Büyük kentlerin etrafında bilmediğimiz, gecekondu mahalleleri var. Türkiye’de 35000 tane köy var. Hiçbirinde yokuz. Buralarda İslamcılar uzun yıllardır kırılması güç ilişki ağı kurmuş durumda. Bu ilişki ağının oluşumunda yeşil sermayeyi, belediyeyi, devlet desteğini kullanmışlar.
    80 öncesi biz buralardaydık, artık esamimiz okunmuyor. Nasuh MİTAP’ın dediği gibi “80 öncesinde Artvin- Şavşat’taki sıradan bir mitingi, bugün Türkiye genelinde toplayamıyoruz”
    Bu insanları anlayamıyoruz, onların bizi anlamasını nasıl bekleyebiliriz. Bu insanları suçlamayalım, kendimizi de suçlamayalım artık.
    Buralara bir örgüt, bir parti flaması altında, bu insanları örgütleme amacıyla gitmeyelim. Buralara bu insanların bir çayını içmeye, hal hatır sormaya gidelim. Ayağımız değsin bu topraklara, gözümüz alışsın bu insanların gözlerine. Tohum atalım yeter ki bu topraklara, varsın 30 sene sonra meyvesini toplasın torunlarımız.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir