TMMOB Sanayi Kongresi 2011’den Özetler…-Ahmet Yıldırım

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

16-17 Aralık 2011 günlerinde Makine Mühendisleri Odası’nın düzenlediği “TMMOB Sanayi Kongresi-2011” Ankara’da

Milli Kütüphane Konferans Salonu’nda yapıldı. Toplantının bizce önemli bulduğumuz başlıklardaki oturumlarını -zamanımız elverdiğince- değerli “anafikir” okurları için izledik; aşağıda özetlemeye çalışacağız.

ahmety@anafikir.gen.tr

Toplantı, ilk başta ideolojik açılımları olmayan teknik bir toplantı gibi görünmesine karşın ülkemizin ve bölgemizin yaşadığı tarihsel çatışmanın gerilimiyle, tümüyle ideolojik bir turnusol kağıdı işlevi görerek “sol”/”kalkınma”/”sanayileşme” konularında değişik görüşlerin tartışılmasına sahne oldu. Kongrenin “Bölgesel Kalkınma Öncelikli İstihdam Odaklı Sanayileşme” genel başlığının bize de biraz çarpık gelmesi ve “Kalkınma Ajansları”na göz kırpan bir “ideolojik çanak”ı andırmasına karşın konuşmacıların isimleri rahatlatıcı nitelikteydi. Nitekim bu başlık da aşağıda aktarmaya çalışacağımız gibi Prof. Dr. Bilsay Kuruç tarafından açıkça eleştirildi.

Birbirinden önemli konuşmaların içinde bizim dikkatimizi en çok çekenler Prof. Dr. Gülten Kazgan,  Prof. Dr. Korkut Boratav, Prof. Dr. Çağlar Güven, Prof. Dr. Aziz Konukman, Yrd. Doç. Dr. Şule Daldal’ın ortaya koyduğu gerçeklerdi. Ali Ekber Çakar (MMO Yönetim Kurulu Başkanı) ve Mehmet Soğancı (TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı) yaptıkları konuşmalarla kongreyi açtılar.

Not edebildiğimiz konuşmaları -konuşmalarını not alamadığımız için burada yer veremediğimiz diğer katılımcılardan özür dileyerek ve hazırlayıcı TMMOB,  MMO yöneticilerine teşekkür ederek- konuşma sıralarına göre yorum yapmadan aktarıyoruz:

*

Emin Koramaz (Oturum Başkanı): “(…) Emperyalist kapitalist sisteme eklemlenmiş Türkiye ekonomisinin genel bir değerlendirmesini Prof. Dr. Korkut Boratav’dan dinlemek bizim için bir şanstır. (…)”

*

Prof. Dr. Korkut Boratav: “(…) Günümüzde sermayenin sınırsız tahakkümü dünyanın tüm hücrelerine dek sızmış durumdadır. ‘Metropol’ merkez kapitalist ülkeler ile ‘çevre’ kapitalist ülkeler arasındaki ilişkiyi metropollerin lehine kuran kurumlar oluşturularak dört bir yanımız sarıldı. (…) Kuruluş dönemi ve savaş yılları dönemi dahil ithal ikameci, korumacı dönemde Türkiye’nin büyüme oranı % 6.7’dir. Oysa bu dönem karalanarak yerine getirilen neo liberal sistemli yılların büyüme oranı en fazla 4.2’dir! Bu büyüme oranı ve hızıyla Türkiye ekonomisinden ne köy olur ne kasaba. Bu politikalar Türkiye’nin önünü kesmiştir, durdurmuştur. Üstelik artan bir dışa bağımlılık uçurumuna yuvarlanıyoruz. 2000’li yılların başında bir şans vurdu. Batıdaki likidite fazlasının bu ülkelerde krediye dönüşmesi kendi dışındaki ülkelere yaradı. Türkiye bundan en iyi yararlanan ülke olmuştur.  Ancak dış ve iç dengeleri bozarak.  Yüksek tüketim tutkusu pompalanmış ve geniş halk kesimleri kredi kartlarıyla, zenginler lüks tüketim çılgınlığıyla ve sermaye birikimi alışkanlığı olmadan bu dönem yaşanmaktadır.

Şimdi şimdi bu politikalardaki belirsiz ve karanlık öğeler görülmeye, ortaya çıkmaya başladı. AB Merkez Bankası’nın Türkiye’ye yeni bir likidite pompalaması mümkündür. Türkiye –hükümet– yine geçici olarak kurtarabilir. Ama AB’nin son durumuna bakınca olasılığı da düşüktür.

Otuz yıldır sağa savrulduk. Rakkas sonuna geldi. Neoliberal dönemde ‘Altın çağ’ında yüzünü gizlemeyi başaran kapitalizmin vahşi yüzü ortaya çıktı. (…)Bu ağır saldırıların ağır sonuçlarına karşı insanlık direnmeliydi. İnsanlık insanlığını ancak böyle kanıtlayabilir. Ancak direnme henüz Türkiye’ye gelmedi. Türkiye’ye de er veya geç gelecektir.  60’lı 70’li yılların direniş mirası kaybolmaz. Duruyor.

Sermayenin sınırsız hegemonyasına karşı çıkmak nasıl olacak? Bunun yöntemleri de dünyanın dört bir yanında aranıyor. Tahrir, sermayeye karşı kolektif hayır demenin ilk filizlenmeleridir. (Daha sonra bu direnişlerin emperyalizm tarafından nasıl istismar edilip yönlendirildiği ayrı konudur.) Metropol ülkelerin emekçileri de İspanya’dan Yunanistan’a bu direnişi örnek alarak harekete geçtiler.

Emperyalizm hegemonyasına karşı yapılan mücadele -doğası gereği- aynı zamanda bir demokrasi/demokratikleşme mücadelesiyle birlikte sürmektedir. Emperyalizm bu ikinci kavramlara sahip çıkar görünerek kendisine karşı doğrultulmuş silahı bu ülkelere karşı geriye doğrultmaya çalışmaktadır. İşte bu nedenle bir insan hakları emperyalizmi kavramı ortaya çıkmıştır! Sermayenin sınırsız hegemonyasına karşı mücadele edecek güçler bu oyunu, bu sahtekarlığı kırmaları günümüz karşı hareketlerinin birinci gündemi olmalıdır. Dikkat edilirse Libya’da, Suriye’de olanlar ve Türkiye’nin tavrı, bu kavramların ideolojik gücüyle kotarılmaktadır.

(…) Şoveniz konusunda Yunanlılarla yarışamayız. Türklere karşı art niyetleri sonsuzdur. Ancak bugünkü krizden Yunan emekçilerinin bir suçunun olduğunu söyleyemeyiz. Yunan burjuvazisi daha sonra Drahmi’ye dönüldüğünde çok büyük karlar elde edebiliriz umuduyla ülkedeki kıt sermayeyi de çekinmeden yurt dışına kaçırıp adeta saklamaktadır.

(…) Buradaki milletvekillerine sorum olacak, (Kongreyi izlemeye gelmiş ön sıralardaki DTP milletvekillerinden Ertuğrul Kürkçü ve Sabahat Tuncel’e dönerek) Dışişleri Bakanı 300 milyon lirayı çantasına koyarak Libya’ya nasıl götürdü? Bu paranın kaydı kuydu var mı? Niçin bir soru bile sormadınız? Şimdi Libya’daki bu sorunun daha büyüğünü sınırlarımızda yaşıyoruz. Suriye Türkiye arasında bir tampon bölge oluştururlarsa bu bizim için de çok tehlikeli bir durum yaratacaktır. (…)”

*

Prof. Dr. Gülten Kazgan: “Her ülkede sanayileşmede bölgeler arasında ayırımlar vardır. Kimi ülkeler bunu çözmüş kimileri de gittikçe keskinleşen ayırımlara doğru sürüklenmektedir. Örneğin, İtalya’da Kuzey-Güney ayırımı gittikçe keskinleşiyor. Öyle ki Kuzey, ‘Kuzey Ligi’ni kurdu ve Güney’i istemiyor. Güney de Kuzey’i istemiyor. İşin kötüsü, Sicilya, başka bir dil konuştuğunu ileri sürerek İtalyan bile olmadığını ileri sürüyor.

Almanya’da da Kuzey-Güney ayırımı keskindi. Ancak Bismarc birleştirmeyi başardı.’Ossi’-‘Vessi’ diye adlandırılmış Doğu-Batı birleşti ve 20 yılda Batı, Doğu’ya muazzam fonlar aktardı. Bugün başbakanları bile Doğulu… Bütünlüklerini ve dengeleri iyi koruyorlar; bunu başarıyorlar.

Belçika’da ise sorun duruyor ve büyüyor. Flamanlar halk olarak müthiş bir kenetlenmeyle eğitim ve sanayileşmede büyük başarı elde ettiler. Valonlar geri bir toplum olarak kaldılar. Flamanlar Valonları beğenmiyor ve ayrılmak istiyor.

Malezya’da örneğin, 3 ayrı halkın yaşadığı bölgede muazzam farklar var kalkınmışlıkta. Malaylar en geri kesim, Çinliler en zengin, Hindular zengin bölgeleri oluşturuyorlar.

Türkiye’de Kuzey Doğumuz yani Doğu Karadeniz en yoksul bölgemizdir. 1940’larda Sarp Sınır Kapısı’nın kapatılmasıyla ekonomisi tümüyle çöktü. Çay ve fındık tarımıyla ayakta kalmaya çalıştılar. Üstelik mısır ekmeği vs.yle kötü beslendiler. Sefillik 1990’larda Sarp Sınır Kapısı’nın açılmasıyla azaldı.

Doğu ve Güneydoğumuzun ekonomik gelişimini engelleyen çok önemli üç sosyal sorun vardır: 1-Töre: Kadınlara baskı ve kadın cinayetleri, çocuk evlendirmeleri.  Töre bu bölgede eğitimi aksatmaktadır. 2- Terör: Terör sermayeyi kaçırıyor ve çalışma koşullarını yok ediyor. Öyle ki bölgede bulunan bankalarda devletin resmi olarak aktardığı fonlar kadar bile mevduat bulunmamaktadır. Bu durumda bölgenin sanayileşmesinin olanağı yoktur. 3- Nüfus artışı: Bölgede nüfus artışı inanılmaz boyuttadır ve dışa taşmaktadır. Çok çocukluluk gelenek halini almıştır.

(…)

(Oturumun sonundaki soru-cevap bölümünde İşaya Üşür’ün konuşmasına yanıt niteliğinde) Sanayileşme feodalizmi tasfiye eder, ekonomileri dünyaya açar, modern sınıfları doğurur,  insanı çağdaşlaştırır. Marx da bunu istiyor. İç-pazarların asya tipi iç pazarların dünya ekonomisiyle bütünleşmesini. Marx’ı hiç ihmal etmeyelim.  Sayın Üşür, Türkiye’de ilerici oylar dikkat ederseniz sanayileşmiş bölgelerde daha çoktur, feodal bölgelerdeki oylar böyle değildir.”

*

Prof. Dr. İşaya Üşür: “(…) Sanayileşmenin olmazsa olmaz dayatması ve bu tutku nedir? Hatta insanlar sanayileşme demokratikleşmedir diyorlar. Sanki bu iki kavram beraber doğmuş ve bugüne dek de değişmeden böyle gelmiş. (…) Sanayileşmenin tarihi boyutu bunun teknik sorun olarak görmemize yol açmıştır. Sanayileşme bütün toplumlar için aynı değildir. Örneğin “kapitalist sanayileşme” vardır. Bu sanayileşme artı değeri başka alanlara aktarılmasının istek-arzu ve tutkusundan meydana geliyor. Kapitalizm sanayileşme düşüncesiyle birlikte kardeş yaşamaktadır. Bunu anlamazsak emperyalistler arası çelişkiyi de anlayamayız. (…) Ancak halkların kardeşliğiyle demokratikleşmiş bir Türkiye’yle birlikte sanayileşme kavramını solun yeniden düşünmesi gerekir. Bir çözüm alternatif yol bulması gerekir. Bunu siz salondakiler ve sol yapabilir. Türkiye herkese yeter. (…)”

*

Prof. Dr. Çağlar Güven: “(…) Bir karar alınırken 1- Ne Yapmalı? 2- Nasıl Yapmalı? sorularına yanıt aramak gerekir. Nasıl yapmalı, etik ve felsefi bir sorudur. Bugün bu soruya yanıtı piyasalar karar vermeye başladı; bu fikir dayatıldı. Mühendisler bu soruda yatan stratejik karar verme süreçlerinden dışlandı. Nasıl yapmalıya ise dayatmalara uyum gösterildi. Üniversiteler de buna uydu. Üniversiteler olarak sorgulama kabiliyetimizi kaybettik. Üniversiteler bilim yuvası olma vasıflarını kaybettiler. Yarı cahil insanlar yetiştiriyoruz; bu yari cahil insanlar piyasada iş yapıyor; yönetici oluyor vs.  ‘Her şeyi tam rekabetçi piyasa belirler’ düşüncesi aslında çok ciddi bir düşünme yaklaşım biçimi. Karşı gelmek öyle kolay kolay mümkün değil.

Ancak bugün bu anlayışlarla kriz ve çöküş bir istisna olmaktan çıkıp kural haline geldi. İçinde bulunduğumuz durum asgari devlet müdahalesiyle filan düzeltilecek gibi değildir.

Çöküşün nedeni fizikseldir çünkü. Nedeni iklim değişikliğidir. Bu dışsallık nedeni çok önemlidir. Bu co2’dir. Karbon atılımı bütün ekonomik faaliyetlerde, bir insanın bedensel çalışmasında bile yapılmaktadır. Bu piyasa mekanizmasının çöküşünü sağlayan en önemli faktördür.

Artık piyasalar çalışamaz! Çünkü artık bir dışsal marjinal maliyeti de hesaba katmalıdır.   Bu maliyeti piyasa kaldıramaz! Bu maliyeti piyasa fiyatlandıramaz! Piyasa düşüncesi çoktan çökmüştür, ayağa kalkamaz.

Planlama olmadan hiçbir ülkede çalışma yapılamaz. Bu noktaya geldik. İleri kapitalist ülkeler bu gerçeği biliyorlar. Her işletmeye karbon sertifikası dağıtıyorlar. Ancak içinden çıkamıyorlar.

Ülkemizde son otuz yılda sanayileşme, kalkınma konusunda sistemik bir politika üreten tek bir kurum bile yok. Üniversiteler iğdiş edilmiş. Piyasa sistemi cehalet ve cahil üreten bir mekanizmaya dönüştü. 150 üniversitemiz de bu cahilliğe çanak tutmaktan başka bir şey yapmıyor.

Enerji + ekonomi + çevre modeli yapılması lazım.(…)”

*

Prof. Dr. Bilsay Kuruç: “Bu konuları niye hep biz eskiler konuşuyoruz. Gençler nerede? Ama çağrılınca en son bu konudaki konuşmama baktım: 1987 Saniyeleşme Kongresi… Her neyse…

Bu kongreyi niçin bu adla düzenlediniz anlayamıyorum. Bir kere ‘bölgesel kalkınma’ diye bir şey olmaz. Ancak merkezi planlama olabilir. Bölgeler merkezden planlanır.

‘İstihdam için sanayileşme…’ adı da çok yanlış. Sanayileşme bir felsefedir. Yeni insan yetiştirmektir. Adama iş bulmak için sanayileşme olmaz, buna indirgenemez. Sanayi ayrı bir mantık izler. Sanayi sektörü artan getiriler dünyasıdır. Maliyet zaten böyle düşer.

Türkiye bugün yarı sanayileşmeye demir atmış bir ülkedir. Dünya sanayisine katma değerimiz % 0.50-1 düzeyindedir.

Ancak ülkemizde kapitalizm gelişmektedir. Kapitalizmin olması için sanayinin olması gerekmez demek ki. Diğer sektörlerle de kapitalistleşebilirsiniz. Aydınlanmasız bir kapitalizm gelişiyor ülkemizde. Bu da Doğu-Güney Doğu bölgemizin özellikleriyle mükemmel uyum gösteriyor. Emeğin bilinçlenmesine karşı bir sanayileşme bu. Bölgesel kalkınma burada anlamlı olur mu şimdi?

Planlamadan sanayiye doğru bir zorlama oldu Türkiye’de. SSCB’de 1920’den sonra planlamaya sanayinin zorlamasıyla geçildi. Sanayileşmeye mühendislerin doğru teşhis koymasıyla…

Son 30 yılda Türkiye sanayi sermayesi sınıfta kaldı. Bir havari gibiydiler ama bu havarileri bekliyoruz. Türkiye son otuz yılda hep bir takım ekonomik paketler içinde yaşadı. Türkiye’ye rahmet bol likidite olarak yağdı. Buna alıştırdılar bizi. İthalata alıştı sanayimiz.

Sanayileşme büyük bir malzeme hareketidir. Kendi kendine sığmayan bir iştir. İthalatçılıkla tedarikçilikle yapılan sanayicilik sanayicimizi az soru sormaya itiyor. Bu açıdan MKE’nin bulunduğu Kırıkkale silikon vadisi gibidir.

TÜSİD başkanı geçende bir demeç verdi. Gazetelerde küçük bir yer aldı. Dünyada iki büyük sanayi ortaklığı oluşuyor. Biz bunların arasında ara yüz sanayi olacağız, diye.

Ara yüz bütün değildir, bir parça demektir. Ufku bu kadar olan insanlarla gideceğimiz bir yer mümkün değildir. Küresel ekonomiye entegrasyon, onlarla stratejik uyum, onlara sanayimiz hakkında malumat vermek! Türkiye kırsal bir ülkeydi; kentler yaptı; kırları kente taşıdı! Bu çok zaiyatlı bir modeldi. Bu kadar zaiyatı hesaba kitaba dökmek, nedir bu diye sormak lazım.

İktisatçılar cephesinde planlamayla ilgili bir şey yapanlar var mı? On beş yıllık sanayimizin özelliği 100 yıl öncesindeki gibi: emeği, ücretleri ucuza çalıştırmaya çalışıyor! Hem emekten hem dış ticaretten iki kat para kazanıyor.

Büyümenin motoru imalat sanayisidir. Buraya yeni yatırımlar yeni teknolojiyle yapılırsa büyük avantaj doğar. Stratejisiz sanayi olmaz. Cumhuriyeti kuranlar bunu biliyorlardı oysa. Rahmet yağıyor ama sanayide bilgi+görgü eksikliği had safhada.

Şimdi sanayileşmede kamu rolünü yeniden tanımlayabilecek mi? Siparişçi olacak mı? Yarım sanayileşmeye demir atmış bir ülke olarak yeni ufuklar açabilecek miyiz? Bilim ve teknolojiyi kendimize öncü yapacağız ki planlama mümkün olsun?”

*

Dinçer Mete: “1970’lere kadar ülkemizde sanayi bir hedef ve önemli bir amaçtı. Ama bize küreselleşeceksiniz diye dayattılar. Ve kumarhane kapitalizminin bir sonucu olarak krizlere gebe olduk. Krizi bizim ülkemiz yaşıyor, örneğin en ucuz hayvan bizde ama en pahalı eti yiyoruz.

Özelleştirmeler ile kamu sanayisi yok oldu. Mühendislik mesleğinin gereğini yerine getiremeye başladık.  İmalat sanayimizi planlayıp buna göre daha çok mühendis yetiştirmeliyiz. Mühendis bizzat imalatta çalışmalı. Mühendislik fakültelerinin yerine teknoloji fakültelerini geçiriyorlar. Teknoloji üretmeyen sanayide mühendis teknisyen rolünü üstlenmek zorunda kalır.

Marx 150 yıl sonrasını görebiliyor muydu acaba diye merak ediyorum. Kapitalizmin 150 yıl sonra kalabileceğini düşünebilir miydi?

Mühendislerin esas işi ar-ge ve tasarım olarak görülüyor. Teknolojiyi ve bilimi sanayiye uygulayan kişiye mühendis deniyor. Şimdi mühendisler işçilerle birlikte davranabilirler. Türkiye’ye bütünsel bakışlı ülkenin kalkınması ve reformuyla ilgili birlikte bir rota izleyebiliriz.

2011 yıllarında toplumsal eylemci ve bağımsız kalkınmacı mühendisler var diyebiliriz.

Bugün mühendislerimiz mühendislik yapmak istiyor ama bugünkü sanayimiz ve sanayileşme anlayışımız bunun yolunu tıkıyor.

Dünyada herkesin çalışabileceği ama 4 saat çalışabileceği şartlar yaratılabilir.  (…)”

*

Doç. Dr. Kemal Yıldırım: “M. Kemal Atatürk yokluk, cehalet ve sefalet içindeki bir ülkede ilk işi öğretmen yetiştirmek ve bunun kurumlarını oluşturmak istemişti. Kız Enstitülerini Akşam sanat’a öğretmen yetiştirmek için, 1937’de Erkek teknik Yüksek Okulu’nu kurdurdu. 1983’de bu okullar G.Ü.’ye bağlandı. Kalkınma çabası içindeki bir ülke olan ülkemizde ara eleman gereksinimi şiddetle artmasına karşın başarılı olunamamıştır. Bilinçli yapılıyor bu. Örneğin ortaöğrenim kurumlarında mesleki eğitimin önemini azaltmak amaç olmuştur. Meslek Liselerinde 390 saat toplam ders saatine karşın normal liselerde 1500 saat ders verilmektedir. Bilinçli olarak önleri kapatılıyor. Bundan da başarılı oluyorlar. MEB meslek liselerine öğretmen atamamıştır.

1960 yılında ABD, Ankara Yüksek Öğretmen Okulu için bina yapımına vereceği paraya şartlar koymuş “Böyle olursa parayı kesiriz..” demiştir. Dönemin milli Eğitim Bakanı ise sert bir biçimde yanıtlayarak, bağımsız bir ülkenin bağımsız bir bakanı olarak kimseden yardım almaya gereksinimleri ve akıl alacak durumları olmadığı yanıtını vererek sertçe reddetmiştir bu talebi.

1990 yılında Dünya Bankası, II. Endüstriyel Eğitim Programı çerçevesinde mesleki eğitimi yok sayan uygulamalar dayatmıştır. Atatürk’ün kurduğu Teknik Eğitim Okulları, Meslek Eğitim Fakültesi haline getirilmişti 1984’de. Şimdi bunlar tümden kapatılıp yerlerine Sanat ve Tasarım Fakülteleri ya da Teknoloji Fakülteleri adıyla okullar kurulmak istenmektedir.

Ülke gereksinimlerine göre değil yabancı dayatmasıyla ülke insanının teknik eğitimi her şart altında engellenmeye, yok edilmeye çalışılmaktadır. Bunda da başarılı olunmuştur büyük oranda.(…)”

*

Harun Aykut Göker: “Birçok üniversite sayıları az da olsa yetenekli ve mükemmel mühendisler yetiştirebiliyorlar. Ancak bu mühendisler ülkede kendilerine uygun iş bulamadıkları için yurt dışına gidiyorlar. Merak ettiğim nokta bu üniversiteler yetiştirdikleri bu çocukların yurt dışına niçin gittiklerini sorguluyorlar mı? Bunu engellemeye çalışıyorlar mı? Peki bu yetkin eğitimi bu şartlarda bu üniversiteler sürdürebilirler mi?

Türkiye sanayinin yapısal karakteri imalattır. Türkiye bir imalat merkezi yapılmıştır. Gerçekten de başarılı bir imalat yapma yeteneğimiz var. Ama bu Türkiye’ye verilen hazır şablonlar üzerinedir. Ses getirecek özgün ürünler imal etmekten uzağız. Ar-ge yapmayan yapamayan bir sanayimiz var. Zaten tek tek firmaların ar-ge çalışması yapmaları olanaksız; güçleri yetmez. Bunlar üniversitelerden bile bu durumda olmalarına karşın yardımda bulunmuyorlar. Üniversitelerimizin de çıkmaz sokağıdır bu; kimseler kapılarını çalmıyorlar.

Türkiye bu konuda uzun vadeli bir strateji geliştiremedi. Üniversite sanayiden bir etki alamıyor ve veremiyor. Kamudan bir ışık alamıyor. Böylece hocaların insafında yönlendirilmiş kopuk bir mühendislik eğitimi ortaya çıkıyor.

Ar-ge bir yetenek istemez. Ama inat, deneme yanılma kültürü gereklidir. Her şeyin daha iyisi yapılabilir inancı ve inadı olmalıdır. Bu kültür olmadan tabansız temelsiz bir yere oturur mühendislik. 1990’lardan beri bu konuda çıkışlar yaşandı ama üniversite sanayi işbirliği bir türlü geliştirilemedi.

Gelişme, merak, sorgulama ve özgürlükle olur. Ama tabu ve dogmayla bu iş olmaz.

2002’den beri ülkemizin içine girdiği süreç her bireyin yaşamına nüfuz eden bir dogma. Bu dogma sorgulamanın, soru sormanın, merak etmenin karşısındadır. Bu sürecin hızlanması kanun hükmünde kararnameler ile hızlandırıldı. Bu kararnamelerle her kurum bu siyasi sürecin merkezi otoritesinin emrine giriyor.

Bu anlayış, iktidara gelir gelmez YÖK ve TÜBİTAK’a müdahale etmiştir. Neden? Son KHK’larla TÜBİTAK, TÜBA, YÖK tümüyle bu dogmanın emrine verilmiştir.

Bu süreç başarıya ulaştığında ar-ge misyonu ortadan kalkacaktır. Doğa bilimleri ve bu bilimlere olan inancın temelleri sarsılmaktadır.

Türkiye’nin içine girdiği bu süreç TMMOB’un en fazla üzerinde durması gereken bir noktadır. Bu durum bilim ve teknolojiyle içli dışlı olan mühendisliği temelinden tehdit ediyor.”

*

Yrd. Doç. Dr. Şule Daldal: “İktisat politikaları güç ve iktidar ilişkisine göre belirleniyor. Liberal iktisat anlayışının Keynesçi iktisadı ortadan kovmasının nedeni nedir?

1929 krizi talep yetersizliği sonucu çıkmıştı. Çözüm olarak Keynesçi politikaları buldular. Kapitalizm altın çağını böyle yaşadı. Sanayiden elde edilen karların faizden elde edilen kardan fazla olduğu, sanayiciliğin altın çağlarıdır bunlar. Bu dönem dünya uluslarının bir konsensüs içinde yaşadığı yıllardı. ABD 1 ons altın=35 Dolara eşitlemişti. Bastığı para karşılığı altın stoku vardı. Finans piyasalarının tam denetimi anlayışıydı bu. İşsizliğe son veren planlı kalkınmayı ilke edinen bir anlayış. Sermaye birikimini sanayiden kazanıyordu.

Ancak 1974’de Keynesçi politikalar yok edildi, üniversitelerden, dünya akademisyalarından silinip süpürüldü. Dünya Bankası, DTÖ gibi uluslar arası finans kuruluşları kuruldu.

Bu altın çağ niçin son buldu? Peki neden neo liberal dediğimiz anlayışa dönüldü?

Çünkü 1950’lerde dünya sanayi birikiminde % 25 pay alan ABD, 1970’de % 16.8’e, İngiltere 1950’de % 25’ken %7’ye düşmüştür. Japonya ise % 3.4’den % 30’a çıkmıştır. Bu dış açık nedeniyle ABD’nin kurduğu dolar-altın dengesi bozulmuştur.

Dünyanın da neoliberal batağa batma nedeni bu rakamlarda yatmaktadır. Bu ABD’nin paniğidir! Bu panik dünya makro ekonomik modelini değiştirmesine neden olmuştur ABD’nin.

Bizde ise bu durumu en veciz biçimde MESS başkanı Halit Narin dile getirmişti: ‘Şimdiye dek işçiler gülmüştü, bundan sonra biz güleceğiz!’

Monetarist yolda kar oranları, faiz oranlarında üretime oranla çok fazladır. İşte bu anlayışla saldıran finans kesiminin müthiş karlarıyla boğuşuyor sanayi. Yukarıdaki makro modeli eleştirmeden sanayi olamaz. Dünyada sanayi can çekişiyor. Bu noktada mühendisler sanayicilere bir model önerebilmeliler.

Bu vahşi anlayış Friedman’ın akıl hocası Hayek’in de tasarımıyla postmodern dediğimiz ideolojik altyapıyla birlikte yürütülmüştür. Neoliberal saldırganlar entelektüelleri, aydınları, insanlığın ortak aklını mahküm etmeye çalıştılar. Ulusal devletleri parçalayacak, oraya saldırılarını haklı çıkaracak ideolojiler üreten, kültürel politikalar güden kendi entelektüel ordularını birtakım vakıflarla, muazzam paralar aktardıkları fonlarla kurdular. Nobel ödülünün son 30 yılda kimlere verildiğine bakmamız bunu anlamaya yeter.

Neoliberalizm emek-sermaye arasındaki en ufak konsensusa bile izin vermiyor; aksine tahrip eden bir anlayıştır. Bu klasik dikatomiyi yıkmadan hiçbir şey yapamaz, üretemezsiniz! Neoliberalizm, sanayisizleşme demektir!”

*

Oktay Kiremitçi: “1954’de Yabancı Sermayeyi Teşvik kanunu ile başladı her şey. O günden beridir yabancı sermayenin gelmesini bekliyoruz. Ancak kamunun yatırımları durmadan düştüğünü gözlemliyoruz. 1988 yılında kamunun yatırımı % 20.1, özel sektörün yatırımı % 79ken 2010’da kamu yatırımları % 16’ya özel sektörünki % 83’e çıktı. Yapılan yabancı ve özel sektör yatırımları hep teknoloji ağırlıklı olmayan ana metal-çimento-enerji-gıda gibi alanlarda.

Türkiye’de 29 bin yabancı şirket var. Bunlar en çok İstanbul-Ankara-İzmir ve turizm için Antalya’da yoğunlaşmış. En çok şirket Avrupa ülkelerinin. Avrupa ülkelerinden Hollanda % 21’le başı çekiyor, sonra % 9.6 ile Almanya ve ABD var.

Bunların yatırımları hep bankacılık-haberleşme-ulaştırma gibi hizmet sektörlerine yığılmış. Yılda 48 milyar dolar para götürüyorlar. Ama imalat sanayinde tek bir kuruş yatırımları yok.”

*

Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu: “Marx finans sektörü için hem peygamber hem sahte peygamber demişti. Bu gün biz bunun sahte peygamber olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Spekülasyon ve vur kaçların düzeni. Finanslaşma yaşamımızın her alanına girdi. Belçikalı dişçi örneği: dişçi muayenehaneye çok az uğruyor, zamanını parasını kullandığı finans kurumlarında geçiriyor.

Finans sistemi gittikçe insansızlaşıyor. Makineler, atamler iş görüyor. Sözleşmeler ve haciz gibi kara, soğuk ilişkiler yaşanıyor. Normal yoldan ele geçiremedikleri piyasaları darbe yapıp ele geçiriyor. 12 Eylül’e, Özal’a, Derviş’e gitmeye gerek yok. Daha yeni Yunanistan’da, İtalya’da doktoralarını IMF’den almış iki teknokrat yönetime getirildi. Dünya özellikle Avrupa finans sistemine sonuna dek batmış durumda. Borçlusun sen borçlu kal, koy cebine kredi kartını hesabı.

Ama artık insanlar meydanlara çıkmaya başladılar.”

*

Prof. Dr. Aziz Konukman: AKP 2010 sanayi Stratejisi Belgesi’ni çok iyi pazarladı, sattı! Solcu bildiğimiz ekonomistler, ekonomi yazarları hatta CHP milletvekilleri bile Meclis komisyonunda muhalefet etmeyip neredeyse övdüler. Bize göre:

1-           Bu çalışma yeni bir çalışma değil. 2003’de 2009’da yayınlanacak dendi bir yıl gecikmeyle 2010’da açıklayabildiler. 2007’da hazırlanmış TEPAV çalışmasının önsözünün değiştirilmesiyle yeni diye sunulmuş bir belge.

2-           DPT’ye, özel ihtisas komisyonlarına hazırlattırılması gereken koskoca Türkiye’nin sanayileşme strateji belgesini bir özel kuruluş TEPAV denen bir vakıf hazırlıyor! (İsteyenler TEPAV kurucularını kendileri öğrenebilir.-anafikir-)

Yer yerinden oynaması gerekirken hiç kimseden ses yok!

Türkiye kalkınan bir ülke olarak ciddi sanayi yatırımları yaparken ara mal üretimini de gerçekleştirmeyi planlıyordu; sıra buna gelmişti. Ara malı imalatı programı tam gerçekleşecekti ki 24 Ocak Kararları’yla bu yarıda kaldı. ‘Washington Uzlaşması’ yatar 24 Ocak kararlarının arkasında. Buna göre Bütçenin ekonomiye ciddi müdahalesi ortadan kaldırılacak, KİT’ler özelleştirilecek, yönetimde bir deregülasyon-kuralsızlaşma egemen olacak. Böylece hızla ithalata yönelindi. 80’li yıllar tam bir sanayisizleşme yıllarıdır. Tam hızla hizmet sektörüne yöneldiğimiz yıllar.

Yeni bir sanayileşme hamlesi için önerileri ancak sektör ve bölge bazında ‘seçici’ bir destekle gerçekleştirebiliriz. Ancak bu tahribat sonucu devletin elinde hiçbir araç kalmamış; devletin müdahale araçları olmayınca nasıl seçici olarak bir kara vereceksiniz?

Bu kez yatay sanayileşmeye teslim olduk. Bu sanayi konusunda özel bir alan olmayacak, özel firmalar olmayacak anlayışıdır. Üçüncü dünya ülkesiyiz; düşük ücretli bantta gideceksiniz diyorlar. Ama yalnızca düşük ücretlerle entegrasyon mümkün olur mu? Herkesin her işi yapabileceği esnek çalışma denen bir döneme giriyoruz.

Öyle ki, eğitim sistemi artık sil baştan düzenleniyor ve daha da düzenlenecek; emperyalizmin ve uzantılarının isteğine göre. Ülkenin ihtiyaçlarına göre değil, onların isteğine göre ara eleman yetiştirecek bir eğitim sistemi. Meslek eğitimini reddeden bir eğitim sistemi. Şirket için doğru olan toplum için de doğrudur gibi tehlikeli bir anlayışa giriyoruz.

Tüm toplum ve meslek alanları piyasaya hizmet edecek biçimde dönüştürülüyor. Burada sağlıklı birey, çağdaş insan yaratma ideali, kamunun çıkarları yok.

Buna ilk mühendislerin isyan etmesi lazım. (…)”

Ahmet Yıldırım

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir