Türkiye Solu’nun Sivil Toplum Örgütleriyle İmtihanı-Ahmet Yıldırım

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Türkiye’de bugün acil devrimci görev, etnik ve mezhep üzerinden çılgınlık derecesinde sürdürülen kimlik politikalarından sıyrılıp kurtulmaktır;

çünkü 1919’ların “Balkanization”unu günümüzde emperyalizm, “Lebanonization”(Lübnanlaştırma) olarak uygulamaya koymuştur.

ahmety@anafikir.gen.tr

Anafikir sayfalarında, Levent Yakış’ın “Türkiye Solunun Dramı” başlıklı yazısında vurguladığı, “Toplumlar, kimlik eksenli yarılmalara uğradıkça, sol bir siyasanın işlevsel ve güçlü olacağı sınıfsal yarılmalar ikinci plana düşmüş, kimlikler arası çelişkiler sınıflar arası çelişkilere galebe çalmış, bu da ezilen, sömürülen sınıfların yaşam koşullarını çok daha ağılaştıran neo-liberal uygulamaların herhangi bir sınıfsal dirençle karşılaşmadan kolayca hayata geçmesine olanak sağlamıştır.” saptamasının üzerine devrimcilerin çalışmalarını yoğunlaştırmaları gerekmektedir. Emperyalizmin sonu gelmez şeytani saldırılarına karşı mücadelede “yol” katedebilmek için emperyalizmin stratejik hedeflerini, bu doğrultudaki çalışma yöntemlerini ve taktiklerini günü gününe izleyip kamuoyuna bildirmek yaşamsal önemdedir; bu, doğru bir mücadele yöntemi geliştirmenin de baş koşuludur.

Bu bilinçle başlarken, şunu belirtelim ki Türkiye’de bugün devrimcilerin önündeki en önemli görev, etnik ve mezhep üzerinden kimlik politikaları çılgınlığına bir son vermek ve bu politikaları mahküm etmektir. -Anafikir sayfalarında özetlediğimiz- TMMOB Sanayi Kongresi’nde Prof. Dr. Korkut Boratav’ın dikkat çektiği “İnsan hakları emperyalizmi” kavramını, “bu oyunu, bu sahtekarlığı”, emperyalizme karşı mücadeleyi şiar edinmiş devrimci/demokrat güçler mutlaka “kırmalı”, açığa çıkarmalıdırlar. Amerikalıların ünlü sözlüğü Merriam-Webster 1919’da “Balkanization” kavramını kullanmıştı ve karşısında, “Küçük ve çoğunlukla da birbirine düşman unsurlara ayırmak!” yazmaktaydı. 90’larda emperyalizm tahakkümünü bin yıl daha sürdürmek için, -Jean-Marie Guehenno’nun sosyolojik/politik bir kavram olarak kabul ettirdiği- “Lübnanlaştırma” kavramını geliştirdi.

İşte bu nedenle, aşağıda, ülkemizden somut örneklerle açıklamaya çalışacağımız gibi günümüzde emperyalizm, işlerini 70’lerdeki gibi “ulusal milliyetçilik”ler üzerinden değil “etnik milliyetçilik” ve “kimlik siyaseti” üzerinden kültürel politikalarla yürütmektedir.

Lenin, emekçi sınıfları egemen güçler karşısında mecalsiz bırakacak bu sorunu büyük bir tehlike olarak, daha 14 Aralık 1913’te saptamış ve Pravda’da şöyle yazmıştı. –Sayın Yurdakul Fincancı’nın çevirisine güvenerek alıntılıyorum– “Başka başka halklar tek bir devletin içinde yaşadıkları sürece milyonlarca, milyarlarca iktisadi, sosyal, toplumsal bağla birbirine bağlıdırlar. Eğitim bu bağlardan nasıl ayrı tutulabilir? Eğer tek bir devletin sınırları içinde yaşayan değişik ulusal-topluluklar iktisadi bağlarla birbirine bağlıysalar o ulusları ‘kültürel’ ve özellikle eğitsel alanda sürekli olarak bölüp ayırmak saçma ve gerici bir şey olur! (…) Okulların hangi biçim altında olursa olsun, ulusal topluluklara göre ayrılmasına, en sert biçimde karşı koymalıyız. Gün gibi açık ki böyle bir planı savunmak, işin aslında burjuva ulusalcılığı ve şovenizm düşüncelerini gütmek demektir. Her ne ise, ulusları eğitim işlerinde bölmek bize düşmez. (…) ‘Ulusal kültür’ün şampiyonluğunu yapmamalıyız; dünya emekçi sınıfı hareketinin enternasyonal kültürü adına, bu ulusal kültür sloganının kırtasiyeci ve burjuva niteliğini ortaya koymalıyız.

Ama St. Petersburg’da, 48076 çocuk içinde bir Gürcü çocuğun hakları sorulabilir. Bu soruya, ‘Gürcü ulusal kültürü’ temeli üzerinde bir okul kurmanın olanaksız olduğu ve böyle bir planı savunmanın, halk yığınları arasında zararlı (italikler Lenin’in!) tohumlar atmak demek olduğu yanıtını vermeliyiz. Oysa gerçek bir demokraside okulları ulusal topluluklara göre bölmeksizin (italikler Lenin’in!) öğrencinin kendi dili, kendi tarihi hakkında dersler düzenlenmesini güven altına almak olanaklıdır. (…) Uygulanırlığı olmayan kültürde ulusal özerkliği savunmak saçmalıktır. Bu düşünce şimdiden işçileri bölüyor!(…)” (…)” (Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yayınları, ikinci baskı, Ekim 1993, s. 96-104-105)

 

 

SAM AMCA HEP KENDİ ŞARKISINI FISILDIYOR

Mehmet Tanju Akad’ın “Eğitilmiş zihin yetmez, çok iyi eğitilmiş zihinler gerekir” başlıklı yazısında işaret etmek istediği gibi emperyalizm bugün, tümüyle insan zihinleri üzerinde(n) çalışıyor. İnsanları, kendisine zarar vermeyecek, tersine uzun dönemde emperyalizmin hegemonyasını güçlendirecek sonuçlar doğuracak yanlış düşüncelere yöneltmek için muazzam bir çaba ve kaynak aktarıyor. Duyma yeteneği olan her toplumsal kesime Sam Amca hep kendi şarkısını fısıldıyor. Lenin, daha 1897’de “Rotatiflerin en az % 75’i bizim için çalışmadıkça devrim bir hayaldir!” demişti. Devrimciler olarak unuttuğumuz bu temel ilkeyi emperyalizm unutmadı; paramparça edip yutmak istediği “uluslaşma çabasında”ki hedef ülkelerde bir “sivil örümcek ağı” kurarak “paralel” ikinci bir devlet kurdu. İdeolojik olarak “Ulus” kavramını suç unsuru haline getirdi, böylece ulusun tüm ekonomik birikimlerine, başta tarihi olmak üzere tüm ilerici değerlerine karşı saldırıyı kolaylaştırdı; üniversiteler, politikacılar, vakıflar, yardım kuruluşları, yazarlar, gazeteler ve televizyonları, satın alınmış adamlarıyla doldurarak yıllar içinde milyonlarca “zihin”i “dumura” uğratmayı başardı ve ülkeleri için parmaklarını bile kımıldatmayacak androidlerden oluşmuş yeni bir vatandaşlar ordusu kurdu.

70’li yılların devrimcileri emperyalizmin bu çalışmasını sezmiş, Türkiye’nin “gizli” bir “işgal” altında olduğu saptamasını yapmış, en kestirme yoldan halka emperyalizmin bu “gizli işgal”ini anlatabilmek ve yalanlarla ve göz boyamalarla kurulmuş “suni denge”yi kırmak için yaşamlarını ortaya koymuşlardı.

Dünyanın en belalı, akla hayale gelmeyecek en kapsamlı dolaplarının çevrildiği bir bölgesinde, bu bölgenin emperyalizmin çıkarları açısından en kilit konumdaki ülkesinde yaşadığımızı bu ülke yurttaşlarının bir an olsun bile unutmaması gerekiyor.

Şimdi belki de çok geç kaldık: Halkımız ve emekçi sınıflarımız çoktan etnik kimliğe göre mevzilendirildi, düşmanlık tohumları kanla sulanarak büyütüldü, ekonomisi çoktan çökertildi, komşularının füzeleri dört bir yanından kendisine çevrilmiş bir ülke haline çoktan getirildi; daha kötüsü bu gidişe dur diyecek ulusal kurumların yok edilmesi dışında, bu gidişe dur diyecek olan emekçi halkın durumdan habersiz uyurgezer olarak kalmasını sağlayacak atmosfer çoktan yaratıldı. (Emperyalizm altın vuruşunu yapana dek bu olumlu atmosferin süreceğinden eminiz.)

 

“SİVİL ÖRÜMCEĞİN AĞINDA!”

ABD, 1980’lerin başlarından sonra “12 Eylül Darbesi” gibi darbelerle –örtülü operasyonlar– Dünyayı yönetme işini tartışmaya açtı ve hedef ülkelerde “çok-kültürlülüğü pekiştirecek” yayın ve konferans ağını oluşturacak kurumlarla çalışma yöntemini –açık operasyonlar– seçti. Örtülü operasyonlarda ülkelerin iç dünyalarını denetleme ve yönlendirmede kalıcı olunamaması, bu işin en sonu açığa çıkması ve onuruna düşkün halkların ABD aleyhine dönmesi, işin içine kitlelerin katılmaması, hükümetlerin ABD çıkarlarına sadık kalmada değişkenlik göstermesi gibi riskler korkutucu ve pahalıydı. Öyle bir sistem kurmalıydılar ki bu ülkeleri hangi hükümetler yönetirse yönetsin ekonomik ve siyasi düzen değişmesin.

“Gelişmekte olan”ülkelerin biricik egemenlik araçları olan bağımsız ekonomik ve sosyal kurumlar ellerinden alınarak halk kitlelerini sahipsiz ve başıboş bırakmak en önemli çözüm olarak görüldü. Emperyalistlerin kendilerinin kurduğu vakıf, enstitü gibi örgütlerle NGO (hükümet dışı örgütler) ulusal yönetimler kısa devre edilerek kitlelerle doğrudan ilişkiye geçmek, daha ekonomik ve daha kalıcı yöntemler olarak saptandı. Hedef ülkelerde devlet ile halkın arasına sivil(!) dernekler, vakıflar, yayınevleri gibi güdümlü ağlar kurdular. Böylece emperyalist güçler her ülkeyi uzaktan –Pakistan askeri üslerini bombalayan insansız hava taşıtını Arizona’daki evden bir kumandayla yönettikleri gibi!– rahatça yönetme olanağı bulacaklardı.

En iyi çözüm siyasal olarak iyice zayıflatılmış devletler ve birbirlerine husumet besleyen çok etnikli toplumlar yaratmaktı! Kendi içinde takati kalmayan ülkeler emperyalizmin baskı ve dayatmalarına da direnmeye gücü kalmazdı!

Monthly Review yazarlarından İngiliz Marksist James Petras “ Imperialism and NGO’s in Latin Amerika” adlı yazısında (December, 1997): “Bu örgütler neoliberal kaynaklara bağımlıdırlar ve sosyo politik hareketlerle yerel önderleri ve eylemci çevreleri ele geçirmek üzere çalışmaktadırlar. Bu örgütlerin sayıları binleri bulmakta, dünya ölçeğinde yılda 4 milyar dolara yakın para almakta/harcamaktadırlar.” demektedir.

“Dönem” kan dökücü yönetimlerin simgesi olarak anılan “Filipin Demokrasisi” yerine Washington, Londra, Paris, Amsterdam, Brüksel, Kopenhag, Stockholm merkezli “güdümlü sivil demokrasi” anlayışını yaşama geçirmekti. Ulusal egemenliklerinden ödün vermeye yanaşmayan bu tür devletlerin eleğe döndürülmesi işi, örtülü kirli işlerle becerilemezdi. Bu iş,  o ülke insanlarının onayı almadan başarılamazdı.

İnsanı insan yapan ve insanın en insanca davranışı olan doğup büyüdüğü, suyunu içtiği, yaylasında, kumsalında gezip –cezaevlerinde!– yaşadığı yurdunu sevmesinin ve onu yetiştiren halkın değerlerini korumasının emperyalizme karşı bir mücadeleyi de içerdiğini biliyoruz. İşte 80’li yıllardaki yeni “konsept” bu bilince ulaşmış “hedef ülke” yurttaşlarının varlığına karşı “Tanrı bizi, yurdunu ve insanları çok sevenlerden ve böyle politika yapanlardan korusun!” mantığında, –Marx’ın deyimiyle “Kozmopolit!”– kafalar yetiştirmek üzere, operasyonun adı “Project Democracy!”olarak bizzat “Başkan” Ronald Reagan tarafından isimlendirildi. Böylece Türkiye de içinde olmak üzere tam 92 ülkede WEB, yani “Örümcek ağı” örülmeye bu ülkelerde “paralel yönetimler” oluşturulmaya başlandı.

Bir zamanlar diktatörleri iktidara taşımak için her türlü kanlı ve örtülü operasyonu gerçekleştiren, her türlü örgütlenmeyi komünist örgütü olarak nitelendiren, Gestapo yöntemi işkencelerle dünyayı kırıp geçiren emperyalist odaklar, birdenbire işkence karşıtı, insan hakları savunucusu, dinlerin ve inançların kutsal koruyucusu, anadil eğitiminin güdümleyicisi, demokratik kitle örgütlerinin destekleyicisi kesildiler. Öyle ki bu yolda milyarlarca dolar para saçmaya başladılar.

Yeni sömürü yöntemiyle emperyalizm, şeytani bir refleksle, yavuz hırsız misali, bu konuda bedel ödemişleri bile “sollayan!” bir yüzsüzlükle demokrasi havarisi kesildi!

Bu örgütlere para aktarma işini çözmek için 1983 sonlarında ABD Kongresi’nin onayıyla NED (National Endowment for Democracy) Ulusal Demokrasi Fonu kurulmuştu. CIA emeklisi Ralph Mcgehee, bu gerçeği şöyle itiraf ediyor:

“CIA’nın ülkelerin karıştırılması operasyonlarında kullanılan birçok işlevinin NED’e transfer edilmesiyle Demokrasi İçin Ulusal Fon’un kullanımına gidildi. CIA’nın örtülü eylemlerine ek olarak Uluslararası Kalkınma Ajansı (AID) ve Birleşik Devletler İstihbarat Ajansı (USIA) da ‘demokrasi yayma’ operasyonlarında yer almaktadır. Avrupa’da yerleşik ve çoğu Birleşik Devletler tarafından parayla beslenen hükümet dışı örgütler (NGO’lar) de doğrudan ya da dolaylı olarak bu operasyonlarda yer alıyorlar. Bu tür örgütler ve ajanslar aşağı yukarı açıktaysalar da CIA, hükümetleri destekleme ve yıkma gibi birincil rolünü yine de elinde bulundurmaktadır.”

(Bu örgütleri gerçekten “sivil toplum örgütü!” sananlara,  “Soros’tan yılda 2 milyon dolar aldımsa aldım; her şey Türkiye’nin demokrasisi için!” diyenlere hala inanlara tekrar anımsatalım ki bu örgütlerin para kaynağı “doğrudan ABD hazinesi”, yani USA’dır! George Soros ise bir görüntü, bir elemandır; arkasındaki esas güçler, “Quantum Bankerleri”dir!)

(Bu bilgileri derlediğimiz, yüzlerce belgeyi inceleyip onlarla boğuşarak yazan Mustafa Yıldırım’a teşekkürü borç biliyorum. Bu konular hakkında ayrıntılı bilgi için yazarın Sivil Örümceğin Ağında, Ortağın Çocukları, The General, Savaşmadan Yenilmek gibi kitaplarına başvurmak gerekiyor.)

 

SATILMIŞ GAZETE(Cİ)LER VE “COMO GÖLÜ!”

Emperyalizm, ülkemizde bu işi en basit yoldan, halkın tek haber alma aracı olan basın yayın organlarını –(medya!)yı– ele geçirerek yaptı. Özellikle basın dünyasında “görüş yayıcı” ve “görüş oluşturucu” –CIA elemanlarınca “kanaat önderleri” olarak anılıyorlar– işlevi bulunan “seçkin” köşe yazarları seçildi. Satın alınmış gazeteler ve astronomik ücretlerle satın alınmış gazeteciler tarafından, gazeteciliği idealist bir anlayışla geniş halk kesimlerinin çıkarına yapan özgün gazetecilik kimliğindeki genç gazeteciler ya devşirildi ya silindiler. Yabancı ülkelere yabancı vakıfların cömert paralarıyla yapılan gezilere katılmış “kanaat önderi” isimler bir tür içeriden yönlendirici birer kuruma dönüştüler ve ABD’de yaratılmış olan “manufacturing public percepcion” işinin, yani “halkın zihnine bir ön algılama süzgeci yerleştirme” çalışmasının birer elemanı oldular!

CIA eski başkanı Tuğ. Stansfield Turner ve CIA İstanbul eski istasyon şefi Graham Edmund Fuller’in de katıldığı, İtalya’nın ünlü Como Gölü kıyılarında Rockfeller Vakfı’nın sahibi olduğu Bellagio Şatosu’nda, ARI Derneği öncülüğünde, Osman Kavala, Cüneyt Zapsu gibi isimlerin yönetici olduğu Soros’un Açık Toplum Vakfı ve Amerikan yarı resmi Dış İlişkiler Derneği’nin (FPA – Foreign Policy Association) düzenlediği, 5-8 Ağustos 1999 tarihleri arasında üç gün üç gece –bir kanlı düğün gibi!– süren ve Türkiye’den ünlü 12 gazeteci –kanaat önderi köşe yazarı!–nın ağırlandığı “Türkiye: 21. Yüzyılın Eşiğinde Sorunlar ve Fırsatlar” adlı toplantıdan sonra Türk basınında yaşanan metamorfoz dikkat çekicidir. (Toplantıya katılan Nuri Çolakoğlu’nun NTV’sinin TRT’nin çukura atılarak devlet televizyonu durumuna yükseltilmesi, yabancıların basın alanındaki şirketlere ortak olabilmeleriyle ilgili yasanın “5 günde 5 yasa” hesabı apar topar çıkması, TESEV kurucusu Tarhan Erdem’in ülkenin en büyük yayın şirketlerine, Doğuş Yayıncılık, Doğan Medya’nın tüm kurumlarına Genel Koordinatör yapılmasını anımsayalım.)

Toplantıya katılanlardan Leyla Tavşanoğlu, toplantıda konuşulanları, 12.9.1999 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde, “21. Yüzyıla girerken etnik grupların ön plana çıkmasını ülkelerin içlerine sindirememeleri durumunda çok ciddi ve çok önemli sorunlarla karşı karşıya kalacakları vurgulanıyor…” diye yazdı. Yine Fehmi Koru, Güneri Cıvaoğlu, Cem Duna, Nuri Çolakoğlu gibi katılımcılardan olan İpek Cem İpekçi ise toplantıdan, 10 yıldır yaşadığımız ve akıl sağlığımızı zorlayan uygulamaların müjdesini veriyordu: “(…)  Bölgedeki ağırlığımızı artırmak için öncelikle Kıbrıs ve Güneydoğu Anadolu sorunlarımızı çözümsüz konumlarından çıkarmamız gerekiyor! (…)” (İpek Cem, “Bellagio Notları 1-2” Sabah, 9.8.1999 –Aktaran, Mustafa Yıldırım)

*

Kapitalizm gibi sürekli kriz içerisinde yaşayan, insanlığa kan ve gözyaşından başka bir şey vermeyen, dünyayı iğfal eden (kandıran) ve gerektiğinde gözünü kırpmadan milyonlarca insanı öldüren bir sistemin bu kadar etkili bir hakimiyet kurmasının nedenlerinden birisi hiç kuşkusuz çok iyi eğitilmiş zihinleri kullanması ve satın almasıdır.

Türkiye’de bugün yaşadığımız gerçek ne yazık ki budur.

 

“KOMÜNİZMLE MÜCADELE DERNEKLERİ”NDEN “SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ”NE EVRİM

Komünizmle Mücadele Dernekleri NATO karargahının bulunduğu İzmir’de 1963 yılında faaliyete geçti. Derneğin ikinci şubesi, Erzurum’da aynı yıl açıldı. Kurucusu ise, küçük bir camide imamlık yapan Fethullah Gülen’di! (Bu dernek kısa sürede 111 şube açtı.)

Yetmişli yıllarda bu derneklerin yerini başında “Ülkücü” olan birçok dernek aldı!

2000’li yıllarda ise bu yapıların yerini “STÖ” denen örümcekler aldı! STÖ’ler hem kurucuların isimleri, hem anti-komünist olmaları ve hem de emperyalist politikaların ürünü olmalarıyla yukarıdaki derneklerin günümüz şartlarına uyarlanmış bir devamından başka bir şey değildir!

(İsimlerden yola çıkarak ilişkiler kurmak bize yakışmaz, ama burada çok açıklayıcı olacak: TESEV’in kurucularından Etem Sancak’ın –TÜSİAD yöneticisi– Erdoğanla yakınlığını, Tekfen Holding’in sahibi Feyyaz Berker’in 80’lerde Turgut Özal’la yakınlığını, Cüneyt Zapsu’nun Tayyip Erdoğan’la yakınlığını –Fethullah Gülen’in ise Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin kurucusu olmaktan günümüzdeki işlevine uzanan tarihini– anımsayalım.)

 

Bir zamanlar 12 Eylül’ün destekçisi işadamları bugün TESEV, Açık Toplum Enstitüsü kurucusu olarak “ezilen halklar”ın kurtuluş mücadelesinde yer alıyorlar!

 

HERKESE SORU!

Aşağıdaki muhtelif konu başlıklarında kitap, toplantı, yayın faaliyetlerini hangi kurum ve kuruluşlar yapmıştır? (Yanıt sonda!)

(Önemli kopya: Birgün, Evrensel, Birikim, KESK, EĞİTİM-SEN, TTB gibi yayın ve kuruluşlardır” diye yanıtlayanlar kesinlikle yanılıyorlar!)

-Türkiye Ermenilerini Duymak: Sorunlar, Talepler ve Çözüm Önerileri
-Hayali Coğrafyalar: Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Değişen Yeradları
-Cezasızlık Zırhını Aşmak: Türkiye’de Güvenlik Güçleri ve Hak İhlalleri
-Dağdan İniş – PKK Nasıl Silah Bırakır?
-Kürt Sorunu’nun Şiddetten Arındırılması
-Türkiye’de Zorunlu Göç: Hükümet Politikaları
-Kürt Sorunu’nun Çözümüne Doğru: Anayasal ve Yasal Öneriler
-Türkiye-Ermenistan: Algılar
Gayrimüslim Vakıflar
Türkiyeli Ermeniler
“Değişen Türkiye’de Siyaset, Kurumlar ve Vatandaşlık: Birlikte Yaşamak Mümkün mü?”
-“Milletin Bölünmez Bütünlüğü”: Demokratikleşme Sürecinde Parçalayan Milliyetçilik(ler)
-Anadolu Vicdanı ve Kürt Meselesi!
-Tarih Öğretiminde Avrupa Değerleri ve Avrupa Birliği Perspektifi
-Anadolu’da Eğitimde Fırsat Eşitliği için Burs
-Diyarbakır’da Yıldırım Türker ile “Yazı ile Oyun” Atölyesi
-Ruh Sağlığında da İnsan Hakları
-10 Yıldan, 10 Nefret suçu
-Ulusal Basında Nefret Suçları: 10 Yıl, 10 Örnek
-Seçkinler, Kimleri, Neden, Nasıl Ötekileştiriyor?
-Farklılıklar KA-MER çatısı altında buluşuyor!
-Münazara Yoluyla Diyalog: Liselerde Münazara Eğitimleri Projesi Anadolu Yolculuğuna Çıkıyor
-Pozitif Yaşam Derneği Hak İhlalleri Raporunu Açıkladı
-Taraflar Kıbrıs için 8. Kez İstanbul’da Bir Araya Geldiler
-“Homofobi Kimin Meselesi?”
-Ermenistan Türkiye Sinema Platformu iki ülke arasında kültürel köprü oldu
-Yapıcı Bir Diyalog İçin Sanat: “Açık Açık Konuşmak”
-Birlikte Yaşamak Mümkün Mü?
-Çocuklar İçin Mayın ve Çatışma Atıklarına Karşı Eğitim
-Örnek Bir Sivil Toplum Modeli Olarak KA-MER…
-Tarih Öğretiminde Avrupa Değerleri…
-“Herkesin Ötekisi” Diyarbakır’da Tartışıldı
-“Türkiye’de Farklı Olmak” Araştırmasının İngilizcesi Çıktı
-Türkiye’de Ötekileştirme Süreçleri

(Doğru yanıt: Açık Toplum Vakfı ve TESEV!  Bu başlıklar, bu örgütlerin, son bir yılda ABD hazinesinden alınmış avuç dolusu dolar harcayarak yaptıkları haltlar ve internet sitelerinde de bizzat yayınladıkları çalışma raporlarından eksiksiz olarak alınmış konulardır!)

*

Bu listeye bakınca Türkiye’deki –çoğu– sosyalist örgütlerin çalışma programlarını okur gibi oluyorum!

Eğer yukarıdaki çalışmalar “sosyalist”lerin bir sorunuysa ve “solcuyu solcu yapan! ” iştigal sahalarıysa, ABD hazinesinden beslenen Soros’un Açık Toplum Vakfı ve TESEV’in kurucularından – yöneticilerinden olan Cüneyt Zapsu, Etem Sancak, Nadire Mater, Murat Belge, İshak Alaton, Şahin Alpay, Feyyaz Berker,  Osman Kavala vs. gibi isimlerin bizden daha devrimci(!) ve “solcu(!)” bir faaliyet içinde olduklarını kabul etmemiz gerekmez mi?

Bu soru(n)lar Türkiye’nin birincil ve gerçek sorunları mıdır? Bu “sorun”lar Sam Amca’nın bizim kulağımıza fısıldadığı ve binlerce kez papağan gibi tekrarlattığı emekçi halkı birbirine düşürecek, Türkiye’yi paramparça edecek fitilli bombalar değil midir? Como Gölü’nde 1999 yılında yapılan toplantıda, tehditvari biçimde “bunları pişirip duracaksınız!” diye Türkiye’nin önüne sürülen sahte “sorun”lar değil midir?

Tersini iddia edeceklerle, –eğer gizli takvimleri yoksa!– CIA’dan milyarlarca dolar alarak bu işleri yap(tır)anlarla omuzdaş olup devrimcilik adına –üstelik– bedava (angaryadan!) yapmalarıyla alay etmek gerekmez mi?

*

Bu başlıklara ve örgütlere aldanarak ve Cengiz Çandarların, Oral Çalışlarların, Yıldırım Türkerlerin, Birikimcilerin, Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin, Tarhan Erdem’in denetlediği bilimum yazarların yazdıklarına bakarak demokratikleştiğimizi, sivilleştiğimizi sananların Türkiye’deki gerçek değişimleri görmelerinin olanağı yoktur. Bugün doğru ve yanlış arasındaki ayırımı emperyalizm olgusunu kavrayıp kavrayamama, siyasal tavır alışta emperyalizm kavramına gerekli önemi verip vermeme belirlemektedir. Emperyalizm, Türkiye’ye, yalnızca yarı-bağımlı sömürülecek “çevre” bir ülke olduğu için değil, Türkiye’nin dünya ölçüsünde jeopolitik bir yeri olduğu için bu baylardan daha çok önem verdiği yukarıdaki örnekte de görülmektedir.

*

Yineliyorum: Türkiye’de bugün acil devrimci görev, onu bir ahtapot gibi sarmış olan etnik ve mezhep üzerinden sürdürülen kimlik politikalarından sıyrılıp kurtulmaktır; bu oyunu açığa çıkarmak kolay olmayacaktır; insan zihnine, genç dimağlara yıllardır yapılan ideolojik operasyonu bir çırpıda etkisiz kılmak kolay değildir;ancak bunu başarmak emperyalizmi kendiliğinden hedefe oturtacaktır!

*

Emperyalizme ve faşizme karşı yoksul halkımızın kurtuluşu yolunda toprağa düşmüş yüzlerce devrimcisiyle Türkiye devrimine adı kazınmış ve faşizmin zindanlarında milyonlarca saat ömür tüketerek bedeli ödenmiş Türkiye’nin en önemli –ve “yerli”– devrimci geleneğini bu ayıplı çıkmaz yola bilerek ya da bilmeyerek sokanları tarih mutlaka tasfiye edecek ve asla affetmeyecektir.

 

Ahmet Yıldırım

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir