Yaşamın örgütlenmesinde seçenekler-Saffet Bilen

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Kırk katır ya da kırk satırdan başka bir çözüm var mı?

İnsanı, sürekli kendi öz çıkarı peşinde koşan, açgözlü ve kavgacı bir yaratık olarak tanımlayan anlayış 2000 seneyi aşan-yazılı belgelerde, önceli de var mutlaka- bir süredir toplumsal düzenin temelini oluşturuyor.

Bu, kötücül içgüdülere sahip yaratık bir yolu bulunup mutlaka denetim altına alınmalıdır. Denetim altına alınamazsa toplum anarşiye teslim olur. Bu inanış, günümüz dünyasında kendini sıkça, açıktan yetkili ağızlardan ifade ediyor. Bize önerilen iki seçenek var; biri hiyerarşik, iktidarın çıplak gücünü kullanan çözüm, öteki ise toplumu oluşturduğu varsayılan grupların arasında kurulacak eşitliğe dayanan, bir denge üzerinde hükümran olan ‘demokratik, cumhuriyetçi’ çözümdür.

Ya insanların doğal öz çıkarlarını dışsal bir güç vasıtasıyla denetim altına alan bir sistem, ya da toplumu oluşturan özgür ve eşit güçlerin çatışan öz çıkarlarının ortak çıkarda uzlaştığı, kendi kendini örgütleyeceği varsayılan bir sistem.

Bu iki eğilim kurucu temsilcileri tarafından şöyle anlatılıyor.

‘ …hayatında bir kez olsun ahlak üzerine bir inceleme okumuş ya da dünyayla etkileşime girmiş her insan, insan doğası üzerine şu basit ve yalın gözlemi muhakkak yapmıştır; Bencil tutkular toplumsal tutkulardan daha güçlüdür. Bu tutkular, kendi zihninin doğal duygularına tabi olan, dışarıdan başka hiçbir güç tarafından kısıtlanmamış ve denetim altına alınmamış her insanda daima baskın çıkacaktır.’(John Adams-akt.M. Sahlins –Batının insan doğası yanılsaması)

‘Bütün insanların tecrübeyle bildiği ve kimsenin inkar etmediği bir ilkeyi, yani insan eğilimlerinin doğası gereği böyle olduğunu ve zorlayıcı bir iktidarın salacağı korkuyla frenlenmediği takdirde, bütün insanların birbirine kuşku ve korkuyla yaklaşacağını ve doğal hakkı doğrultusunda olabileceği gibi, zorunluluktan dolayı da elindeki gücü kendisini savunmak amacıyla kullanmaya mecbur kalacağını tespit ettim.’(Thomas Hobbes- akt.M. Sahlins –Batının insan doğası yanılsaması)

İlki- John Adams-, Amerikan bağımsızlık bildirgesinin yazıcılarından biri ve ülkenin 2. Devlet başkanı, ikincisi- Thomas Hobbes- ise, yazdığı Leviathan adlı çalışması, batı siyaset felsefesinin izleyeceği yolu çizmiş ve başucu eseri olmuş, İngiliz felsefeci ve Kral danışmanı.

İki kapitalist siyasi yaşamın kurucu teorisyeninin üzerinde anlaştığı nokta, İnsanın doğuştan gelen dürtüleri ile hareket ettiği, bu bencil tutkuların denetim altına alınmamaları halinde kargaşa çıkacağıdır. Bu bencil tutkular dışarıdan başka bir güç tarafından denetim altına alınmalıdır.

Bunun arkasından, insan ihtiyaçları, arzuları ve isteklerinin sonsuz, imkânların ise kıt olduğu tespiti gelir. Ki bu formülasyon, iktisat fakültelerin de derslerin ilk ve en temel formülasyonudur.

İmkânların kıt, isteklerin sonsuz olduğu ve bencil öz çıkar peşinde koşan insan tespitleri ile kurulan denklemin, doğal sonucu, bu bencil varlığın eylemliliğinin denetim altına alınmasıdır. Yoksa kargaşa çıkar.

Bu kargaşa ortamının sonunda, Hobbes’a göre, aklın kılavuzluğunda ve korkunun güdümünde hareket eden insanlar, can güvenliklerini sağlayacak ve güçlerini kolektif huzur ve savunma yararına uygulayacak egemen bir güç lehine kendi özel kuvvet kullanma haklarından feragat etmeye razı olurlar. Bu egemen güç mecliste olabilir, ama Hobbes Kral 1. Charles’ın öldürülmesinden sonra daha da fazla ‘tek bir kral yönetiminin daha bilgece’ olduğunu savunmuştur.

Adams ise, anarşiden, kargaşadan kurtuluş yolunu, birbirleri ile çatışan güçlerin kendi kendini düzenleyen bir sisteminde görür. Onun önerisinde, Kralın yerini meclis alır.

Yaklaşık 250 yıldır, kapitalist siyasa dünyasının üzerinde şekillendiği sistem bu görüşler üzerinde yükselmiştir. Ezilen ve yoksul halkın mutlu ve huzurlu olarak yaşamasının kapitalist sihirli formülü, her gün başka yerde, başka şekillerde önümüze sürülüyor.

Bu sözünü ettiğimiz ön kabuller dünyadaki insan toplulukları içinde çoğunluğun görüşlerini oluşturuyor. İnsanı temelde hayvani -ilkel- güdülerle hareket eden bir yaratık olarak gören bu anlayışın yanında dünya nüfusunun çok az kesimince hala kabul gören başka bir görüş daha var.

Hayvanları da insan gören, yani toplumun bir üyesi gibi gören anlayış. Bırakın vahşi hayvan doğası fikrini, kendinden ayrı bir hayvan doğası fikrine bile yabancı olan bir anlayış. Hayvanı ve doğayı kendinden ayrı görmeyen bir anlayış.

Tarımcıların torunları, yani sözünü edegeldiğim kültürün kurucuları insan nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturuyor bugün. Dolayısıyla birbirine zıt bu iki kültür arasında ki ilişkiye salt çoğunluk/azınlık açısından yaklaşmak da yanıltıcı olur.

İkinci kültürün bütün baskılama ve ortadan kaldırma eylemlerine rağmen varlığını devam ettirmiş olması bile başlı başına önemli bir olgudur. Yok edilemezliğin, insan doğasına en uygun kültür olduğunun, en önemli kanıtı olarak düşünülmelidir.

Zorunlu olarak hayvani içgüdülerimizin kölesi olduğumuz ve böyle davranıyor olduğumuz tezinin kaynağı, tarım sonrası adım adım oluşmuş bir kültürün varsayımlarıdır.

Sınıflı toplum türlerinin tamamı bu varsayım üzerine şekillenmiştir. Mevcut egemenlik sistemini sürekli olarak hırpalayan, oluşturulan toplumsal dokuları, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve dayanışma talepleri ile sarsan toplum içi çoğunluğu oluşturan ezilenlerin tarihsel büyük isyanlarını da ikinci kültürün unsurları olarak görmek en doğrusudur. Başarısızlığın altındaki en temel etken, verili varolan durumu doğal ve olması gereken diyerek kabul edip, başka bir dünyanın yolunu bu temelde örmeye çalışmaktır.

Tarım sonrası toplumsal dokuların tümünde görülebilecek kırk katır mı, kırk satır mı ikilemini aşmak, başka bir dünyanın mümkün olabileceğini her zamankinden fazla düşünmek ve dillendirmek gerekiyor.

Yüzyıllardır önümüze konan, bu dolmayı hala yutmaya devam edecek miyiz?

Yoksa başka bir dünyanın mümkün olabileceğini düşleyerek, önümüze bilimsel gerçekler olarak konan teorileri sorgulamaya mı koyulacağız?

Günün en önemli sorusu budur.

İnsana ait bütün her şey geri alındığında, her şeyin özelleştirilmesine, kişiselleştirilmesine son verildiğinde, kamu/özel ikileminin gerçek anlamda ortadan kalktığı gün son bulacak bir süreç bu.

Bu anlamda yol uzun gerçekten ve birleşilebilecek bütün kesimlerle birleşerek, birlikte yürümenin yolları bulunmalıdır.

Saffet Bilen

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir