Yayılma politikaları, tarihsel boyutu, genişleme ve çöküşe etkisi-Saffet Bilen

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

İnsan kendini beğenen ve özgürlüğüne düşkün bir varlık. Kendini beğenmesi bulunduğu yere ve yaşadığı ortama bilinçli müdahale yeteneğinden geliyor, özgürlüğe düşkünlük ise, bu eylemi zorlama olmadan yapabilme isteğidir. Bu özelliklerinin iki pratik sonucu var. İnsan balık istifi yaşamayı esasen pek sevmeyen bir varlık. Bugün ki görünüme bakarak karar vermek yanıltıcı olabilir. Bu söylediğimin en önemli kanıtı özgeçmişimiz. Milyon yıllarla ifade edilen bir geçmişten söz ediyoruz. Ve bu geçmişin % 99 da ki yaşam tarzımız göçerlik. Kökenimizle ilgili milyon yıllara uzanan zaman dilimlerini içeren tahliller Afrika’da ortaya çıktığımızı ve orada yerleşip, bugünkü anlamıyla bir yerleşik yaşam kültürü, yerleşik bir uygarlık geliştirmeyip ulaşılacak her yere ulaştığımızı, iklim ve coğrafi koşullar ne olursa olsun insan yaşamına ait izler bıraktığımızı söylüyor. Göç etmeyi sorun etmiyoruz ve yeni yerler keşfetmeyi de seviyoruz.
Bu masum özelliğimizin, sonraki yıllarda ortaya çıkan sınıflı toplumsal yapıların yayılmacığı ile bir bağlantısı var mı buna bakmak lazım.
Artı ürüne el koyulması ve bu işlemin giderek yoğunlaşması, bunun yanında zorun da özelleşmesi, tek elde toplanması ve giderek yoğunlaşmasının yarattığı bu yapıların, uyguladığı yayılma politikaları ile bu insani özelliğin arasında tek bağ, hükmedilen geniş kitlelerin yayılma politikalarına ikna sürecinde kurulabilir. Bu ikna süreci toplumsal ilerleme başlığı altında yürütülür. Günümüz dünyası, burjuvazinin erken zafer ilanlarının ardından, doğru yolu bulamayanların kendi iyilikleri için gerekirse zorla doğru yola sevk edilmesini de içeren yeni yayılmacı politikalara sahne olmaktadır.
Bunun ötesinde iki süreç arasında, bir bağ arama girişimi başarısızlığa mahkumdur kanımca. İki eğiliminde altında yatan neden yeni beslenme olanaklarının keşfidir. Ama aradaki fark sınıflı toplumlarda ki temel dürtünün, bir avuç elitin istek ve ihtiyaçları olmasıdır. Bunun pratik karşılığı ise, birincisinde paylaşım esastır esasen, ikincisinde merkezin yoğun sömürüsü ve bağımlılıktır.
Bu istek ve ihtiyaçları yönlendiren, bu yapıların içsel özellikleridir. Sınıflı toplumsal yapılarda, nüfus beslenebilecek insan sayısına kadar sürekli artar. İkincisi bu toplumlar artı ürünün paylaşımında eşitsiz bir yapıdadır. Artı ürüne el koyan bir avuç elit ile toplumun geniş kesimleri arasında uçurum her geçen gün artar. Bu iki gelişme bu toplumsal yapılarda zaman zaman krizlerin ortaya çıkmasına yol açar. Yönetici elitin bu krizleri aşma yollarının en önemlisi yayılmadır. Bir toplumsal yapı kendi doğal yayılma sınırlarına vardığında ise, o toplumsal yapı çöküşe geçer.
Bu kadar genelleme yaptıktan sonra varılan yargıların örneklerini de sunmak gerekir. Tarihsel olarak, hangi örnek olursa olsun bu yargılar gözden geçirilmeli ve test edilmelidir.
Tarihin hemen akla gelen gelişmelerinden başlayarak ilerlersek, Birinci örneğimiz Roma/Bizans imparatorluğu olmalıdır. Sonra sırasıyla İslam, yerleşik bir uygarlığa dayanmayan, göçebe toplulukların yayılmasına örnek olabilecek Cengiz han ve Moğollar, sonrasında kendi toplumsal geçmişimiz olması nedeniyle Selçuklu/Osmanlı, en son olarak da, bugünün asıl tartışma konusu olan Avrupa’yı değerlendirmek yeterli olur sanırım. Yazının daha fazla uzamasını göze almadan bütün örnekleri incelemek mümkün değil. Bu yüzden herkesin kolayca mutabık kalabileceği bir örnekle yetinmek en doğrusu.
Roma’nın çöküşü ile ilgili söylenen epey açıklama var. Salgın hastalıklar, deli hükümdarlar, çürüme, rüşvet, Hıristiyanlık, barbar saldırıları, sayılan nedenlerin başındadır. Romanın çöküşünde bunların da bir payı var mutlaka, ama aynı zamanda Roma, çöküşün başladığı dönemde sözünü ettiğim iki özelliği de barındıran bir durumdadır. Birincisi yayılabileceği bütün doğal sınırlara kadar yayılmıştır.
Bu yayılma bölgelerin tükenmesi ile el ele yürümüştür. İtalya ve İspanya’da yapılan arkeolojik çalışmalar, imparatorluk dönemindeki yoğun tarımsal etkinliğin ciddi erozyonlara sebep olduğunu ortaya koymaktadır; bunun ardından, buralarda ortaçağın sonlarına dek nüfus azalmış ve yerleşimler terk edilmiştir.
İmparatorluk güney Avrupa topraklarını fakirleştirdiği için Roma çevresel yükünü kolonilere ihraç etmiştir, böylece hububatta Kuzey Afrika ve Orta Doğu’ya bağımlı oldu. Sonuçlar bu bölgelerde bugün bile gözlemlenebilir. Roma Suriye’sinin başkenti Antakya, ormansız bırakılmış tepelerden akıp gelen dokuz metrelik çamurun altında yatmaktadır. Libya’daki Leptis Manga kalıntıları bugün bir çölün ortasındadır. Roma’nın antik ekmek sepetleri kum ve tozla dolmuştur. Avrupa’nın Alp’lerin kuzeyinde kalan kesimi, nemli iklimi ve dönemin sabanlarına karşı koyan sert toprağıyla yoğun bir yerleşime sahne olmamıştır.
İmparatorluk en şiddetli biçimde çekirdeğinde, çevresel maliyetin en ağır biçimde ödendiği Akdeniz havzasında çökmüştür. Böylece iktidar, Gotlar, Franklar ve İngilizler gibi Germen işgalcilerinin, Roma’nın tüketmediği kuzey bölgelerinde küçük etnik devletler kurduğu çevre topraklara yayılmıştır.
İkinci olarak İmparatorluğun iç işleyişindeki gelişmeler ise şöyle özetlenebilir; Konstantin döneminde imparatorluğun daimi ordusundaki asker sayısı yarım milyona ulaşmıştı. Bu, büyük toprak sahiplerinin vergiden muaf tutulduğu bir tarım sektörüne sırtını dayamış olan hazine için büyük bir yüktü. Bu durum için hükümetin bulduğu çözüm, maaşları ödediği paranın değerini düşürmek oldu. Denarius sonunda o kadar az gümüş içerir bir hal aldı ki kâğıt paradan pek bir farkı kalmadı. İmparatorluğun şaşaalı dönemlerinde yarım denarius’a satılan bir ölçü Mısır buğdayı, MS 338’de 10 bin denarii’ye satılıyordu. Dördüncü yüzyılın başlarında bir altın sikke, dört bin gümüş sikkeye denkti. Yüzyılın sonunda ise bir altın sikke, 180 milyon gümüş sikkeye denk geliyordu. Enflasyonun ağırlığıyla yurttaşlar ezilmiş, adaletsiz vergi sistemi sebebiyle kimileri Gotlara katılmaya başlamıştı. Ve bilindiği gibi çöküş geldi.
Benzer gelişmeler daha sonrasında Doğu Roma’da da gözlemlenir. İmparatorluğun Doğuda ki sınırlarında yaşanan gelişmeler ve adaletsizlikler önce İslam’ın, hemen sonrasında da Türklerin kurtarıcı olarak algılanmasına yol açmıştır.
Son olarak; Yayılma ve çevre ilişkilerini tüm dünyayı kapsayacak şekilde kurmayı başarmış olan kapitalizmin ömrü üzerinde yapılan tartışmalarda, şimdiye kadar sıraladıklarım da gözden geçirilmelidir. Yayılma ve yeni kaynaklar bulma olanakları açısından bakıldığında yeni bir alanın açılmaya başladığını söylemek gerekir. Küresel ısınmanın ortaya çıkardığı bir gelişme bu. Kuzey toprakları ve kuzey kutbu yeni ve yabana atılmayacak büyüklükte bir alandır. Önümüzdeki yüzyılın kapışma ve paylaşım alanı burası gibi duruyor. Dolayısıyla çöküş teorileri bu özelliğe dayandırılamaz. Son sınırlara gelinmiş, gidilecek bir yer kalmamış bir durumdan bir adım öncesidir, bugün ki durum.
Ama bu bölgeler sahipsiz de değildir. Yeniden paylaşımı gündeme getirenle ve bunlar arasındaki çıkacak bir çatışma, sadece var olan sistemi değil, tüm uygarlığı tehdit edecek bir durumdadır. Hesaba katılması gereken esas gerçeklik budur.

Saffet Bilen

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir