Akil’ler Türk Halkını İkna Edebilecek mi?-2-Av. Mehdi Bektaş

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Akil’ler, iktidarın desteği ve devletin olanaklarıyla ülkeyi turlamaya başladıklarına,

valilerce, kaymakamlarca törenle, halkçı, ulusalcı, milliyetçi unsurlarca protestolarla karşılandıklarına, güvenlik güçlerinin koruma çemberi içinde toplumu iknaya çalıştıklarına ve Akil’in başına raporlar sunduklarına göre, salt “barış” sözcüğünü kullanarak Türk halkını ikna edebilecekler mi? İktidarın Sünni İslamcı penceresinden bakarak, onlarca yıldır savaşan ayrılıkçı Kürt hareketini tatmin edip Kürt sorunu çözebilecekler mi?

Bu soru, her insanın kafasına kazınmış ciddi bir soru, sonuçta gerçekten merak konusu!

Bu soruya yanıt ararken önce Türk’ün adına, coğrafyasına, tarihine bir bakalım, Türk Milleti’nin ne anlama geldiğini, nasıl oluştuğunu irdeleyelim de iyi niyetli olduğumuz anlaşılsın, çözüme katkı sunma isteğimiz samimi bulunsun, Akiller de boşa kürek çekmemiş olsun!

Türk/Türkler

9 ve 10 yüzyıl Bizans kaynaklarında, Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya kadar uzanan topraklara coğrafi olarak Türkhia(Türkiye) denildiği ve kullanıldığı belirtilir.(1/I,41). Bu coğrafyaya Türkiye (Türkhia) denilmesinin, bu coğrafyada Türk toplulukların, boylarının yaşamış ve yaşıyor olmasından kaynaklanmış olmalı.

Geçmiş yüzyıllarda Türk adının pek sık kullanıldığı söylenmez. Tarih kitaplarına bakıldığında Türk budunu (=boy/kavim) olduğu savlanan Hun, Oğuz, Uygur, Kırgız, Karluk, Sabar, Kıpçak, Peçenek, Uz, Onok, Hazar, Avar gibi adların daha sık kullanıldığı görülür. Bunlardan Hunlar, Sabarlar, Hazarlar, Avarlar, Peçenekler, Uzlar (Şamanî Oğuzlar) vb. gibi göçebe toplulukların, yerleşiklerle giriştikleri ekonomik, askeri, kültürel ilişkiler sonucu, çözüldükleri, dağıldıkları, hatta erdikleri vurgulanır.(1/I,121) . Türk adlı tek bir boydan (kavim) pek söz edilmez. Devlet kuran boy adlarıyla, Selçuklu, Osmanlı gibi hanedan adları daha çok öne çıkar. Göçebe boyların birlikteliğine dayanan Hunların, Göktürklerin, Uygurların adları yaşanan tarihsel bir dönemi vurgulamaktan daha öte değildir, Müslümanlığı benimsemiş Oğuzların Kınık boyuna dayanan Selçuklu ile Kayı boyuna dayanan Osmanlı adı her zaman Türk adından öndedir. Selçukluya göre Türk, “barbar, uslanmaz”; Osmanlı’ya göre “Etrak-i bi idraktir(=idraksiz=Türkmen/Yörük=kaba saba Türkçe konuşan göçer=kasabalı/köylü). (2/22)

Türk Adı

Türk adına, efsane ile karışık çeşitli anlamlar yüklenir. Çin kaynaklarında, Göktürk İmparatorluğu’nun kurucu olduğu söylenen Aşina soyunun demircilik yaptığı Altaylardaki dağlardan birisinin zirvesinin miğfere benzediği, bu nedenle Aşina soyunu oluşturanlara “miğfer” anlamına gelen “Türikten” türediği ileri sürülür. 

İslami kaynaklar, Türk sözcüğünün Arapçada terk olarak okunması nedeniyle “terk edilmiş, bırakılmış” anlamında olduğunu yazar.

Kaşgarlı Mahmut, “Olgunluk çağı” anlamında kullanır.

Ziya Gökalp, “türeli- töre sahibi” diye açıklar.

Drofer, Orhun yazıtlarındaki Türk deyimini, “devlete bağlı halk, uyruk” biçiminde yorumlar.

Müler, Türk sözcüğünün Uygur metinlerinde, “erk” sözcüğü ile yan yana olduğunu vurgular, “kuvvet” anlamındadır der. (1/I,295)

Böylece Türk sözcüğünün, “doğan, türeyen, çoğalan”  ya da “güçlü, kuvvetli, kudretli, olgun” anlamlarında kullanıldığı söylenebilir.

Bu gün, Altay Dil Ailesinin bir alt kolunu oluşturan Türkçe’yi, çeşitli ağız, şive ve lehçe farkıyla konuşan halkalara da Türk deniyor. Türk dilini konuşan grupların en büyüğü olarak Oğuzlar kabul ediliyor. Anadolu Türkçesi, Azerice, Türkmence bu gruba giriyor. Bu diller arasındaki farkın şive farkı olduğu belirtiliyor. Türkçe kabul edilen Uygurca, Kırgızca, Kıpçakça, Özbekçe gibi dillerin kendi aralarında ve Oğuz diliyle gramer farkı olduğu belirtiliyor. Şive farkı olanların birbirinin dilini anladıkları, gramer farkı olanların birbirinin dilini anlamadıkları vurgulanıyor.  

Türk Coğrafyası

Asya’dan Avrupa’ya, Kafkaslara, Balkanlara, Ortada Doğu’ya ve Anadolu’ya doğru yapılan göçlerle gelenlerin atalarının ilk yaşadıkları yerin, ilk ana yurtlarının, Orta Asya adıyla anılan yüksek yaylalardan oluştuğu, burasının güneyde Kve-lün, Pamir, Hindikuş Dağları, kuzeyde Sibirya orman bölgesi, batıda Hazar Deniz’i, doğuda Çin ile çevrelenen, Asya’nın Büyük Kadırgan (Kingan) Dağları’ndan Baykal Gölü’ne, oradan Altay Dağları’na, İtil (Volga) Havzası’na, Hazar Denizi’nden Hindikuş, Pamir, Karakum, Karanlık Dağları yoluyla Sarı Irmağa kadar uzanan, Kingan Dağları’yla buluşan coğrafi bir alan olduğu saptanıyor. (3/25)

Burada, “Tarih devirlerinden binlerce yıl önce, şimdi yerlerini çöller, kumsallar, bozkırlar, bataklıklar, sığ göller almış olan engin bir iç denizin bulunduğu… İlk medeniyetin bu iç deniz kıyılarında ve iç denizlere dökülen ırmakların vadilerinde fışkırdığı” vurgulanıyor. (3/26)

Türklerin ilk yurtlarının Orta Asya olduğunu kabul eden araştırmacılardan bir kısmı, Türklerin MÖ V (beş) binlerde, çoğalma, sıkışma, boylar arası çekişme, otlak yetersizliği, kuraklıktan kaynaklan kıtlık gibi kimi nedenlerle Asya’nın doğusuna, batısına ve güneyine doğru göçe başladığı, Mezopotamya’ya, İran, Mısır ve Eğe havzasına ulaştığı, yerleşik halklarla buluştuğu, hatta bu bölgelerde egemenlik kuran Sümer-Elam, Eti ve Troykalıların ataları olduğu savındadır.  (3/30)

Kimileri de Türkleri, yaşam koşullarının kötüleşmesiyle birlikte, MÖ 800’lerden itibaren batıya doğru göç eden, Karadeniz’in kuzeyinden geçerek Don ve Tuna Nehri vadilerine kadar uzanan (MÖ 200), Orta Asya’nın büyük bir bölümüne 500 yıldan fazla egemen olan, büyük bir kabileler birliği oluşturan, Avrupa’yı baştanbaşa ele geçiren ve tarihin en büyük bir imparatorluğunu kuran (MS 370) Hunlara bağlar.  

Türklerin 4–5 bin yıllık bir tarihe sahip olduğu,  MÖ VIII yüzyılda batıya doğru akan boyların, MÖ VII yüzyılda Sakaların, MÖ II. yüzyılda Karadeniz’in kuzeyine kadar indikleri, Don ve Tuna Nehri havzalarına kadar geldikleri; güneybatıya doğru ilerleyenlerin Maveraünnehir üzerinden İran, Irak, Azerbaycan’a ve buralardan da Anadolu’ya girdikleri, milattan sonrada bu göçlerin hız kesmeden sürdürdükleri genel bir kabuldür. Bu kabul, Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya kadar uzanan topraklara coğrafi olarak Türkhia(Türkiye) denilmesinin, Orta Asya’da, Doğu Avrupa’da, Kafkaslarda, Balkanlarda, Ortadoğu ve Anadolu’da Türk boylarının yerleştiğinin önemli kanıtıdır.   

Türklerin Tarihi

Türklerin neden bir etnisiteye indirgenemeyeceği, Türk boylarının yaşadığı coğrafya göz önüne alındığında, içinde olduğu ya da kurduğu devletler incelendiğinde çok net olarak anlaşılır.

Türk boylarının Ortaya Asya’da kurduğu ya da kuruluşunda yer aldığı ilk devlet, M.Ö 220’de kurulan Büyük Hun Devleti’dir.  MÖ 51’de ikiye bölünen bu devletin doğusunda kalan boylar Çin’e boyun eğerken, batısındakiler Asya içlerinden Avrupa’ya doğru yolculuklarına devam eder, MS IV yüzyılda Volga Irmağı’nı geçer ve Batı Hun Devleti’ni kurar, kısa bir sürede Avrupa’yı tehdit eder, 434’te Bizans’ı haraca bağlar, Atilla yönetiminde Balkanlara iner, İstanbul’un yakınlarına kadar gelir, 455’te Germen ordularına yenilerek dağılır. V. yüzyılın ortalarında Orta Asya’dan güneybatıya yönelen ve Hindistan’a inen boylar ise, Ak Hun Devleti’ni (Eftalit) kurar, İpek Yolunu ele geçiriri, 652’de Sasani ve Bizans işbirliğiyle yıkılır.

Hunlar, hem Türklerin hem de Moğolların ataları sayılır. Tıpkı Cermenlerin hem Norveçlilerin, hem Almanların hem de İngilizlerin ataları sayıldığı gibi. Şu halde Hunlar, Türklerin ya doğrudan doğruya atalarıdır yahut da Türkler Hunların bir koludur. (4/ 11)

Anadolu’ya kadar gelen göçebe toplulukların Asya’da kurduğu ikinci devlet Göktürk Devleti’dir.(MS.552–744). Türk adı, ilk kez bu devlettin adında yer alır,“Türk budunu” diye Orhun kitabelerinde geçer… 

Türk adına siyasi bir nitelik kazandıran Göktürklerdir. VI yüzyılın ilk yarısına kadar Moğol asıllı olduğu kabul edilen Juan-Juanların egemenliği altında yaşayan boylar, 546 yılında Çinlilerin Tiela adını verdikleri Kuzey Kabileler birliğinin saldırısına uğrar, saldırıya karşı koyan ve 552 yılında Tu-menleri (Bumin Kağan) önderliğinde ayaklananlar Göktürk Devletini kurar. Ak Hun Devleti’nin yıkılışıyla karışıklığa sürüklenen Orta Asya’nın da hâkimi olur. Göktürklerde Hunlar gibi boylar birliğine dayanır, doğuda Çin’e batıda Bizans’a kadar genişler. (5/23)

X.yüzyılın başlarında Oğuzların, Peçeneklerin, Uzların (Oğuzlar), Avarların, Kıpçak, Karluk, Yağma, Çiğil, Bulgar, Başkırt gibi boyların Karadeniz’in kuzeyinden batıya doğru ilerlemesi, Balkanlara geçmesi, XI. Yüzyıldan itibaren buralara yerleşmesi, Avrupalı kavimlerle yüz yüze getirir. Özellikle Bizans’a paralı asker olma yolunu da açar. Oğuzların bir kolu da Seyhun Nehri civarından Ön Asya’ya doğru ilerler, Kıpçaklar Hazar Denizi’nin kuzeyinden Karadeniz’e uzanır.  

İslamı cihatla (Savaşla) yaymak isteyen Araplarla Türklerin ilk karşılaşması 642’de Maveraünnehir’de (Sir Derya=Seyhun-Amu Derya=Ceyhun nehirleri bölgesi) olur. Araplar, tüm uğraşlarına karşın, Göktürklerin dirençli savunması karşısında bir adım ileri gidemez.

Göktürk Devleti ortadan kalktıktan sonra ise Maveraünnehir Arapların eline geçer.  Doğu İran’da ve Maveraünnehir’de bağımsızlaşan Samaniler, X.yüzyılda Orta Asya’nın Çimkent ve Talas bölgelerini zapteder. Maveraünnehir bölgesine yerleşmiş Türk boyları (kabile) ya İslamiyeti kabul ederek ya da köleleşerek Dar ül-İslam’a (İslam Dünyasına) girer.

Üçüncü Türk devleti Uygur Devleti’dir.(MS.745–1209). Göktürk Devleti içinde yer alan boylardan Uygurlar, Bilge Han’ın MS.734’de ölümünden sonra çıkan karışıklıktan yararlanarak, Kutluk Bilge Kül’ün liderliğinde Basmil ve Karluk boylarıyla birleşerek ayaklanır, Göktürk Devletini yıkar, Ötüken’i alır.

Uygurlar, önce Karluklarla birlik olarak Basmilleri saf dışı bırakır, sonrada Karlukları egemenlikleri altına alarak Uygur Devleti’nin tek kurucusu olur, önce Ötüken’i sonra daha doğudaki Ordu Balık’ı (Balasağun) başkent yapar.

VIII yüzyıldan itibaren İslam halifeleri koruma birliklerini Müslüman Türklerden oluşturur. Bu, Türklerin İslam ordu içinde yükselmesine, mevki, orun kazanmasına ve hanedanlaşmasına yol açar. IX yüzyılda Ahmet İbn-i Tolun’un Mısır Valisi olması, 868’de Mısır, Suriye’de, Abbasi Halifeliği’nden bağımsız ilk Türk kökenli hanedan olarak Tolunoğulları Devleti’ni (868–905) kurması; Fergana asıllı Muhammet bin Tuğç’un, 935’te İhşidiler Devleti’ni  (935–969) oluşturması bu yolla olur.

Türk boylarının Kuzey Suriye’ye, Kilikya’ya, Musul, Kerkük dolaylarına yerleşmesi ise bu süreçte gerçekleşir. Dar ül-İslama giren Türkler, Bağdat merkezli Sünni İslam halifesini de korumaya alır, İslam dünyasını bütünüyle kapsayan Türk-İslam devletlerinin temelini atar. 

Bu devletler, yukarıda da belirttiğimiz gibi Tolunoğulları (868–905), İhşidilerle (935–969) başlar, Gazneliler (963–1186), Karahanlılar (992–1211), Büyük Selçuklular (1038–1194), Anadolu Selçukluları (1077–1242), Büyük Selçuklu Devleti’nin içinden doğarak bağımsızlaşan Eyyubiler (1187- 1250), Harzimşahlar (1097–1128), Eyubilerin yerini alan Memlukler (1250–1517), Timur Devleti (1370–1506) ile sürer, Osmanlı (1299–1923), Akkoyunlu(1390–1444), Karakoyunlu(1380–1468), Safevi(1502–1736) ve Babür devleti (1526–1858) ile sürer, bağımsız beyliklerle tarihteki yerini alır ve tarihe karışır.

Bu devletler tek tek incelendiğinde, Türklük içindeki bir boyun, bir ailenin ya da bir liderin önderliğinde kurulmalarına karşın, bir boya ya da bir etnisiteye dayanmadığını,  kuruldukları ve hüküm sürdükleri coğrafyada yaşayan tüm boyları, kavimleri, halkları kapsayan bir genişlik taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bu devletlerin, bünyesinde bulunan halkların ırkı ile ilgili bir ön kabul ya da yargılarının söz konusu olmadığını, bir çatışma ve çekişme içine girmediklerini saptayabilir, yapılan savaşların yaşanılan coğrafyaya egemen olma, egemenliği koruma, ganimet, haraç ya da tazminat elde etme, İslamiyeti yayma yoluyla ülke topraklarını genişletip vergi toplama amaçlı olduğunu görebiliriz.     

Günümüzde, kuzey ve kuzey batıdan Şamanî Oğuzların (Uz, Peçenek,), doğu ve güneydoğudan Müslüman Oğuzların saldırılarıyla bunalan Bizans’ın Malazgirt Savaşıyla (1071) etkinliğini kırarak Anadolu’yu Türk boylarına açan Selçuklu ile İstanbul’u fethederek Bizans’ı yıkarak ortadan kaldıran Osmanlı daha çok konuşuluyor. Türk sözüne önyargıyla bakanlar, 80 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihine çatanlar, Selçukluyu, Osmanlıyı pek sorun etmiyor. Oğuzların Kınık boyunun kurduğu Selçuklu ile Oğuzların Kayı boyunun kurduğu Osmanlının, boylar, kavimler, cemaatler topluluğu olduğunu muhtemelen biliyorlar; ancak, Osmanlının 1876 Anayasa ile bir “Osmanlı Milleti” yaratmaya çalıştığını, Osmanlıyı hanedan adı olmaktan çıkarıp bir millet adına dönüştürmek istediğini ya bilmiyorlar ya da bilmezden geliyorlar.

Osmanlının “Osmanlı Milleti” yaratma girişimi, çağa ayak uyduramaması, Padişah II. Abdülhamit’in Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek Kanun-u Esasi’yi askıya alması, şeriatçı politikaya yönelerek ıslahatı sürdürmemesi, dinci gericiliği teşvik etmesi, ayrılıkçıların dış güçlerin desteğiyle isyanlar çıkartması, emperyalizmin Osmanlıyı paylaşmaya karar vermesi, Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlıyı dağıtmasıyla sonuçsuz kalır. Osmanlının egemenlik sürdüğü üç kıtaya yayılmış topraklarda 20’yi aşkın milli devlet ortaya çıkar.

Bunlardan birisi de Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bu cumhuriyet, bağımsızlıkçı ve aydınlanmacı millicilerin, yedi düvel denilen emperyalizme ve işbirlikçisi iç gericiliğe karşı savaşarak ve millet esasına dayanarak kurduğu bir cumhuriyettir.    

Nasıl ki Selçuklu Oğuzların Kınık boyunun, Osmanlı Kayı boyunun öncülüğünde kurulmuş ise, Türkiye Cumhuriyeti’de,  Genç Osmanlılarla başlayan, Jön Türklerle gelişen, İttihat ve Terakki’yle örgütleyen, 1908 hürriyet devrimi ile iktidarı ele geçiren, birinci dünya savaşının yarattığı dağınıklık ve yılgınlıktan Mustafa Kemal önderliğinde çıkan, savaşçı özgücünü işbirlikçi iç saldırgan dış düşman karşı kullanan, yoksul Anadolu halkının kanı, canı, gözyaşıyla yoğrulmuş istencine ve direncine dayanan millici devrimcilerin kurduğu milli bir devlettir.   

Selçuklu, Osmanlı ve Osmanlı’nın bakiyesi topraklar üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti, tek bir boya, kavime, cemaate dayanmaz, dayanamaz. Selçuklu, Osmanlı, toprağa bağlı, ganimetle yaşayan, ümmetçi ve feodal devlet iken; Türkiye Cumhuriyeti,  halkçı, devletçi, millici karakteri öne çıkan milli bir devlettir. Bu nedenle Mustafa Kemal, “Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk milleti denir” demiştir.

Türk ve Türk Milleti adını, Anadolu’da yaşayan bir etnisitenin adı olarak değil, çeşitli etnik yapılardan, boylardan (kavimlerden) oluşmuş bir bütünlüğün adı olarak görmek gerçekçiliktir. Nasıl ki Osmanlılık, Osmanlı devleti içinde yaşayan tüm insanları, ırkına, inancına bakmadan kapsıyorsa,  Türk Milleti kavramı da Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan, kendisini ayrı inanç, ayrı etnisite içinde tanımlayan herkesi kapsar; çünkü burada kullanılan Türk Milleti sözü siyasi bir kavramdır, boylar, etnisiteler, inançlar arası birlik ve bütünlüğün adıdır. Bu bakımdan Türk Milleti adını etnik yapı içine sokmak hem gerçekçi değildir hem de binlerce yıldır yaşanmış süreçlere göre olanaklı değildir.

Milletleşme Kapitalizmin bir ürünüdür ve kaçınılmazdır. Nitekim günümüzde,  kapitalist ekonomiye bağlı olarak, etnisitesinden değil, milletleşmiş devletlerden söz ediliyor. Devletleşmemiş etnik unsurlar halk sayılıyor. Çünkü milletleşmek için birçok etnik, kültürel, inançsal unsurun, ortak siyasal yapının, dilin ve ekonomik pazarın bir araya gelmesi ve kaynaşması gerekiyor. Olaya böyle bakıldığında milli olmayan bir devletten söz etme olanağı yoktur.  Amerika kıtasındaki federal devletlerin (Brezilya, ABD gibi) milletleşmemiş halklardan oluştuğunu ileri sürenler varsa da bu gerçek değildir. Biraz tarih okuyan herkes bilir ki,  bu devletleri oluşturan federal yapıların, Avrupa’dan gelen İtalyan, İspanyol, Fransız, Portekiz, İngiliz, Alman, Asya’dan giden Rus, Japon ve Çinli gibi milletleşmiş toplulukların oluşturduğunu, Afrika’dan köle olarak getirilen siyahîlerin buna katıldığını, yerli halkla bütünleştiğini. Amerikalı diye bir milletten değil, çeşitli milletlerden oluşmuş birleşik bir devletten söz edilir. Diğer federatif yapılarda buna benzer.    

AB-D emperyalizmi, birçok milleti, kavimi (boy), ırkı, toplumu barındıran bu dünyada,  ekonomik çıkar temelinde yeniden biçim vermeye,  insani değerleri, inançsalsal ayrımları, etnik yapıları, kültürel farklılıkları koçbaşı gibi kullanarak milli devletleri sarsmaya, rejim değişikliklerine sürükleyerek, bağımsızlıklarını yok etmeye, milletleri köleleştirmeye çalışıyor. Halkının çıkarı ve ülkesinin yararı için buna karşı çıkan da milliciler (milletini sevenler), yurtseverler (yurdunu sevenler) ve emekçiler (emeği ile geçinenler) oluyor.        

AKP iktidarı,  AB-D emperyalistlerinin bu niyetini bilmiyormuş gibi Türkiye Cumhuriyeti içinde yaşayan halkı (Sünni, Şii, Alevi/Nusayri-Müslüman, Hıristiyan, Musevi) diyerek inancına,  (Kürt, Çerkez, Gürcü, Laz. vs) diyerek ırkına göre ayırıyor, Sünni İslam temelinde ümmetçi bir devlet yapısı oluşturmak için ortam hazırlıyor. PKK lideri Abdullah Öcalan’da, “İslam kardeşliği” vurgusu yaparak, ümmetçi, ganimetçi bu anlayışa özel amaçla destek oluyor.

Öncelikle bilinmeli ki dinci bir devlette/toplumda, bireysel/toplumsal özgürlük olamaz; çünkü dinsel bağnazlık, her düşünceyi baskı altına alır, her kötülüğü örter, ahlak ve günah kavramlarını, hamaset ve yalanı zulüm aleti gibi kullanır.  Ülkemizde dinci iktidarın uygulamaları bunu gösteriyor, bağnazlık devlet ve toplum hayatını kuşatıyor, toplum hızla ayrışıyor,  basın susturuluyor, muhalefet baskı altına alınıyor, her gün yeni bir yalan ortaya çıkmasına karşın sorumluluğu rahatlıkla başkasına atılıyor…        

 

Akiller, AKP başkanına yaptıkları sunumda, temaslarında en çok, “PKK’lılar ne karşılığında çekiliyor, bir şey mi verildi?”, Türkiye bölünecek mi?”, “Federasyon riski var mı?”, “Öcalan ne olacak?”, “Silahlarıyla çekilen örgüt geri dönerse ne olacak?” gibi sorularla karşılaştıklarını belirtiyorlar. Akillerin özel davetleriyle katılanlar, bu soruları sorduğuna göre, işlerin zor olduğu anlaşılıyor.

Bu sorulara doyurucu ve inandırıcı yanıt vermeleri pek mümkün görünmüyor! (Cumhuriyet Gazetesi. 11.05.2013)

Bütün bu gelişmeler karşısında, tarihin derinliklerinden çıkıp gelen, asırlardır “acıyı bal eyleyip sıratı yol eyleyen”, Asya’da, Doğu Avrupa’da, Ön Asya’da imparatorluklar kuran, halkları kaynaştırarak medeniyetler yaratan,  emperyalizme karşı verdiği savaşımla laik, demokratik,  Türkiye Cumhuriyeti’ni tarihine yazdıran Türk Milleti, bu akillere inanır da AKP iktidarının, ülkenin, bölgenin ve komşu devletlerin başına bela olmasına onay verirse, vallahi çok şaşarım!

İnanıyorum ki Türk Milleti, Akil yandaşlara inanmayacak, öncüleriyle başındaki kara bulutları dağıtıp AKP belasından er veya geç kurtulacak, güneşli, güzel günlere ulaşacak!

Sahi siz inanmıyor musunuz?

Unutmayınız, umutsuz yaşam anlamsız, boşa yaşamdır, her gecenin bir sabahı ve her ülkenin bir sahibi vardır! Kimse, ülkesini mezat pazarında satmaz, satanları da rahat bırakmaz, er geç hesabını sorar!

 (Kürtler gelecek yazıda)

1. Türklerin Tarihi, I,II,III,VI,V.kitap, Doğan Avcıoğlu, Tekin Yayınevi, baskı 1997.

2. Türk Kimliği, Bozkurt Güvenç, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1994

3. 3. 1931–1938 Lise Tarih Kitabı (Kaynak Yayınları- Tıpkıbasım 2000) 

4. Türk Hukuk Tarihi, Coşkun Üçok

5. Tarih Atlası,2004, D.B.R

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir