“NATO Toprağı”-Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

21 Kasım 2012’de bir gazetecinin sorusu üzerine R.T.Erdoğan, şöyle

konuştu: “ ... şu anda bizim topraklarımız aynı zamanda 4. maddeye göre NATO’nun da topraklarıdır.

***

Türkiye’nin Başbakanı ülkemizin “NATO toprağı” olduğunu ilan ederek emperyalizm tarafından tayin edildiğini bir kez daha onayladı. Bu açıklama, Başbakan’ın Türkiye’yi şeklen bile olsa bağımsız bir devlet olarak görmediği, NATO’nun bir eyaleti gibi algıladığı anlamına gelir. Demek ki Başbakan bu sözleriyle kafasının arkasındaki gerçek düşüncesini açığa vurdu. Tıpkı “çuval” olayında “Amerika’ya nota verecek misiniz” sorusuna cevap olarak “ne notası, müzik notası mı” dediği gibi, önce inkar edip sonra “BOP’un eşbaşkanlarından birisiyim” dediği gibi, başdanışmanının kendisi için Amerikalılara “deliğe süpürmeyin, kullanın” dediği gibi, Türkiye’nin Genelkurmay Başkanı ile görüşebilmek için Amerikalıları devreye soktuğu gibi… Başbakan’ın düşünce dünyası Amerika ve NATO’ya göre şekillendiği, onların politikalarına bağlı olarak yönlendirildiği için Türkiye’yi NATO toprağı olarak görmektedir. Esasen dinci dünya görüşüne sahip olanların zihin dünyası için bu sonuç normal bir durum sayılmalıdır. Bilhassa Amerikan dincileri için “ülke”, “yurtseverlik” ya da ”bağımsızlık” gibi kavramların bir anlamı yoktur. Tıpkı neo-liberaller ve emperyalizmin diğer işbirlikçilerinde olduğu gibi.

Emperyalizmin bütün işbirlikçileri-uzantıları için NATO hep kutsanmıştır, bu örgüt kurulduğu günden beri ülkemizi yönetenler, büyük sermayedarlar, üst düzey sivil-asker bürokratlar ve diğer bütün sağcılar tarafından hep savunulmuş, bir tapınma metası gibi bakılmıştır. 1949’da kurulmasıyla birlikte dönemin yöneticileri ve 1950’de iktidara gelen DP bu örgüte katılmak için başvuruda bulunmuşlar, ancak Kore savaşına bir tugay asker gönderip Amerika’nın yanında savaşa katıldıktan sonra, 1952’de, kabul edilmişlerdir. Türkiye, NATO’ya girdikten sonra ekonomik, politik ve özellikle de askeri olarak ABD hegemonyası altına giderek yoğunlaşan bir biçimde dâhil edilmiştir. Anti-komünizmin yükselişe geçmesi, Gladyo örgütlenmesinin ülkemizde hayata geçirilerek Soğuk Savaş stratejisi kapsamı içinde devrimcilere-sosyalistlere ve demokrat aydınlara karşı gizli-açık operasyonlar ve saldırılar düzenlenmesi, NATO ve ABD emperyalizminin politikası ve stratejisi gereği uygulamaya sokulmuştur. Ortadoğu’da ve dünyanın muhtelif yörelerinde düzenlenen emperyalizmin çıkarlarını kollayan operasyonlara ülkemizin dahil edilmesi de yine bu örgütün ya da BM’in kararları gereği gerçekleştirilmiştir.

NATO, 4 Nisan 1949’da kurulduğu günden 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar geçen sürede, Soğuk Savaş stratejisi gereği olarak ilişkili olduğu bütün ülkelerde ve özellikle de Türkiye gibi emperyalizmin yeni sömürgesi bir kanat ülkesinde anti-komünizmi bütün baskı araçları ve faşizan yöntemlerle uygulatmıştır. Emperyalizmin gizli işgalinin ve bu işgalin ekonomi, politika ve askeri alanlarda sürmesini sağlayan sömürge tipi faşizmin varlığını devam ettirebilmesi için resmi, askeri örgütlenmelerin yanı sıra para-militer örgütlenmeler de oluşturularak her türlü bağımsızlıkçı, demokrat-ilerici hareketler, emek örgütlenmeleri ve eylemleri zorla boğulmaya çalışılmıştır. Bu faşist saldırganlıkları sürdürmeye sivil yönetimlerin gücü yetmeyince gerektiğinde askeri idarelere, darbelere başvurmaktan kaçınmamışlardır. ABD emperyalizmi, Soğuk Savaş döneminde Türkiye ve benzer ülkeleri elinin altında tutabilmek için faşist darbeler dahil her yola başvurmuş ve bu politikaların hayata geçirilmesinde NATO’ya başrol görevi verilmiştir.

Soğuk Savaş Sonrası…

1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra NATO’nun ikinci evresi başlatıldı. Komünizmin ABD emperyalizmi için tehlike olmaktan çıkmasıyla birlikte kapitalizm; Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarına yönelik sürdürdüğü sömürü ve talan politikasını geliştirmeye başladı. NATO da bu neo-liberal politikalara karşı ortaya çıkabilecek direnişleri etkisizleştirmek ve yeni pazar alanları açmaya öncülük etmek için yeni bir konseptle çalışmalarını sürdürmeye yönlendirildi. Bu yönde atılan adımların en önemlilerinden birisi, eski Varşova Paktı üyesi Doğu Avrupa ülkelerinin bu örgüte üye yapılmalarıdır. Böylece dünyaya; kapitalist bloğun en önemli örgütünün, eski “Komünist Blok” ülkelerini yutmaya başladığı ve bu emperyal gücün karşısında ne askeri ne ekonomik ve politik ne de ideolojik olarak durulamayacağı kanısı yayılıyordu. Bu yeni ve rakipsiz görünen hegemonya kurma uygulaması, Tarihin sonunun geldiğini ileri süren kapitalist ideolojinin saçma tezi ile de destekleniyordu.

Emperyalist kapitalizmin Doğu Avrupa’yı pazarı haline getirip yutmaya başlamasından sonra, NATO’nun 50’nci kuruluş yıl dönümünde (1999) üye devletlerin liderleri, genişletilmiş Avrupa-Atlantik bölgesinin ortak savunmasını, barış ve istikrarını gerekçe göstererek yeni bir stratejik konsepti onaylıyorlardı. Bu yeni konseptle güvenlik kavramının tanımı genişletiliyor; savunma boyutuna ilave olarak siyasi, ekonomik, sosyal ve çevresel faktörlerin de önemine vurgu yapılıyordu. Sovyetler Birliği’nin dağıtılmasına hizmet etmesi için ABD emperyalizmi tarafından, yeşil kuşak stratejisi gereği desteklenerek büyütülen dinci şiddetin ve etnik çatışmaların giderek daha da büyümesi ve kontrolden çıkmaya başlaması Batılıları rahatsız etmeye başlamıştı. Bu gelişmeyi denetim altına almak, sistemi sarsabilecek siyasi istikrarsızlıkları, ekonomik kırılganlıkları ve nükleer, biyolojik, kimyasal silahlar ve atma vasıtalarının yayılmasını kontrol edebilmek için bu yeni konsepte başvuruluyordu.  Hiç şüphesiz bu yeni emperyalist amaçlı politikaların üstüne insan haklarını geliştirmek gibi parıltılı cilalar sürmeyi de ihmal etmiyorlardı.

Bu yeni belgesindeki ifadelere göre; NATO’nun asli görevleri; güvenlik, danışma ve savunma olup, Avrupa-Atlantik bölgesinde güvenlik ve istikrarın güçlendirilebilmesi için kriz yönetimi ve ortaklıklar da önemli unsurları oluşturuyordu. NATO’nun, Soğuk Savaş sonrasında önemli bir rol üstlendiği ve üzerine düşeni yapmayı başardığı vurgulanarak İttifak kuvvetleri için yönergeler, NATO kuvvet ve harekât planlayıcılarına amaçlar ve görevler konusunda uygulama talimatları belirleniyordu. Bu strateji; “ortak savunma”dan “barış”ı desteklemeye ve “diğer krizlere müdahale” harekâtına kadar İttifak görevlerinin tamamı için askeri yeteneklerin sürekli geliştirilmesinin gerekliliğini ortaya koyuyordu. Bunlara ilave olarak İttifak’ın görünür gelecek için uygun oranda konvansiyonel ve nükleer kuvvetleri elde bulundurmayı devam ettireceği de taahhüt ediliyordu. Böylece Soğuk Savaş stratejisinin sona ermesini fırsat bilip emperyalist sisteme karşı direnç göstermeye kalkışacak olan ülke ve güçlere yeni bir gözdağı vermekten de geri kalınmıyordu.

 11 Eylül 2001 Sonrası…

11 Eylül’de ABD’ye karşı yapılan “saldırılarla” birlikte yeni bir dönem başlatıldı. Emperyalist sistemin çıkarlarının korunması için; sarsılan hegemonik gücün yeniden tesis edilmesi gerekiyordu. Bu amaçla sistemin en önemli ve meşru görünümlü askeri organizasyonu olan NATO’nun gerek kendi bölgesinde, gerekse alan dışındaki çıkarlarının korunması durumunun ortaya çıktığı tespiti yapıldı. Bu yeni ihtiyaç nedeniyle ittifak üyelerini, Afganistan’da Birleşmiş Milletler onaylı uluslar arası Güvenlik Gücü(ISAF) gibi yeni görevlere hazırlayabilmek amacı ile askeri yapı ve yetenekleri bu görevlere uyumlu hale getirecek ölçülerde geniş çaplı iç yapılanma reformları gerçekleştirilmeye başlandı. Emperyalist siyasanın hegemonik hacmi şiştikçe sorunlar daha da karmaşıklaşıyor ve bu durumun içine yuvarlanan kapitalist dünyanın karşılaştığı problemlerin üstesinden gelebilmek amacıyla NATO, operasyon gücünü ve yeteneğini geliştirme yoluna gidiyordu. Bu arada Irak işgali, ABD ve müttefikleri için operasyon güçlerinin, yeteneklerinin, işkence metotlarının ve yeni silahlarının denenmesine imkân sağladı! Hem de canlı hedefler, kitleler üzerinde!

Kasım 2006’da NATO liderleri “Kapsamlı Siyasi Rehber” belgesini onaylayarak bu yeni radikal değişikliklerin strateji dokümanını kabul ediyorlardı. Esasen bu belge; gelecek 10-15 yıl için İttifak’ın yetenek sorunlarını, planlama disiplinlerini ve istihbarat çerçeve ve önceliklerini belirleyen önemli bir siyaset belirleme metnidir. Geleceğin muhtemel güvenlik ortamının tahlili yapılarak, önceden tahmin edilemeyecek olayların meydana gelme ihtimalleri üzerinde duruluyordu. Bu tahlile dayalı olarak; stratejik konseptin ışığında yapılabilecek harekât tipleri ve ihtiyaç duyulacak yetenek çeşitleri belirtilmekteydi.

Nisan 2009’da ise NATO liderleri “İttifak Güvenlik Deklarasyonu”nu benimseyerek yeni bir stratejik konsepte gerek duyulduğunu belirliyorlardı. Bu deklarasyon NATO sorunlarının derinliğine incelenmesi ve tartışılması sürecini başlatıyordu.

Bu dönemde kapitalizm yapısal anlamda ekonomik bir krizle boğuşuyordu. NATO’nun da bu ciddi krizle birlikte yeniden düşünülmesi, önceliklerin yeniden gözden geçirilmesi ve kriz koşulları dikkate alınarak yapılandırılması gerekiyordu. 2010 Stratejik Konsepti, bu yeni gelişmelerin etkisi altında Lizbon Zirvesi’nde kabul edildi.

 NATO’nun “Lizbon Zirve Deklarasyonu” ve Kabul Edilen Yeni Stratejik Konsepti:

19-20 Kasım 2010 Lizbon Zirve Toplantısı’ndan sonra yayınlanan deklarasyon; NATO’nun patronunun ve üye devletlerin Soğuk Savaş’tan sonra karşılaşılan güvenlik sorunlarına bakış açılarını ortaya koymaktadır. Bu tarihten itibaren on yılda NATO’nun neler yapması gerektiği (gizli olmayan yanları) bu deklarasyonla ortaya konuluyordu.  Bu deklarasyonla, NATO kuruluş amaç ve felsefesinin aynen korunduğu bir kez daha ilan edilerek bu örgütün gerçekte kimin çıkarlarını koruyup kollamak için var olduğu vurgulanıyordu. Üye ülkelerin “bağımsızlık ve güvenliği”nin korunmasının temel ve kalıcı amaç olduğu,  bu ülkelerin korunması için gerekli olan “kolektif savunma”, “kriz yönetimi ve işbirliği” içinde “güvenlik”ten ibaret üç asli görevin yerine getirilmesine devam edileceğinin belirtilmiş olması; sonuçta ABD’nin ve Batı Avrupa’nın çıkarlarının belirleyiciliğini güçlendirici vurgulardan ibaretti. Bu anlayışı yansıtan yeni Stratejik Konsept, NATO üyelerinin emperyalizmin dünya ve bölgesel politikalarının hayata geçirilmesi sürecinde etkin bir şekilde görev almalarını sağlayacak yeteneklere sahip olmalarını öngörüyordu.

Bu alınan kararlarla, emperyal politikaların bir uygulama aracı olarak NATO’nun kriz yönetimlerine katkısının arttırılacağı da esas alınmaktaydı. Yıllar içinde edinilen tecrübeler, güvenliğin sağlanması ya da savunma adı altında yürütülen saldırılarda karşılaşılan karmaşık sorunların üstesinden gelebilmek için askeri yöntemlerin yanı sıra başka araçların da kullanılmasını gerekli hale getiriyordu. Avrupa-Atlantik bölgesinin içinde ve dışında (Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Körfez bölgesi gibi)NATO diğer aktörlerle birlikte hareket ederek siyasi, sivil ve askeri kriz yönetim araçlarını etkili kullanmak suretiyle emperyal amaçlı politikalar uygulamaya sokulabilmeliydi. Kararlara göre, istikrar ve yeniden yapılandırma sorumluluğu en uygun olarak bu konularda gerekli birikim, yetki ve yeteneğe sahip aktörler tarafından üstlenilmeliydi. Bu amaçla NATO’da gerekli kriz yönetimi planlaması yapabilecek ve diğer aktörlerle birlikte daha etkin olarak çalışabilecek, yeterli bir sivil birim oluşturulması kararlaştırılmıştı. Bu kararların hayata geçirilebilmesi için BM, AB, AGİT gibi uluslararası kuruluşlarla işbirliğine daha fazla önem verilmesi de amaçlanıyordu. NATO ve AB ortak değer ve stratejik çıkarları paylaşmakta ve kriz yönetim operasyonlarında yan yana çalışmaları hedeflenmekteydi. AB, krizlere müdahalede NATO’nun en başta işbirliği yapması gereken kuruluş olduğundan, yeteneklerinin geliştirilmesi desteklenirken çift başlılık da önlenmeliydi. Bu nedenle NATO-AB stratejik ortaklığı geliştirilmeye çalışılacaktı.

Görüldüğü gibi Lizbon’da alınan kararlarla NATO’ya, emperyalizmin ekonomik, siyasi ve ideolojik hegemonyasını diplomatik ve özellikle de askeri yöntemlerle sağlamlaştırma ve geliştirme görevi, dünyanın yeni koşulları dikkate alınarak yenilenmiş bir şekilde verilmekteydi.

Bu yeni dünya koşullarının önemli aktörlerinden biri haline gelen Rusya ile kurulacak ilişkiler de NATO’nun gündemini işgal ediyordu. Bu yüzden NATO-Rusya ilişkilerinin yeni bir tarife ihtiyacı vardı. Bu bağlamda, Rusya karşılıklı ve şeffaflığa dayalı olarak NATO ile olan işbirliğini derinleştirmeye davet ediliyordu. NATO-Rusya işbirliğine stratejik önem yükleniyor ve başta füzesavar sistemlerinin ilişkilendirilmesi olmak üzere Afganistan ve terörle mücadele, narkotik, korsanlık ve doğal afet yardımı konularında işbirliği olanakları gündeme getiriliyordu. Bu arada Rusya’nın AKKA antlaşmasına uymamasından duyulan endişe de belirtiliyordu.

ABD, NATO’yu öne sürerek geliştirmeye çalıştığı bu yeni Rusya politikasıyla Asya-Pasifik’te yükselen güç Çin’e karşı önemli bir taktik geliştiriyordu. NATO üzerinden giderek Rusya’yı Çin’in yanından çekmeyi ve böylece bir Asya cephesi oluşmasını engellemeyi amaçlıyordu.

Lizbon toplantısıyla ortaya çıkan bir diğer gerçek de; NATO’nun nükleer silahları envanterinde bulundurmaya devam edecek olmasıydı. Avrupa’da konuşlu nükleer silah sayısı azaltılmış ve NATO stratejisinin nükleer güçlere olan bağımlılığı asgari düzeye indirgenmiş olmasına rağmen yeterli düzeyde nükleer ve konvansiyonel kuvvet yapısını korumayı sürdürecekti.  

Bu deklarasyonun sonuçları itibariyle bizi ilgilendiren en önemli yanı Balistik füze tehdidinin giderek artması iddiası ve bu iddianın kaynağına karşı alınacak tedbirler kısmıydı. NATO’nun bütün üyelerinin topraklarını da kapsayan bir füzesavar sisteminin oluşturulmasının gerekli olduğu sonucuna varılıyordu. Bundan sonra NATO kuvvet yapısı konvansiyonel ve nükleer kuvvetlerin yanı sıra füzesavar kuvvetlerini de içerecekti.

ABD ve NATO balistik füze tehdidinin kaynağı olarak neresini görüyordu? Hiç şüphesiz ABD’nin tehdit olarak gördüğü ülke İran’dı ve bu devleti NATO üyesi ülkelerden de daha fazla değer verdiği İsrail için tehdit olarak görüyordu. İsrail’in ABD için NATO üyelerinden de önce gelen stratejik müttefiki olduğunu herkes bilmektedir. İsrail’i İran füzelerinden korumak için bu karar alınıyordu ve Lizbon’da alınan bu karar gereğince de Kürecik’e radar üssü kuruluyordu.

 Lizbon Deklarasyonu’yla siber tehditlerin hızla artmakta olduğu ve bu yolla yapılacak taarruzlara karşı güvenliğin sağlanması konuları NATO doktrinlerine dahil ediliyordu. Siber savunma kapsamında bu tür saldırıların tespiti, değerlendirilmesi, önlenmesi, saldırı sonrası sistemlerin geri kazanımı konuları merkezi siber korunma yeteneği kapsamında ele alınacağı belirtiliyordu.

İstikrarlı ve güvenilir enerji tedariki, alternatif enerji ulaştırma hatlarının, tedarikçilerinin ve kaynaklarının çeşitlendirilmesi, enerji şebekelerinin birbirlerine bağlanmaları kritik önemini koruduğu tespiti yapılıyordu. Enerji güvenliği konusu da NATO politika ve etkinliklerine dâhil edilerek, bu konuda NATO ortakları ile danışma ve işbirliği içinde olunacağı benimseniyordu.

Enerji güvenliği konusu açısından bakınca Türkiye’nin jeostratejisi tartışma götürmez. Hem Doğu Akdeniz, hem Ortadoğu ve Körfez bölgesi hem de Hazar havzası gibi dünyanın en büyük enerji kaynaklarının bulunduğu bir bölgenin ve buralardan çıkarılacak petrol ve doğalgazın Batı’ya taşınması için güvenli ortamın sağlanmasında Türkiye’nin öneminin yadsınamayacağı ortada. Bu bölgenin Batı emperyalizminin kontrolü altında tutulabilmesi ve ulaşım yollarının güvenliğinin sağlanabilmesi için Türkiye’nin vaz geçilmez olduğu açık. İşte sadece bunlar için bile Türkiye’yi ellerinin altında tutmak isterler, Türkiye’de iktidarları değiştirirler, yıkarlar ve bu emperyal düzene, bu tertiplere karşı çıkanları da hep birlikte ezmeye çalışırlar.

Lizbon’da aldıkları kararlara göre, çevresel sorunlar ve kaynak sınırlamaları, sağlık riskleri, iklim değişiklikleri, su kıtlığı, artan enerji ihtiyaçları NATO’nun ilgi sahasındaki güvenlik ortamını şekillendirecek unsurlardır. Bu durumun NATO planlama faaliyetlerini önemli ölçüde etkileyebilecek potansiyele sahip bulunduğu tespiti yapılmaktadır…  Ama bu tespiti yapan emperyalist güçlerin dünyayı kirletmeye, çevreyi tahrip etmeye devam ettikleri ve bu gidişle devam edecekleri de bir gerçek. Her şey bir yana silahlanmaya devam eden, dünyanın her köşesinde savaşlar çıkartan, enerji kaynaklarını ele geçirebilmek için içsavaşları ve ülkelerin bölünmelerini körükleyen bir gücün çevre sorunlarından, sağlıktan, iklim değişikliğinden vs’den yakınması abestir. Daha çok kar ve sömürü için dünyayı sonuna doğru sürüklemekten bile kaçınmayan emperyalist kapitalizmin en önemli saldırı örgütünün bu sorunların çözümü yönünde çaba harcayacağı beklentisine girmek saflıktan da öte bir durumdur.

Afganistan işgalinin sürdürülmesinde rol oynayan ISAF’ın faaliyetlerinde NATO’nun önemini biliyoruz. Lizbon’da BM, AB, Dünya Bankası, Japonya ve 21 NATO Ortağı ile birlikte İttifak’ın Afganistan’a olan uzun vadeli taahhüdü vurgulanıyor ve 2011 yılı başından itibaren 2014 yılı sonuna kadar güvenlik sorumluluğunun Afgan güçlerine devredilmesi öngörülüyordu.

Afganistan’da bir yanda dinciler diğer yanda ABD ve ortakları halkı kıskaca almış durumdalar. NATO bu kıskacın dayanaklarından, halkı boğan kerpetenin taraflarından biridir ve bölgede egemenliğini sürdürmek isteyen ABD’nin haksız ve dışarıdan müdahalesinin baş aktörü durumundadır. NATO kararları Afganistan’ı ve Afgan halkını kurtarmamıştır. Tersine ABD’nin Orta Asya-Körfez ve Hint Okyanusu’nda hegemonyasını kurmasına hizmet etmektedir. Afganistan’daki Türk askerinin konumu da bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir.

Bu deklarasyonda, NATO’nun savunma ve caydırma olanaklarının gözden geçirileceği; NATO’nun mevcut komuta yapısı ve kurumlarında, kaynak yönetiminde, karargâh yapılanmasında reformlar gerçekleştirileceği ve geleceğin ihtiyaçlarına cevap verebilecek duruma getirileceği belirtilmektedir. Bu amaçla mevcut karargâhların sayısında önemli bir azaltma, karargâh personel mevcutlarında %35’e varan indirimler öngörülüyordu. Yeni yapının üye ülkelerin milli karargâhları ile ilişki içinde olacağı belirtilerek bu ülkelerin ordularının aslında NATO’nun denetimi altında olduğu vurgulanmaktaydı. Yine yeni yapının bölgesel odaklanmasının söz konusu olduğu ve yeni komuta yapısı ve karargâhların coğrafi konuşlanma kararının alınacağı belirtiliyordu.

Yeni Yapılanma Sürecinde Türkiye’nin Yeri

Yeni karargâh yapılanması, bölgesel odaklanma ve karargâhların coğrafi konuşlandırılmasıyla ilgili alınan karar gereği, NATO’nun Madrid ve Heidelberg üslerinin kapatılarak İzmir’in bu üslerin yerini alması ve Kürecik radar üssünün de kuruluşundan sonra Türkiye, ABD emperyalizminin ve NATO’nun operasyon üssü haline getiriliyordu. ABD’nin Doğu Akdeniz, Ortadoğu ve Körfez bölgesine yönelik stratejik politikalarının ve enerji operasyonlarının Türkiye üzerinden yürürlüğe sokulması ve daha fazlasının da önümüzdeki dönemde kotarılacağı gün gibi ortada.

NATO’nun yeni operasyonel yapılanması çerçevesi içinde Kasım sonunda İzmir’e taşınan üssün açılışında NATO Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Komutanı Oramiral James G. Stavridis bir konuşma yaptı. Stavridis bu konuşmasında NATO ile Türkiye ilişkilerini değerlendirerek, “Türk halkına Türk Silahlı Kuvvetleri’ne teşekkür ediyorum. NATO’nun Afganistan, Balkanlarda, Libya’da birçok gittiği ülkelerde Türkiye’nin çok önemli katkısı oldu. NATO tarihi boyunca nerede görev yaptıysa Türkiye’nin orada çok önemli katkıları olmuştur. NATO her zaman Türkiye’ye güvendi. Türkiye’de NATO’ya rahatlıkla güvenebilir. 50 yıldır bu ittifak ile Türkiye çok sıradışı işler yapıyor. Özellikle Afganistan’da ve Libya’da büyük rol oynadı. NATO’nun gittiği her yerde Türkiye’nin güzel izlerini görmek mümkün. NATO yeni yapılanma içinde. Komuta merkezlerini 11’den 6’ya indiriyoruz. Bunlardan birini de İzmir’de görmek mümkün. İzmir’in olmasını da çok sembolik olduğunu düşünüyorum. Çünkü İzmir tarih boyunca her yerde kültürlerin kesişme noktası olmuş. İzmir’e bakarsanız NATO’da ittifakı 28 üye ülkeyi bir araya getiren bir köprüdür. Bu yüzden İzmir’de olması sembolik bir anlam taşıyor. NATO’ya bağlı tüm komuta merkezlerinde personel sayısını 13 bin askerden de 8 bin askere düşürdük. Bunun sebebi de yeni teknolojiler var. Daha hızlı ve etkin bir iletişim var. İzmir çok önemli bir komuta merkezi olacak. İzmir üssünü NATO’nun geleceğinde önemli bir parçası olarak görüyoruz. Komutanımıza da güveniyoruz. Kendisini alanından çok önemli başarıları var. İyi bir kaptan olarak bu gemiyi yürüteceğinden eminim” dedi.

Gemiyi yürütecek kaptan olan ABD Kara Kuvvetlerinden Korgeneral Frederick Ben Hodges da törende şöyle konuşuyordu; “Gördüğüm en iyi askerler ile çalışıyorum. Türkiye ittifaka, etkinliğine ve yeteneklerine önemli katkılar yaptı. İzmir’in 28 ülkenin ortak kararı olduğunu unutmayalım. Bu da güven teyidi anlamını taşıyor. 28 ülkenin kara komutanlığı etkin şekilde ortak operasyonlar yapması, hazırlık ve tekniklerin modernizasyonları üzerine buradaki merkezde çalışacak. Türkiye’de yeni dönemde ekonomik zorluklar var ancak bu görevlerimizin etkinliğini durduramaz. NATO dünyanın birçok yerinde önemli görevler yaptı. Daha güvenilir bir gelecekte yaşamak için çalışmaya devam edeceğiz” diye konuştu…

Törenin ardından görevine başlayan Korgeneral Ben Hodges konuşmasına şöyle devam ediyordu, “Az önce törende Stavridis’in konuşmasını dinlediniz. Konuşmasında özellikle Türkiye’nin NATO için arz ettiği önemi vurguladı. Türkiye’nin gerek coğrafi konumu, NATO’nun ikinci büyük silahlı kuvvetlerine sahip olmasının NATO için ne kadar önemli olduğunun altını çizdi. NATO’nun her zaman Türkiye’ye güvendiğini, Türkiye’nin de NATO’ya güvendiğini, arada her zaman bir güven ilişkisi içinde bulunduğunu ve muhafaza edildiğini söyledi. Karargahın geleceğinden çok mutluyum. Askeri personelimizin görevlerini en iyi şekilde korunmalarını da sağlamak için gerekenleri yapacağız” diyordu. (Hürriyet Ege, 1.12.12, abç.)

Bu iki Amerikalı NATO komutanının konuşmalarından çıkartılacak sonuç; Türkiye, NATO’nun önümüzdeki dönemdeki jeopolitiği ve operasyonel stratejisi için daha yoğun olarak kullanılacaktır. AKP iktidarının son dönemlerde Türkiye’yi, ABD’nin istekleri doğrultusunda, yeni konsepte uygun bir şekilde donatmakta ve yeni görevlere hazırlamakta olduğuna tanık oluyoruz. Bu yeni yapılanmayı gerekli kılan yeni görevlere ve döneme yönelik olarak Türkiye’de yapılan hazırlıkları özetlersek:

1-NATO’nun 2010 Lizbon Deklarasyonu’ndan sonra Malatya-Kürecik’e NATO görünümlü ABD radar üssünü kurdular. Böylece ABD çıkarlarının, üslerinin ve İsrail’in herhangi bir saldırıya karşı güvenliklerinin sağlanması için önemli bir adım atılırken her türlü risk ise ülkemize ve halkımıza yıkılıyordu. 

2-NATO’nun Libya operasyonuna Başbakan önce karşı çıkarken sonra bu saldırıya katılarak geleceğini ABD’nin ve Batılıların emrinde olmakta gördüğünü açıkça ortaya koymuştur. Bu saldırı ile Kuzey Afrika’da 1960’lardan itibaren emperyalizme karşı gelişen itirazlar gecikmeli de olsa boğuluyordu. Böylece bu bölgede emperyalist hegemonya yeniden kuruluyor ve Türkiye de bunun bir parçası haline getiriliyordu.

3-ABD ve İsrail’in öncülüğünde yürütülen Batı emperyalizminin Suriye operasyonuna Suudi Arabistan ve Katar’la birlikte aktif olarak katılan AKP iktidarı ülkenin başına yeni çoraplar örülmesine öncülük ediyor. İşbirlikçi Suriyelilerin ve bu ülkedeki saldırılarda, katliamlarda kullanılan paralı askerlerin yönetilmesi, eğitimi ve lojistiği büyük ölçüde Türkiye üzerinden yapıldı, yapılmaya da devam ediliyor. Bu ülkede yaratılan içsavaş nedeniyle farklı mezhepler ve etnik kesimler arasında kanlı bir düşmanlık ortamı oluşturuldu. Bu düşmanlığın sonunda Suriye’yi bölünmeye doğru sürükleyeceğini söylemek abartı olmasa gerek. Suriye’nin sürekli kan kaybetmesine ellerini ovuşturanların ise fırsat kolladıkları ve bölgede daha büyük çatışmalara zemin hazırlamaya çalıştıkları açık. İsrail’in bu ülkeyi bombalamasını da bu bağlamda ele almak gerekir.

4-ABD’nin isteği gereği oluşturulan NATO kararı sonucunda; Kürecik’e radar üssü kurulmasından sonra, İzmir’e NATO’nun Akdeniz bölgesi kara kuvvetleri üssünün taşınmasıyla birlikte, Türkiye’nin Güney-doğusuna Patriot füze sistemleri kurmaları ülkemizin emperyalistlerin çıkarları için ne gibi karanlık yollara sokulmakta olduğunu gösteren ciddi işaretlerdir. Suriye’nin Türkiye’ye füze saldırısı yapabileceği propagandasıyla Türkiye’ye Patriot füzeleri yerleştirme kararı alınıyor. Gerçekte ise Amerika’nın İncirlik ve Kürecik’e kurulan radar üssünün korunması amacıyla ülkemize Patriotlar getirilerek bir yandan İsrail’in güvenliği sağlanmakta diğer yandan da bölge ülkelerine gözdağı verilmektedir. Bu oyunu gizlemek için de Suriye’nin kimyasal silahları ve füzeleri bahane edilmektedir. AKP halkımıza gerçekleri söylemiyor, kitleler bir kez daha kandırılmaktadır. Tıpkı Çekiç Güç’ün Türkiye ve Kuzey Irak’a yerleşmesi sırasında dönemin iktidarının yaptığı gibi.

AKP Gerçekleri Halktan Gizliyor

Kürecik’e kurulan radar konusunda olduğu gibi Patriotların yerleştirilmesi konusunda da AKP halka doğruları söylemedi, söylemiyor. Ama gerçeğin bir kısmı da olsa zaman içinde ortaya çıkıyor.

Bu ülkenin Başbakanına 7 Kasım 2012’de, Endonezya gezisi sırasında gazeteciler, Patriotlaların Türkiye’ye yerleştirileceğine dair Reuters’in bir Türk Dışişleri yetkilisine dayanarak verdiği haberle ilgili soru yöneltirler. Başbakan’ın yanıtı şöyle oluyor: “NATO’dan sınıra füze talebimiz olmadı, iddialar asılsız. Bu füzeyi alma konusunda karar verecek merci biziz. Bu dışişleri yetkilisi kim. Böyle bir şeyden haberimiz yok. Sağır duymaz uydurur cinsinden Reuters bir haber yapıyor.”

Başbakan’ın ‘yalanlamasıyla’ ne olduğu ilk anda anlaşılamayan Patriot sorunu, A. Davutoğlu’nun aynı gün Belçika Dışişleri Bakanı ile Brüksel’de yaptığı görüşmeden sonra açıklığa kavuşmaya başlar.  Patriotların yerleştirilmesi sürecinde yaşananları özetlediğimizde sorunun gerçek fotoğrafının daha net ortaya çıktığını görürüz.

5 Kasım 2012’de NATO Genel Sekreteri Rasmussen, Brüksel’de düzenlediği basın toplantısında Suriye sorunuyla ilgili bir soru üzerine NATO’nun Türkiye’ye destek taahhüdünü yineleyerek, Suriye sınırına Patriot füze rampaları yerleştirilmesi konusunda Türkiye’den bir talep almadıklarını açıklıyordu.

6 Kasım’da İlk olarak Reuters haber ajansı, Türk Dışişleri’nden üst düzey bir yetkiliye dayandırdığı haberinde, Türkiye’nin Suriye sınırında konuşlandırmak için NATO’dan Patriot füzesi istediğini duyuruyordu. Anadolu Ajansı da bu haberi abonelerine geçti.

7 Kasım’da bu haberin ardından Endonezya’da bulunan Başbakan R.T. Erdoğan gündeme gelen bu iddiaya ilişkin olarak “Böyle bir şeyden haberim yok…” diyerek haberi yalanlıyordu.

Aynı gün,Başbakan’ın haberi yalanmasından birkaç saat sonra ise Brüksel’de bulunan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’dan açıklama geldi. Davutoğlu, “İhtimal planlamaları çerçevesinde NATO’da her şey konuşulur. Patriot kelimesi sihirli bir kelime mi? Sonuçta bu bir hava savunma sistemi” diyerek NATO’nun Türkiye’ye Patriot füze sistemlerini vermeye hazırlandığını açıklıyordu.

8 Kasım’da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’de Başbakan’dan farklı olarak A. Davutoğlu’nu destekleyen bir açıklama yapıyordu. Gül Çankırı’da yaptığı açıklamada, “Türkiye NATO’nun en eski üyelerinden biridir. Suriye’de çarpışmalar devam ediyor. Bu ülkede kimyasal silahlar olduğu biliniyor. Umarım Suriye Türkiye’ye karşı akılsız bir hareket yapmaz. Ama bu tür sıcak gelişmeler oldukça bazı tedbirlerin alınması zorunludur. Savunma amaçlı olarak bu tip ihtiyat planlamaları mevcuttur.” diyerek Patriotların Türkiye’ye konuşlandırılacağını doğrulamış oluyordu.

Aynı gün, 8 Kasım’da konuyla ilgili Washington’dan da ilk resmi açıklama geldi. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland, Türkiye’nin Suriye sınırındaki olayların patlak vermesi sonrasında sunduğu talep doğrultusunda 4. maddeyle ilgili NATO içerisinde Türkiye ile istişareler yürütmelerinden bu yana, Türkiye’nin başka ne gibi savunma desteklerine ihtiyaç duyabileceği konusunda NATO bünyesinde ve Türkiye ile çalıştıklarını söyledi.

Başbakanın haberim yok demesine rağmen NATO’nun Türkiye’ye Patriot rampaları yerleştireceği ortaya çıkmıştı.

15 Kasım’da Genelkurmay Başkanlığı, NATO’dan bir heyetin, askeri bir uçakla Diyarbakır’a indiğini ve patriot füzelerinin konuşlanmasına yönelik incelemelerde bulunduğuna dair haberleri yalanlıyordu. Artık bu yalanlamaların ne anlama geldiğini Amerikancı ve Amerikan İslamcısı olmayan herkes biliyordu.

Bu gelişmelerin asıl iplerini elinde tutan ABD Savunma Bakanı Leon Panetta, “Türkiye Patriot talep etti, verebiliriz” diyordu.

20 Kasım’da ise Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye sınırına yerleştirilmesi planlanan Patriot füzeleri için yürütülen müzakerelerin son aşamaya geldiğini açıkladı. Bakan Davutoğlu, “En kısa zamanda resmi müzakereler sonuçlandırılacak. Çok uzun sürmez” diyordu.

Başbakan’ın Patriotlar konusunda hiç bilgilendirilmediği yapılan karşılıkla açıklamalarla ortaya çıkarken benzer bir durum predatorların alımı sırasında da yaşanmıştı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın G-20 zirvesinde ABD Başkanı Barack Obama ile görüşürken iki adet Predator gönderilmesi talebinde bulunmuş ama o esnada dört adet Predator’un İncirlik’te olduğu ortaya çıkmıştı. Predatorların Başbakan Erdoğan’ın Obama ile yaptığı görüşmeden yaklaşık 20 gün önce, İncirlik’e ulaştığı açıklanmıştı. İlk iki predatorun 16 Ekim’de, diğer iki predatorun da 23 Ekim’de İncirlikteki ambara çekildiği bilgisi verilmişti.

22 Kasım 2012’de AKP sözcüsü Hüseyin Çelik düzenlediği basın toplantısında “Tetik, Türkiye’de olacak” diyerek tepkileri etkisizleştirmeye çalışıyordu. Fakat çok geçmeden NATO Genel Sekreteri A. Fogh Rasmussen 27 Kasım 2012’de “komuta NATO’da olacak” diyerek Hüseyin Çelik’i açığa düşürecekti.

Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’ın 5 Şubat 2013’de TBMM’de yaptığı açıklamaya göre, Türkiye NATO’dan resmen 21 Kasım 2012’de Patriot isteminde bulunmuştur. Ama gerçek durum, 4 Aralık 2012’de yapılan NATO Dışişleri Bakanları toplantısında açığa çıkıyordu. Aslında Patriotların yerleştirilmesi isteği Türkiye’den gitmemiş NATO’dan gelmişti. 4 Aralık tarihli Hürriyet’e göre, NATO’da görevli olan ve isminin yazılmasını istemeyen bir yabancı diplomat bir grup yabancı gazeteciye “ Türkiye resmen Patriot talep etmeden önce, Suriye ile tansiyonun yükselmesi üzerine önce NATO’nun Ankara’ya bu teklifi yaptığını söyledi.” Diplomat, “Türkiye’nin daha aşırı bir adım atmasını önlemek için ‘Talep edin, hemen size Patriot verelim’ dendi. Ankara da bunu kabul edip yatıştı” ifadesini kullanıyordu.

Bu verilere bakınca, Başbakan’ın haberi olmadan Türkiye’ye Patriotların yerleştirilmesine karar verildiği kuvvetli ihtimal oluyor. Ama yaygın kanı ve İsmet Yılmaz’ın açıklamasına göre ülkenin başbakanına rağmen Davutoğlu ile işin bağlandığı anlaşılıyor.

Görüldüğü gibi, Patriotlarla ilgili yaşanılan süreci gözden geçirince ortaya çıkan gerçeklik bu füzelerin bizzat ABD ne NATO’nun isteği doğrultusunda Türkiye’ye talep ettirilerek ülkeye yerleştirildiğidir. Diğer gerçek de; Patriotlarla İsrail’i korumakla görevli Kürecik Radarını ve İncirlik üssünün güvenliğini sağlamayı amaçladıklarıdır. “Türk halkını korumak için yerleştiriyoruz” gerekçesi doğru değildir. Çünkü Patriotların menzili sınırlardan girecek ne füzeleri ne de uçakları hemen karşılamaya yetmemektedir. Suriye sınırından yaklaşık 300 km içeride konuşlandırılan Patriotların menzilleri, Milli Savunma Bakanının açıklamasına göre, “…füzelere karşı 20 kilometre, uçaklara karşı 120 kilometredir. Bir diğer tipin ise füzelere karşı 36 kilometre, uçaklara karşı 65 kilometredir.” Bu kadar menzilleriyle nereyi koruyacaklar? Sınırdan itibaren yaklaşık 180-280’km’lik kısmı nasıl koruyacaklar?

Sonuç Olarak

Son yıllarda, NATO’nun bütün önemli kararlarında Türkiye en önemli operasyon gücü ve üs bölgesi olarak öne çıkmaktadır. Ülkemiz hiçbir dönemde olmadığı kadar ABD emperyalizminin bölgedeki her türlü operasyonunun aleti haline sokulmuştur ve bu eğilim hızlanarak, daha da boyutlanarak devam etmektedir. Bu fikri doğrulayan gelişmelerden biri de geçtiğimiz Eylül’de ABD’de Colorodo’da Türk Özel Kuvvetleriyle Amerikan Özel Kuvvetlerinin gerçekleştirdikleri ortak tatbikattır. Genelkurmay temsilcisi bu kuvvetler hakkında TBMM’nin Milli Savunma Komisyonu’nda bilgi verirken yapılacak işlerin ipuçlarını da vermiştir. Temsilci bu kuvvetleri şöyle tarif ediyor: “Hava, deniz ve kara gibi klasik unsurların yapamadıkları görevleri üstlenen, sosyal, toplumsal ve terör gibi konularda özel eğitim almış, yurtiçi ve dışında faaliyet gösteren özel kuvvetlerdir”. Askeri temsilcinin özel kuvvetlerin görev tanımını yaparken kullandığı bir başka ifade ise ilginçtir: “bayağı derin konular”.(Hürriyet,13 Aralık 2012, abç). ABD ve Türkiye’nin özel kuvvetleri ortak tatbikatları ne için yapıyorlar, hangi operasyona hazırlık yapılıyor, gündemde yoksa Suriye’ye ya da başka bir Ortadoğu ülkesine ortak operasyon mu var? Kürecik’e kurulan radar, İzmir’e taşınan NATO üsleri, Patriot füze sistemlerinin kurulması, özel kuvvetlerin ortak tatbikatları, savaştırılan para-militer güçler ve bu gidişe direnme ihtimali olan kesimlerin türlü tertiplerle tasfiyesi… Son bir-kaç yıl içinde atılan bu adımlar ne için, yolculuk nereye?

 AKP, ABD ve NATO politikalarının bölgedeki uygulayıcılarından biri olduğu sürece iktidarda kalabileceğini iyi bilmektedir. Ülke içinde yürüttüğü gerici, faşist operasyonları da ABD ile birlikte aynı yaklaşım ve uyum içinde gerçekleştirmektedir. Zaman zaman bazı gelişmeler karşısında farklı yaklaşımlar içinde oldukları gibi görünümler ortaya çıksa da en sonunda ABD’nin ve politikalarının belirleyici olacağı açıktır. 1946’dan bu yana, ABD’nin tahakkümü altına sokulmaya başladığımız yıldan beri, politikalarda ve uygulamalarda dönemsel çelişkiler, farklılıklar meydana gelmiş olsa da sürecin genel doğrultusu hegemon gücün istediği yönde olmuştur. Kaldı ki, günümüzde büyük sermayenin yoğun bir biçimde iç içe geçmişliği, emperyalist sermayenin çok yönlü belirleyici etkinliği, askeri alanda ABD ve NATO’ya bağımlılığın gün geçtikçe daha fazla artması, özellikle Genişletilmiş Ortadoğu politikaları kapsamındaki bağımlılık ilişkileri son tahlilde AKP iktidarını emperyalizmin taşeronluğundan öteye götürmez.  AKP iktidarını bunun ötesinde gerçek dışı değerlendirmelerle nitelendirmenin, her şey bir yana, kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizmin özelliklerini anlamamak ve bu gerici iktidara kan vermek anlamına geleceğini unutmayalım.

Mehmet Ali Yılmaz

 

*Aralık ayında yazdığım ve V Dayanışma’nın Ocak 2013 tarihli 12. Sayısında “ Emperyalizmin Yeni Saldırı Planı NATO’nun Yeni Konsepti ve Türkiye” başlığıyla yayınlanan bu yazıyı güncelleyerek ve bazı ekler yaparak Anafikir’de de yayınlıyorum.

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir