Search
Close this search box.

Akil’ler Kürt Sorununda Barış Sağlayabilir Mi? -Av. Mehdi BEKTAŞ

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Halkların, ulusların, ülkelerin kardeşliğini savunmak

vazgeçilmezlerimizdendir. Halkların kardeş olmasını, iç içe birlikte özgürce yaşamasını herkes söylüyor, diliyor, istiyor; ama bunlar yetiyor mu?

Somut şartların somut tahlilini yapmadan, yere ve zamana bakmadan Kürt sorunu çözülebilir mi? Çözülürse nasıl çözülür?

Aslında “Ver kurtul”cularla, “vur kurul”cular sorunu basitçe çözüyor! Bunların sırtında yumurta küfesi yok!

“Ver kurtul” diyenlere “kimin malını kime veriyorsun?”;

“Vur kurtul” diyenlere de “Kimi vuruyorsun, tavuk mu kesiyorsun?” diyorlar.

Öncelikle bilinmeli ki Kürt sorunu yalnızca bugünün sorunu değil yılların sorunu, güncel olmaktan öte tarihsel; Türkiye’nin yanında İran’ı, Irak’ı, Suriye’yi ve hatta Kafkasları ilgilendiren bir boyutu var.

Bu sorundan Türkiye kadar komşular da etkileniyor, AB-D bölgeyi yeniden şekillendirirken bir unsur olarak bu sorunu kullanıyor. Hem ülke içinde hem de ülke dışında ilgileneni, karışanı, karıştıranı çok.

Sorun, içsel olmaktan çok dışsal, yerel olmaktan çok bölgesel bir içerik taşıyor.  

Son günlerde bu sorunu çözmek, ülkede süren “düşük yoğunluklu” iç savaşa son vermek, bir barış ortamı yaratmak adına, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkeleri üzerinde operasyonlar düzenleyerek iktidarını kalıcı kılmak, yeni Osmanlıcılık adıyla sistem değişikliğine giderek, Ortadoğu’yu içine alacak Sünni İslam referanslı hegomonik bir yapı oluşturmak düşüncesiyle hareket eden AKP iktidarı ile emperyalizmin Irak ve Suriye’de iç çatışmalarla oluşturduğu kaotik ortamından yararlanarak, 30 yıldır süren silahlı mücadelenin yarattığı özgüvene güvenerek, Türkiye ile federatif ya da konfederatif bir birliktelik oluşturmayı, bu olmazsa Türkiye topraklarının bir kısmını da içine alacak bağımsız bir devlet kurmayı düşleyen Kürt hareketinin işbirliği sonucu yeni bir süreç başlamış görünüyor.

Bu süreçte iktidar, sorumluluk bende diyerek halkı ikna etme görevini Akil’lere veriyor. İktidar yanlısı, dinci, neoliberal, ayrılıkçı unsurlardan oluştuğu anlaşılan bu Akil’ler, halkı neye ikna edecek?  “Kanın durmasını sağlayalım” demeleri yeterli olacak mı?

Bunu bilemiyoruz, yaşayıp göreceğiz…

Görsel ve yazılı basında, iktidar yandaşları ya da karşıtları sürecin olumluluğu, olumsuzluğu konusunda pek çok görüş ortaya atıyor, tartışıyor. İktidarla olan ilişkiler, ekonomik bağlantılar, beklentiler ister istemez yayınlarda belirleyici oluyor; muhalif partilerin ve iktidar karşıtı çevrelerin sesi-soluğu topluma ulaşmıyor, yeterince duyulmuyor. Tek yanlı propagandalarla toplum tutsak alınarak iktidar politikaları doğrultusunda yönlendiriliyor. Bu ne kadar böyle sürer, ne kadar etkili olur şimdilik kestirilemiyor.

Tartışmalarda kimisi barış süreciyle Türkiye Cumhuriyeti’nin dağılmasından, bölünmesinden, parçalanmasından söz ediyor; kimisi, ekonomik ve siyasi büyümesinden, dünya devleti olmasından dem vuruyor(!)…      

Biraz olaya derinden bakıldığında Kürtçülerin “Gerilla Vuruyor Kürdistanı Kuruyor” duygusuyla sevinç narası attıkları, Türkçülerin “Öl de Ölelim Vur de vuralım” diye tetikte bekledikleri görülebilir.

Çatışmacı iki yana mesafeli duran, iktidarın politikalarını eksik ve yanlış bulan bir kesim ise, “silahlar sussun, kan dursun, analar ağlamsı”nın çözümünü “halkların kardeşliği”nde görüyor, “taraflar görüşsün” diyor; ancak, sorunun çözüm konusunda elle tutulur, gözle görülür, açık, net, somut bir proje ortaya koyamıyor, havanda su dövüyor…

Bu durumda, AKP iktidarı eliyle, İslamın Sünni şemsiyesi altında, Akil’ler aracılığıyla Türkleri, Kürtleri, Acemleri, Arapları ve diğer halkları mutlu edecek bir çözüm bulunabilir mi, barış sağlanarak kan durdurulabilir mi diye insan ister istemez düşünüyor…  

Bizim toplumumuz ani davranır, hemen ümitlenir, “dereyi görmeden paçayı sıvamayı” pek sever, hatta bu bir alışkanlıktır… Bu coğrafyanın geçmişini bilmeden, tarihte yaşananları irdelemeden, güncele bakarak kesin bir yargıya varmak kolay mı?

 

Önce bazı düşünceleri açıkça belirtmek gerekiyor:

Birincisi, tarih masal değildir, gerçekliktir, kimseye acımaz, kimseyi kayırmaz; ders alırsan yararı olur, alamazsan sonucuna katlanırsın, ah, vah etmek bir işe yaramaz!

İkincisi, özgücüne güveneceksin, “el atına binen tez iner” atasözünü aklından hiç çıkarmayacaksın!

Üçüncüsü, emperyalizmin yellemesine gelip binlerce yıldır bir arada yaşadığın komşuna, arkadaşına, dostuna sırtını dönmeyeceksin, arkadan vurmayacaksın, vuranı vururlar, pişman olacağın işler yapmayacaksın!

Dördüncüsü, emperyalizmin trenine binip yola çıkmayacaksın, çünkü istediğin istasyonda inemezsin ya atlarsın ya atarlar, bunu da unutmayacaksın!

Beşincisi, Cumhuriyetin bağımsızlıkçı, laik, halkçı, bilimsel değerlerine saldırmayacaksın,  taassubun cehalet ve kölelik olduğunu bileceksin, ülkenin ve toplumun çağın dışına ve gerisine düşmesine neden olmayacaksın, neden olanlara da destek vermeyeceksin!

Altıncısı, bu değerlerin oluşması ve korunması için çok bedeller ödendiğini bileceksin, sorumlu davranacaksın!

Bu gün ülkede cumhuriyetin değerlerine sahip çıkanlarla karşıtları arasında sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve psikolojik bir savaşım olduğunu kimse yadsıyamaz.

Bu konuda ne yapılması gerektiğini bu ülkenin aydınlanma tarihi incelediğinde görülür. Bu yazının amacı da buna yardımcı olmaktır.

Önce bu ülke kimin, kim “kadim/eski” sorusuna yanıt bulalım…

Türkiye Cumhuriyeti Millet Meclisi’nde Kürt kökenli bir milletvekili (Sakık) “Kürtler bu coğrafyanın kadim halkıdır, siz Gürcüler, Çerkezler bu topraklara sonradan geldiniz, oturun oturduğunuz yerde” dediği basına yansıdı.

İmralı Cezaevi’nde yatan ülke topraklarını bölmeye teşebbüsten hükümlü Abdullah Öcalan, iktidarın onayı ile Diyarbakır’da halka okunan mektubunda,  “Anadolu’nun kadim halklarından” söz etti…

Bu topraklarda kim kadim kim değil, kim eski kim yeni? Kadim olmak için ne yapmak lazım? Hep mi dışarıdan geldik? Yabancı hiç yerli olamaz mı?  Kavimler kapısı, medeniyetler beşiği denilen Anadolu’da neler oluyor, neler konuşuluyor, bakar mısınız?

Bu düşünce sahiplerine şu söylenebilir: Bu topraklar burayı yurt edinenlerindir, üzerinde yaşayanlarındır, gönül bağıyla bağlananlarındır, elbette ki Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlarındır.

Bu yeter sanırım. Bunun dışında söylenecek her söz hoş olabilir, ama bence boştur.

Şöyle ki:   

Dünyamızın 4,5 milyar yıldan daha yaşlı olduğu, ilk yaşam izine 3,8 milyar yıl önce (Grönland) rastlandığı; ilk bitki izlerinin 2,5 milyar yıl önceye uzandığı (Güney Afrika’da),  ilk hücreli hayvanların 600 milyon yıl önce (denizlerde) oluştuğu,  500 milyon yıl önce (denizlerde) ilk omurgalıların, 400 milyon yıl önce (karalarda) ilk bitkilerin, 320 milyon yıl önce (deniz kıyılarında) ilk sürüngenlerin ortaya çıktığı; 200 milyon yıl önce sürüngenlerin bir kolunun insanın ataları memelileri meydana getirdiği;  yaklaşık 50 milyon yıl önce ortaya çıkan, primatlar denilen laymurları (larva-kurtçuk) ve de maymunları içine alan hayvanlar grubunun bir üyesi olan, insanın atası sayılan insanımsı yaratıkların (hominidler) ortaya çıktığı; insanımsıların (hominidlerin) 7 milyon yıl önce akrabalarından (goril, şempanze) ayrıldığı (1);  4 milyon yıl önce (Etopya) bir iklim soğuması sonucu ormansız açık alanda dik yürümeye başlayan (2), serbest kalan el ve kollarıyla çalışma olanağı kazanan “ilk insan”ın var olduğu; ilk insanın 2 milyon yıl önce kesilmiş taştan aletleri kullanmaya başladığı, bilimsel araştırmalar, arkeolojik kazılar, buluntular ve bulgularla doğrulanmaktadır. (3) 

İki ayağı üzerinde yürüyen, elini ve kolunu kullanma becerisi kazanan, beyinsel, zihinsel yetkinliğe ulaşan, doğayı anlamaya ve tanımaya çalışan insanın, ateşi bulması, yabani hayvanı ehlileştirmesi, MÖ 10 bin yıllarında göçebelikten yerleşik düzene geçmesi, tarımı, sulu tarımı keşfetmesi, hayvan, su ve rüzgâr gücünden yararlanmaya başlaması, MÖ 3.200’lerde yazıyı (Sümerler) bularak kendisini daha da geliştirmesi, yerlilik yabancılık gibi bir ayrımı anlamlı kılar mı?  

Hani Şairimiz Ahmet Arif:“        Anadoluyum ben,

  Tanıyor musun?

……..

Ne İskender takmışım,

Ne şah ne sultan

……

Nasıl severim bir bilsen.

Köroğlu’nu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri…

Sonra Pir Sultanı ve Bedrettin’i.

……..

Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,

Her biri vazgeçilmez cihan parçası.

Kaç bin yıllık hasretimin koncası,

…………..

Bir umudum sende,

Anlıyor musun?” der ya, başka ne istenir, ne aranır?

 

Tarihçiler, yazının bulunmasını “tarih anlatımında” bir başlangıç olarak ele alır; önceki döneme Tarih Öncesi Çağ (prehistorik devirler), sonraki döneme Tarihi Çağ derler. 

Tarih Öncesi Çağlar içinde yer alan Eski Taş Çağı(MÖ 600 bin yıl- 10 bin yıl ) ile Orta Taş Çağı’nın (MÖ 10 bin- 8 bin) izlerine Anadolu’da da rastlanır (Antalya). Yeni Taş Çağı’ndan (Neolitik) kalma (MÖ 8 bin- 5.500) ileri düzeyde birçok yerleşim yeri ortaya çıkar. Avcılık ve bitki toplayıcılığı (Paleotlitik Çağ) ile başlayan, tarıma ve yerleşik yaşama geçilmesiyle (Neolitik Çağ) birlikteliklerin oluşması sürecinde, yaklaşık 5.000 yıl önce (MÖ 3.000) Fırat, Dicle nehirleri (Mezopotamya), İndus Nehri (Hindistan), Sarı Nehir (Çin), Nil Nehri (Mısır) havzalarında insanların yaşam izlerine rastlanır, benzer izler Anadolu’da da görülür.

Nil,  Fırat, Dicle, İndus ve Sarı Nehir çevresinde ilk uygarlıkların oluşumunu sağlayan, tarımsal üretime ve yerleşik yaşama geçen insanlığın, MÖ 2000–1500 yılları arasında, Orta Asya’nın Baykal, Balkaş, Aral ve Hazar Denizi havzalarında,  yüksek dağların kar sularıyla beslenen düzlüklerinde, akarsu çevrelerinde,  avcılık, hayvancılık ve basit çiftçilik şeklinde göçebe çobanlık yaptığı anlaşılır…

Böylece, tarihsel süreç içerisinde ateşi bulan, hayvanı uysallaştıran, ata binen, ok atan, tekeri keşfederek araba yapan, atı arabaya koşan, suda sal yüzdüren, rüzgâr gücünden yararlanarak ırmaklarda, göllerde, denizlerde yelkenli gezdiren insanın yaratıcılığı, herhangi bir halkın tekelinde olabilir mi?

Dünyada herkes her yere gider her yerden gelir. Nitekim öyle de olmuştur. Dünya kimsenin babasının tapulu mülkü değildir, herkesindir. Bu bakımdan ben kadim o değil, ben yerliyim o değil gibi değerlendirmeler gerçekçi değildir. Bu topraklarda doğmuş, yaşamış insanlara, senin babanın babasının dedesinin dedesi filan yerden gelmiş, sen buralı değilsin denebilir mi? Bunu demenin ne mantığı olabilir? İnsan insana karışmış, halklar halklara karışmış, dün dünde kalmıştır, geçmişi bilelim ama günümüze bakalım!

Dünyadaki kavga sen ben kavgasından ötedir, bu topraklarda kim barınacak, bu toprakları kim işleyip ürününü alacak, kim yiyecek ve ülkeyi kim yönetecek kavgasıdır. Bu topraklar bizim diyenler de biz yöneteceğiz, biz ekeceğiz, biz yiyeceğiz derdinde değiller mi?   

Bütün bu gerçekler ortada iken, dünyada hegomonik bir yapı kuran AB-D emperyalizmi, sinsi planlarını Asya’da, Afrika’da, Balkanlarda, Kafkaslarda, Ortadoğu’da devreye sokuyor, yeraltı yerüstü zenginliklerini tamamen ele geçirmek için çalışıyor. Binlerce yıldır bir arada yaşamış, “kaderde, kıvançta, tasada” birlik olmuş, birlikte ağlayıp, birlikte gülmüş insanları, inançsal, etniksel, kültürel ayrışmaya iterek birbirine düşürüyor ve buna da “kimlik demokrasisi” diyor…

Birçok safdilde buna seyirci kalıyor, dinci iktidar eliyle sınıflar demokrasisi yerine oturtturulmaya çalışılan cemaatler, mezhepler ve etniksiteler demokrasisine onay veriyor…   

Demokrasi, özgür insanın yönetim biçimidir. Eşitlik olmadan özgürlük, özgürlük olmadan demokrasi olamayacağına göre, dinin, mezhebin, tarikatın ve ırkın tutsağı olmuşların, emperyalizmin güdümüne girmişlerin, özgür olması, özgür davranması mümkün müdür?

 

İşbirlikçi, dinci, mezhepçi, tarikatçı, ırkçı iktidarların demokrasiyi içselleştirip yaşatması olası mıdır?

Herkes şunu bilsin ki, dincilerin, ırkçıların, ayrılıkçıların, işbirlikçilerin ipiyle kuyuya inenlerin ipi eninde sonunda tutanın elinde kalır…

Halklar arası bir çatışma varmış gibi barış sağlamaya çalışan Akil’ler, Türklerin ve Kürtlerin tarihini, ilişkilerini, bir ulusun parçaları olup olmadıkları konusunu nasıl ele alacaklar, bu konularda yeterli bilgiler var mı, biliyorlar mı?  Biliyorlarsa kaynağı bilimsel mi, yoksa kulaktan dolma mı? Bu konuda yeterli bilgi yok!

Bunların “Akil”ler grubunda yer almaları, iktidarının başının konuşmasını huşu içinde dinlemeleri, cumhuriyetin değerlerine yapılan saldırıyı coşkuyla alkışlamaları, konuyu bilmediklerini ya da kavramadıklarını gösteriyor.  

İktidarın başının konuşmasına bakarsan Osmanlı içinde her şey güllük gülistanlıktı, halklar arası hiç çatışma yoktu, Rumlar, Bulgarlar, Arnavutlar, Sırplar ayrılıp ayrı devlet kurmamışlardı! Arap çeteleri İngilizlerle birlikte Osmanlıyı çöllerde arkadan vurmamıştı! Kürtler, Yavuz’un yellemesiyle Alevileri kesmemişti, “Hamidiye Alayları”yla Ermenileri ezmemişti! Şeyhülislam, Alevinin katli uygundur malı helaldir fetvası vermemişti! Padişah Vahdettin İngiliz, Fransız, İtalyanlarla işbirliği yapmamıştı! Hilafet ordusuyla, aznavur çeteleriyle milli mücadeleyi boğmaya kalkmamıştı! Ermeniler, Kürtler, Rumlar,  İngiliz, Fransız ve İtalyanların desteğinde Anadolu’yu paylaşmaya yeltenmemişti! Mehmet Akif şapka giyilmesine karşı olduğu için Mısır’a gitmemişti, İstiklal mahkemeleri kararlarıyla asılan İskilipli Atıf Hoca ve Şeyh Sait hain değil birer mümindi!  

Osmanlı toplumu cehalet ve taassup denizinde çırpınmıyordu, tüm tebaa sular seller gibi okuyup yazıyordu, kerrat cetvelini biliyordu,  dört işlemi mükemmel yapıyordu! Mektepler ve medreseler dini değil ilmi eğitim veriyordu, talebeler hür düşünceliydi, “dindar ve kindar” nesil yetiştirilmiyordu, her yeniliğe “istemezük!” diye ayağa kalkanlar gaipten geliyordu(!); Darülfünun “yaratılış teorisinin tutsağı” olmamıştı ve dinci molla değil âlim yetiştiriyordu, matbaayı gâvur icadı diye kapattırmamışlardı, rasathaneyi yıktırmamışlardı, icatları herkese parmak ısırtıyordu!..  

Osmanlı sanayide, teknolojide çok ileriydi, Avrupa’ya el açmamıştı, hatta Avrupa’ya ekonomik, mali, askeri yardım yapıyordu! Vergilerini düyunu umumiye değil, maliye nazırlığı topluyordu; İmparatorluk içinde bilimsel üretim ve adil bölüşüm göz kamaştırıyordu; çiftçi “çift bozma”mış kaçak olmamıştı ve harami gibi yolları kesmemişti! Hâşâ çok eşlilik yoktu, kadınlar hayatın içindeydi, memur, mebus, sanatçı olabiliyorlardı, çarşıda, pazarda çarşafsız gezebiliyorlardı, erkek içine çıkabiliyor, tokalaşıp, el sıkışabiliyordu!..

Tüm bu güzelliklere, dincilere, işbirlikçilere, ayrılıkçılara yol vermeyen, Osmanlının bakiyesi topraklarda, Amerikan, İngiliz, Fransız ve İtalyan mandasını reddederek koskoca imparatorluğun yerine, diğer halkları baskı altına alarak, Anadolu’da küçücük bir toprak parçasında devlet kuran cumhuriyetçiler son vermişti.

90 yıl önce ülkede özgürlük ve demokrasi bitirilmişti, 80 yıl sonra iktidara gelen dinciler, tarikatçılar, cumhuriyetçilerin yaptığı her şeyin tersini yaparak kötülüklere son verdiler, kadınları yeniden hürriyetlerine kavuştu! Asayiş berkemal, artık kadınlar namus, töre cinayetleri adı altında 30–40 yerinden delik deşik edilmiyor, silahlar atılmıyor, tren istasyonlarında, çarşıda, pazarda canlı bombalar patlamıyor! İktidar “dindar ve kindar” nesiller yetiştirmiyor, etniksel ve inanç ayrımı yapılmayarak halk kardeşçe yaşıyor! Ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, inançsal hiçbir sorunu yok, herkesi kıskandıran bir yaşam var, herkes çok mutlu, halk her gün beş vakit iktidara dua ediyor!…

Her renkten hey boydan her cinsten Akil’lerimiz de bu mutlu tabloyu halka anlatacak, halk ağzınıza dilinize sağlık aydınlandık diyecek, yedirip, içirip dualarla geri gönderecek velhasıl memleket nurlanacak!…    

Bu güzel ortamı kim çekemiyor?

Nursuzlar, cumhuriyetçiler ve de devrimciler…

90 yıl önce bu topraklarda yaşanan güzellikleri tek devlet, tek millet, tek bayrak diyerek kaldırdılar iddiasında bulunanlar veya böyle düşünenler, ya feodal ve ümmetçi Osmanlıyı bilmiyor ya da dinle birlikte koçbaşı olarak cumhuriyete ve değerlerine yapılan saldırıyı ikbal için görmezden geliyor…  

 

Sizce hangisi?

 

(Devamı gelecek yazıda)                                                   

Av. Mehdi BEKTAŞ

……………….

1. Anadolu Kültür Tarihi, Ekrem Akurgal, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 1998 1.Baskı, 1 Sayfa

2. Cumhuriyet Bilim Teknik ( 940/4, 26.3.2005; 1189/8, 01.01.2010)

3. 1931-1941 dönemi Lise Tarih Kitabı, baskı MEB,  4 Baskı Kaynak Yayınları 2000, sayfa XL-XLVI, 1- 14

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir