Search
Close this search box.

Akıl Tutulması-Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Akıl tutulmasına uğramış bir toplumda neyin mücadelesi yapılır, nasıl yapılır…

mtakad@anafikir.gen.tr

 

Akıl tutulması, Türkiye’de ilk başlarda, yani 1980’lere kadar homoepatik dozlarda verilen teslimiyetçi bakışın, etnik ve cemaatçı alt kimlikçiliğin, kapitalist ideolojiye biatın Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra sel haline gelmesiyle yaygınlaştı. Sadece değerleri sağlam olan bir avuç insanımız bu selin karşısında ayakta kaldı. Utanç verici olan, sol kesimin çoğunlukla bu sele kapılmış olmasıdır

Önce akıl tutulmasını tanımlayalım. Bu, gerilim yaşayan her toplumda her zaman görülebilen, hepsi kendi özel koşullarına sahip bir olaydır ama bazı durumlarda genelleşmiş bir toplumsal durum haline gelir. Örneğin 1918’de kurulan Weimar Cumhuriyeti sırasında Alman halkı o kadar büyük gerilimler altında kalmıştır ki (rejim değişikliği, iç savaş, hiperenflasyon, Alzas, Loren ve Doğu Prusya’da toprak kaybı, Renenya’nın işgali, savaş suçunun üstlenilmesi vs. vs.) sadece Nazilerin peşine takılmakla kalmamış, putperestlik bile ciddi prim yapmış, pagan ritüelleri canlandırılmıştır. Ülke sokak çetelerine teslim olmuş, sadık yurttaşlarını imha etmiş ve bir grup delinin peşine takılarak perişan olmuştur. Uluslararası planda genelleşmiş akıl tutulmasının mükemmel örneği ise Soğuk Savaş sonrasında yetmişiki milletin batıya teslimiyetini perçinlemek için renkli “devrim”lere doğru koşmasıdır. Çoğunda bu “devrim”lere bile gerek kalmadı. Acaba Roma İmparatorluğu’nun ABD kadar büyük propaganda mekanizmaları olsaydı, Akdeniz’in halkları da hiç direnmeden boyunlarını uzatır, Spartaküs isyancı bir köle değil de Roma’nın maaşlı adamı olur muydu? Tarihte birçok toplum akıl tutulmasına uğramıştır ki, Calvin’in Cenevre’sinden Stalin Rusya’sına kadar birçok örnek verilebilir. Burada yazılanlara anlam veremeyenler olursa, onlara Almanya ve Rusya’nın demografik yok oluş sürecine girdiğini, bu yüzyıl sona ermeden nüfuslarının en az üçte birini yitireceklerini ve kalanların geriatri kliniğine benzeyeceğini hatırlatın, ama her genelleşmiş akıl tutulmasının demografik yok oluşla sonuçlanmadığını da ekleyin.

Pekâlâ, Türkiye’de toplumsal gerilimler genelleşmiş bir akıl tutulmasına yol açmış mıdır? Yoksa biz işler kendi kafamıza uymadığı için mi bunları söylüyoruz. İç ve dış gerilimler böyle bir baskı yaratıyor mu? 1960’dan beri üç büyük darbe, birçok darbe teşebbüsü, Kıbrıs ve bununla bağlantılı olarak canlandırılan Ermeniler sorunu ve birçok başka bağlantısı olan Kürtler sorunu ve dış yönlendirmeli terör ile örtülü darbeler; bunların yanı sıra el değiştiren basının sürekli gerilim yayını yapması, çarpık kentleşme, şiddet kültürü ve daha birçok sorun var. Ancak en önemlisi, çok yönlü psikolojik savaş baskısıdır. Türkiye’yi parçalayan haritalar, faili meçhul cinayetler, bombalamalar, neo-liberalizmin yabancı vakıflardan maaşlı maşaları, her gün kafa bozan mütareke basını uzantısı televizyonlar vs. Bunlar bildiğiniz işlerdir. Sürekli mutsuzluk ve gerilim üreten bir ülke haline getirildik. Bunun psikolojik savaş olduğunu kabul etmeyen haindir (bu terimin ne kadar nispi olduğunu ve Türkiye’de sırayla herkes için kullanıldığını da iyi bilirim). Ve emperyalizm bu savaşı T.C. yurttaşları aracılığıyla sürdürüyor.

Diğer yandan, insanlarımızın zihinlerindeki muazzam kayma ve teslimiyet (en azından mücadele azminin olmaması) sadece yabancıların yürüttüğü psikolojik savaşa bağlanamaz. İnsanlarımızın büyük bölümünün de sahip oldukları değerler ve moral güç açısından zayıf olduğu ortaya çıkmıştır. Bu değerlere sahip çıkacakları koşulların düşünülmesi gerekir. Çoğunluk değerlerine ve aklına sahip çıkabilseydi emperyalizm bu kadar başarılı olamaz, istismar edecek bu kadar zaaf bulamazdı.

Çocukken bazen “Tanrım, aklıma mukayyet ol ya Rabbim!” gibi yakarmalar duyardım da pek anlam veremezdim; “akıl nasıl yitirilir ki!” derdim. Meğerse yitirilirmiş. Şimdilerde aklına mukayyet olamayanları daha sık görüyorum. Demek ki zayıf akıl dış tesirlere mukavim değilmiş. O kadar açık yalanlara bile kanabiliyorlar (ya da öyle görünmek işlerine geliyor) . Örneğin, batıda kapitalizm sadece ve sadece devlet müdahalesiyle ayakta durabilirken, “neo-con” özentileri tüm ülkelerde kamu varlıklarının yağmacı tasfiyesine alkış tutuyorlar. Halka karşı vicdani sorumluluk filan gibi lafları bir kenara bırakalım, bu durum mantıki tutarlılık açısından bile yuh çekilmesini gerektirir. Gene örneğin, akıl tutulması genelleşince emperyalizmin bir grup işbirlikçisinin başka bir grup işbirlikçiyle değiştirilmesini ilerici bir şey olarak görüyorlar. Aralarında safça inananların yanı sıra hinoğlu hinlerin de bulunduğu sözde milliyetçi ve laisistlerin tasfiyesinde kullanılan dışa bağımlı cemaatçi kesimden demokrasi bekliyorlar. (Ulusal direnişin kırılması için uyguladıkları kapsamlı program ise başka bir şeydir ama bununla bağlantısı da vardır.) Türkiye’nin rotası değiştirilirken “yetmez ama evet” diyorlar. Ne kadar hukuksuzluğun onlara “yeteceğini” bilmem ama altında kalacakları dağlar kadar “evet” dilerim. (Kendi adıma, onları son nefesime kadar affetmeyeceğim). Teslimiyet o dereceye varınca bu sözde ilericiler “kapitalizm” ve “emperyalizm” sözlerini çoktan unuttular. Sadece alt kimlikçilerin peşinde koşan, etnik ayrımcılığa şakşakçılık yaparak ecnebilere yaranmaya çalışan irili ufaklı güruhlar haline geldiler. Şikagolu Friedman çömezlerinin ağzına bakarak büyük sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılmasını, kamu varlıklarından dağlardaki derelere kadar her şeyi onların yağmasına açılmasını alkışlar oldular… Sahi! Siz yıllardır, hatta on yıllardır bu sözde solcuların ağzından kapitalizmle ilgili tek bir söz duydunuz mu? Tam tersine, vicdansızlık hakim olunca bunu kendi akıllarında meşrulaştırmak için kendi ülkelerine ait olan tüm değerlere saldırıyorlar. Saymakla bitmez…

Pekiyi, böyle bir toplumda neyin mücadelesi yapılır, nasıl yapılır. Bunun somut biçimleri giderek belirginleşecektir. Önümüzdeki büyük zorluklardan birisi de tabula rasa karşısında olmamamızdır. Fazlasıyla kirletilmiş bir zeminde temiz alanlar bulmaya çalışıyoruz. Kolay değil, çünkü bu iş kendi zaaflarımızın çok iyi farkında olmamızı gerektirir. Aksi halde durumu doğru algılamayıp çuvallama olasılığımız büyük, hatta garantilenmiş olur. Kendini tanımak, bazen hasımları tanımaktan daha zordur.

İşe prensipte bakarsak, mücadelenin birinci aşaması ekonomik ve demokratik haklar için yapılandır. Bizimki gibi bir toplumda anti-emperyalist mücadele olmadan bu iş yapılamaz çünkü basın, devlet kurumları, sendikalar ve siyasi partiler emperyalizmin denetimi altındadır (bu, hiç değilse bir kısmının nispi bir hareket alanı olmadığı anlamına gelmez). Anti-emperyalist mücadele ise geleceğe yönelik bir toplum perspektifi olmadan geliştirilemez. Hedefiniz net değilse şuna buna karşı çıkarak bir yere varamazsınız. Bu sistem içerisinde çok az hak korunabilmekte, geniş toplum kesimleri sürekli olarak hak ve mevzi yitirmektedir. Basit bir örnek verelim. Kendine yeterlilik oranı giderek azalan Türkiye tarımında Cargyl ve Monsanto gibi dev tekellerle çatışmaya girmeden tohum meselesine köklü çözüm getiremezsiniz. Ama nasıl bir tarımsal yapı istediğinizi bilmeden de taleplerinizi formüle edemezsiniz. Neyi, hangi ölçekte, hangi teknolojiyle üreteceğinizi, nasıl bir model uygulanmasını istediğinizi; dahası ürünün pazarlanması ve işlenmesini de düşünmüş olmanız gerekir. Çünkü onlar çiftçiye ektirdikleri GDO’lu mısırdan nişasta yapacak fabrikayı da kuruyorlar ve onu da her ürüne kattırıyorlar. Çiftçilere önereceğiniz politika genel hatlarıyla belirlenmiş olmalıdır. Bunun için de işletmelerin parçalanmasının nasıl önleneceği, işletme bütünlüğünün nasıl korunacağı, optimal ölçek için hangi ekonomik ve hukuki tedbirleri düşündüğünüzü netleştirmeniz gerekir. Ayrıca tohum yanında ilaç ve gübre konusunu da ele almalısınız. Bundan sonra da dış âlemle ilişki modeli üzerinde fikir üretmiş olarak tekrar tohum meselesine dönebilirsiniz. Sadece eskiye dönüş istemek bir politika sayılmaz. Siyaset kolay iş değildir. En azından temel konularda taleplerinizi bir bütüne bağlamanız gerekir. Keza, önerdiğiniz şeylerin her toplum kesimine sağlayacağı yararları ve maliyetleri de düşünmüş olmanız gerekir. Buradan geri dönüp hak mücadelesi verilir.

İşin prensibi yukarıda anlattığımız gibidir ama hayat prensiplere ve teorilere çok nadiren uyar. Bunlar esas olarak zihni eğitmek içindir. Bazen somut durumlar anlık tepkiler gerektirir. Örneğin anti-emperyalist mücadelenin özgül siyasi yanı öne çıkar ve bu hak mücadelesinden ötede, ulusal egemenlik konusuna aittir. Egemenlik ancak ulus bazında söz konusu olabilen bir şeydir. Biz ne yazık ki bu konuda çok şey yitirdik ve bunların bir kısmının vebali de vicdanını yabancı parayla takas etmiş eski solculara aittir. Egemenliği savunamazsanız, düşmanı bağrınıza alırsanız neyi savunacaksınız. İşte bu kadar kötü bir noktaya geldik.

Önümüzdeki en büyük zorluklardan birisi iç ve dış siyasi mücadelelerin (ve tabii hak mücadelelerinin de) birleşmiş olmasıdır. Emperyalizm yaygın, deneyli ve kapsamlı bir dizi mücadele örgütüne sahipken, direnenlerin müttefiki bile yok. Birinci Dünya Savaşı’nın milliyetçi dalgası İkinci Enternasyonal’i anında parçaladıktan sonra üçüncüsü sadece Moskova’nın kuklasıydı. Şimdi herkes kendi derdinde, Türkiye’nin eski solcu liboşları ise kendi ülkelerinin aleyhine çalışma konusunda yarışarak dünya çapında benzeri görülmemiş bir emsal yaratıyorlar.

Bir başka zorluk ise ideolojik ve siyasi alternatifin yaratılmasında pek bir yol alınamamasıdır. Hiçbir teori yaşanılan tarihi sürecin anlaşılmasında anahtar olamaz. Sayısız özel ve özgün durum vardır. Yaşanılan dağınıklık süreci zihinlere yansımaktadır. Ortada başarılı bir model de yoktur. Bu, uzun vade için belirleyici konulardan birisidir. Sosyalizmin yeniden tanımlanması da kolay bir iş değildir ve kırk yıldır başarılamamıştır. Muhtemelen –ve açıkça görüldüğü gibi-  çok genel prensiplerden hareketle her ülke kendi modelini oluşturacaktır. Ancak yaklaşan krizler çok daha baskıcı rejimlere de yol açabilir ve en azından gelecekteki sürecin ilk bölümünde böyle olacaktır. İster tek tek, ister topluca bakalım. Dünya bir muhafazakâr dalga ile karşı karşıya bulunmaktadır ve bu bir tsunami dalgası olabilir.

Alternatifin geliştirilmesi salt teorik bir çalışma olmayıp, hayat içinde gelişen ilişkilerden de etkileneceği için pratikle bağ ayrı bir sorun olarak ortadadır. Bu da farklılıklar sorununu hatırlamamızı sağlar. Fazlasıyla heterojen toplumlarda ortak paydalar nasıl bulunur.

Feurbach Üzerine Tezler’de insanların koşulların (ve tabii yetiştirilme tarzları buna dahildir) ürünü olduğu, ancak koşulların tam da insanlar tarafından değiştirildiği söylenir. Doktrinin amacı insanların koşulları nasıl değiştirebileceklerini bulmaktır. Louis Bonaparte’ın Onsekizinci Brumaire’inde ise insanların tarih yaparken bunu istedikleri gibi değil, kendileri tarafından seçilmemiş olan koşullar ve sınırlamalar içerisinde yaptıkları ifadesi vardır. Doğrudan karşı karşıya kalınan bu koşullar geçmişe dayanır. Her özel durumda, tarihi olarak oluşan olanaklar ve sınırlamalar arasındaki karşılıklı ilişki anlaşılmak zorundadır. Bunlar genel doğrulardır ve aklıselim sahibi herkes pratikte yeteri kadar boğuştuktan sonra (eğer ders alabiliyorsa) bunları zaten bir şekilde öğrenir. Ancak bunun öğrenilmesi kimsenin hayatını kolaylaştırmamıştır. Bugün bizimkini de kolaylaştırmıyor. Öte yandan yanlışları azaltabilir.

İlk adım herkesin bulunduğu yerde sağlam durmasıdır. Çürümüş olanlara değil, ülkenin yeni insanlarına hitap edelim. Yitirilmiş olanları geri kazanmaya çalışmak verimli bir çaba değildir, hele de ortada ulaşılması gereken o kadar yeni insan var ise. Vicdanını bir kez satmış olana bir daha asla güvenemeyiz. Sağlam durduğumuzda etrafımızdaki kirliliğin anaforla binbir şekil almasını izleriz ve hayat bize gerekli adımları öğretirken (tabii buna yatkınsak) sağlam ve ayakta kalanları da görebiliriz. Öte yandan bugün sadece ilkelerden ve yollardan söz edebiliriz çünkü doğmamış çocuğa don biçilmez. Halen alternatifsiz krizi yaşıyoruz.

İkinci olarak, dünya çapındaki büyük gerici dalgaya karşı zihinlerimizde hazırlık içerisinde olmalıyız. İkinci Dünya Savaşı sonrasının nispi demokrasi havası içinde yetiştik ve artan refahın demokrasi için önkoşulu yarattığı, her sapmanın geçici olduğu fikri zihinlerin arka planında yer etti. Hâlbuki bu inancın kaynağı olan denge Soğuk Savaş tarafından yaratılmıştı. Şimdi emperyalist kapitalizmin fiili bir alternatife karşı “demokrasi bizde” oyunu oynamasına gerek kalmamış bulunuyor. Öte yandan fiili alternatiflerinden kurtuldular ama yaşadıkları çelişkilerden kurtulamadılar. Sadece çelişkilerin etkilerini bastırmakta ustalaştılar.

Dünya çapında, emek ve özgürlükten yana olan kesimler çok uzun süredir ricat içerisindeler. Ricat fırtına geçinceye kadar geriye çekilmek, oturup beklemek değildir. Siyasette ricat aşamasında da yapılacak birçok iş vardır ve bunlar yapılmadan denge ve ilerleme aşamalarına geçilemez. Moral ve entelektüel üstünlüğe sahip olunması ve bu güçle örnek teşkil edilmesi gerekir. Böylece, küçük karşı taarruzlarla siyasi hasımlar yıpratılabilir. Bu yapılabilirse yeni adımlar atılabilir. Stratejik dengeye ulaşılması ise en iyi olasılıkla birçok on yıl alacak gibi görünüyor (yani yaşı ilerlemiş nesillerin görmeme olasılığı vardır) ama tarih beklenmedik dönemeçlerle doludur ve on yılların sayısı azalabileceği gibi, artabilir de. Tarihi, kendi seçmedikleri koşullarda yapacak olan insanların basireti bunda etkili olacaktır.

Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir