Yazının tamamına PDF formatında ulaşmak için lütfen bu linki tıklayınız
“Tüm yaşam kurtarıcılarına, destekçilerine içten sevgi ve saygılarımla”
Hatay’da yıkıntıdan çıkarılan beş yaşlarındaki SA’nın kurtarıcısına söylediği şu sözler yüreğimi dağladı:
“- Bun çok ağırım ama !”
(https://www.yenicaggazetesi.com.tr/ mobi/hatayda-enkaz-altindan-cikarilan-serap-ela-ben-cok-agirim-ama-627481v.htm)
Ah be yavrucuk, ağır olan senin küçücük bedenin değil ki; ağır, çok ağır olan omuzlarımıza yüklediğin büyük sorumluluklar.
Ah o sorumluluklar ah…
27 Şubat 2023
Merhaba;
Böyle buyurdu; “olanlar olmuş”! Bu da yetmemiş olacak ki, eklemiş: “Bunlar kader planının içerisinde olan şeyler !” Hayır efendim; olanlar olduğuyla kalmamalı ! Evet; “olanlar oldu” olmasına da neden bu boyutlar-da oldu? Konu uzmanları günlerdir bu türden sorular soruyor, yanıtlanmasına yönelik açıklamalar, tartışmalar yaptı, yapıyor; daha da yapacak; yapılmalı da ! Evet, “asrın felaketi” söyleminin yalnızca depremlere ve yol açtığı yıkımın boyutlarına indirgenmesi eksik bir değerlendirmedir. “Asrın felaketi”, kamu yönetiminde de bir kez daha yaşanmıştır çünkü. Bu aşamada artık öncelikle yanıtlanması gereken sorulardan birisi söz konusu “yıkımların” nasıl onarılabileceği olmalıdır.
Öte yandan yıkımın en az çöken yapılar denli önemli insanlık, çevre, siyaset vb boyutları var. Bu boyutlarda yaşananların etkileri çok daha uzun zaman alacaktır. Ek olarak, deprem bölgenin, dolayısıyla ülkemizin ekonomik sorunlarını daha da büyütmüştür. Şimdilik yaklaşık 200 milyar TL, belki de daha fazla dış ve iç yardım toplanmıştır. Yalnızca bu büyüklükle bir parasal tutarın kamu yararına değerlendirilebilmesi bile başlı başına önemli bir sorundur.
Böyleyken sergilediği yaklaşıma, söylemlere bakılırsa siyasal iktidar, önceliği bu kez de başta inşaat olmak üzere kısa dönemli, siyasal getirisi olabileceğini düşündüğü tekil sorunların çözümlenmesine vermiştir. Oysa söz konusu olan planlı, kamusalcı, çok boyutlu çabalarla ancak uzun dönemde çözümlenebilecek sorunlardır. Çok açık: Bu sorunların kalıcı biçimde çözümlenebilmesi, hangi gerekçeyle olursa olsun aceleci, tek boyutlu, indirgemeci, özellikle de plansız, rastlantısal çabalara bırakılamaz.
Ahkâm kesmemi, bilgiçlik taslamamı yadırgamamanızı umuyor ve diliyorum.
Saygılarımla.
Yücel ÇAĞLAR
Anımsarsınız: Özellikle 1999 Gölcük Depreminden sonraki yıllarda öne çıkan savsözlerden birisi “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” idi. Olmadı mı, olmuyor mu; “böyle giderse” bundan sonra da “eskisi gibi” olmayacak mı? Hemen hemen yalnızca sonuca odaklanan aklın egemen olduğu toplumlarda ne denli hüzünlü olursa olsun aynı ya da benzer sonuçlar, tartışmalar kaçınılmaz oluyor. Bu kez de öyle oldu, oluyor; sonuç olarak yaşanan sorunlar yine tek tek ele alınıyor, çözüm önerileri de yine tekil sorunlar üzerinde yoğunlaşıyor. Kim söylemiş, bilmiyorum: “Sürekli aynı şeyleri yaparsanız, aynı sonuçları alırsınız!” Bu bilinmiyor mu? Biliniyor kuşkusuz ama aynı yanılsamalar (!) sürüp gidiyor… Gerçekten de 2000’li yıllarda ülkemizde de tüm yaşama alanlarında bu savsözü haklı çıkaracak boyutlarda son derece köktenci dönüşümler oldu. Doğal olarak bu dönüşümlerden birisini de “deprem belasıyla uğraşma” alanında yaşadık. Başta sevgiyle andığım “Deprem Dede” Ahmet Emre Işıkara olmak üzere yerbilimcilerimizle, konuyla ilgili kurumsal ve hukuksal düzenlemelerle tanıştık. Kimimiz “deprem uzmanı” sayılabilecek denli bilgilendi. Bu süreçte hem doğa hem bilim insanlarımız tarafından sürekli olarak uyarıldık. Uyarıların kimileri ciddiye alındı ve “gereği” yapıldı. “Gereğini” kavrayıp yapanlar yalnızca olumlanabilecek kişi ve kuruluşlar değildi ne yazık ki; söz konu gerçeği “fırsata çevirenlerdi” de. Onlar, daha çok inşaatçı ekonomi politikalarıyla kalıcılaşan siyasal iktidarın da desteğiyle büyüdükçe büyüdü, güçlendikçe güçlendi. Aynı süreçte bir yandan, başta devlet olmak üzere kamu yönetiminin kamusalcı gelenekleri giderek yok edildi; bir yandan da kamu çalışanlarının çoğunluğu “işini bilir memurlara”, yurttaşlarımızın çoğunluğuysa “gemisini her koşulda yüzdürebilen kaptanlara” dönüştürüldü vb. Böylece her yıkımı “fıtrat”, “kaderin planı” vb söylemlerle açıklayanların egemenliği pekişti. Sonuçları ortada: Maden “kazaları”, su taşkın ve baskınları, orman yangınları ve doğaldır ki depremler… Kısacası “acıyı bal eyleyenlerin” çoğunluğu oluşturduğu bir topluma dönüştük; daha doğru bir söylemle de dönüştürüldük. Sözcüğün tam anlamıyla Cahit Kulebi’nin “Yangın” başlıklı şiirinde betimlediği insanlar olup çıktık:
“Önce gelincikleri yolduk,
Nar ağaçlarını tuttuk kurşuna
Ardından andızları devirdik
Aptallık, bilinçsizlik, bir hiç uğruna.
Sonra sıra ormanlara geldi,
Yüz binlerce dönüm ateş yaktık,
Sivas’a kadar gidip bulduk,
Dikili tek ağaç bırakmadık.
Şimdi damlarda yanıp söner
İsli lambalar gibi insan gözleri.
Daha çok atılacak, … sokaklara
Delik deşik insan ölüleri”
Bu arada kimilerimiz depremzede yurttaşlarımıza parasal yardımlarını yapıp gönlünü hoşnut etti; üstelik de bu süreçte reklamlarını da yaptı; hani “sağ elin verdiğini sol el görmeyecekti” ! Öte yandan, yurt- taşlarımızın çoğunluğunun geleneksel dayanışmacı “ruhunu” tümüyle tüketmemiş olduğunu da gözlemledik; içimiz ısındı. Onlara içten sevgilerimi sunuyorum.
• Kimi anımsamalar…
2000’li yılların Türkiye’si için yapılacak yakıştırmalardan birisi de şu olsa gerek:
“Kamu yönetimi kapıkululaştırılmış ve bol ‘planlı’ plansız ülke”!
Kamu yönetimindeki çöküş, çöktürülüş kimilerince “Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemi” olarak anılan düzene geçilmesinden çok daha önce başladı: “Torbalanmış yasalarla”, 2011 yılından sonra da KHK’larla (Kanun Hükmünde Kararnameler) yürütülen bu süreç, en son 2017 yılında Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemine” geçilmesiyle iyiden iyiye kurumsallaştırıldı. Öyle ki kamu yönetimi bu süreçte tümüyle “yap-boz” oyuncağına dönüştürüldü. Şimdilerde bu düzende çeşitli düzlemlerde rol verilenler ya da alabilenlerin çoğunluğunun “liyakatsiz” ya da “beceriksiz” olmasından sıkça yakınılıyor. Ben çoğunlukla soyut, anlamsız bir genellemeden öteye geçmeyen bu türden nitelemelere katılmıyorum: Bunlar ancak amaçla ilişkilendirildiğinde anlamlı olabilecek nitelemelerdir. Sözgelimi, kastedilen kişiler ne yönden “liyakatsiz” ya da “beceriksizdir”? Ayrıca, bu nitelemeler o kişileri bir bakıma masumlaştırıyor da. Bence siyasal iktidar kamu yönetimini kapıkulu ocağına* dönüştürmeyi hedeflenmiş, bunu da büyük ölçüde başarmıştır ! Böyle bir yönetsel yapıyla kamusal sorunların önlenmesi, kamu yararı gözetilerek kalıcı biçimde çözümlenebilmesi, en iyimser söylemle rastlantısaldır. Ne yazık ki bu rastlantılar ülkemizde giderek seyrekleşiyor. Son depremler bu gerçeği de ortaya koymuştur
Öte yandan, ilginçtir; “plan”, “planlama” da ülkemizde neredeyse kutsanan kavramlardan birisi olmuş- tur. Öyle ki bir eylemin ya da gerekçesinin güvenilir kılınması, önerilerin güçlendirilmesi söz konusu olduğunda “plan” ya da “planlama” kavramlarıyla ilişkilendirilir oldu; tıpkı “bilimsel” ya da “bilgisayarla yapılmıştır” vurgusunda olduğu gibi. Oysa en başta sorulması, açıklıkla da yanıtlanması gerekiyor:
Tamam ama kimler için, nasıl plan ya da planlama ?
2000’li yıllarda ülkemizde öyle çok “plan” hazırlanır olmuş ki, bu “yoğun “trafikte” (!) bırakın böylesi soruları bir yana, hazırlanan “planların” ne denli ve nasıl uygulandığı; sonuçlarının ne oldu soruları bile hemen hemen hiçbir düzlemde sorgulanmıyor. Bakın, ülkemizde 2000’li yıllarda kimileri “stratejik plan”, kimileri “eylem planı”, kimileri “kalkınma planı” ile “bölge kalkınma planı”, “havza yönetim (ya da koruma) planı”, “çevre düzeni planı” vb adlar altında yüzlerce, belki de binlerce belge üretildi. Çoğunlukla yapıldığıyla kalan, çeşitli gerekçelerle onlarca kez değiştirilen imar planlarından ise hiç söz etmiyorum bile.
Bu noktada size bir şey söyleyeyim: Ben
✓ deyim yerindeyse “sen, ben; bir de bizim oğlan” tutumuyla hazırlanan,
✓ ilişkin olduğu sorunsalı her şeyden soyutlayan,
✓ birbirleriyle ne yatay ne de dikey olarak ilişkilendirilen,
✓ nasıl bir teknikle hazırlandığına açıklık getirilmeyen,
✓ sorun, eylem, yöre, toplumsal sınıf ve katman, yöre, önlem önceliklerine yer verilmeyen,
✓ hangi kaynaklarla gerçekleştirileceği ve bu kaynakların nerelerden hangi koşullarla sağlanacağı
belirtilmeyen,
✓ ne denli uygulandığı hemen hemen hiçbir düzlemde sorgulanmayan
ama süslü püslü yayımlanan bu belgeleri artık hiç ciddiye almıyorum ! Hazırlayanlar ile hazırlanmasına katkıda bulunanlar bile ciddiye almıyor olacak ki, sonuçları hemen hemen hiçbir düzlemde sorgulanmıyor. Bugünlerde TV’lerde yoğunlaşan deprem konulu “tartışmalara” bakın; siyasal partiler ile meslek kuruluşlarının açıklamalarında, bırakın öteki “planları” bir yana, AFAD’da binbir emekle hazırlanan “planlar” üzerinde bile hiç duruluyor mu? Neden acaba; sözgelimi yalnızca bilgisizlikten olabilir mi?
Kısacası, deyimin anlamıyla “lâf olsun diye” öne sürülen genel “plansızlık” yakınmalarını anlamlı bulmuyorum. Ancak, ülkemizde artık kurumsallaşmış olan bu olumsuzluğa karşın yine de “planlamanın” yeterince ciddiye alınmasını gerekli görüyorum. Üstelik daha da ileri gidiyor
“Plansızlık değil, kötü ya da yanlış hazırlanmış, gerektiğince toplumsallaştırılamamış; uygulan- ma gücü olmayan, dolayısıyla hiç uygulanmayan ya da yanlış ve eksik uygulanan planlar da batırabiliyor, yıkabiliyor, öldürebiliyor, sakat bırakıyor !”
diyorum.
• “Plan değil pilav” zevzekliklerinden “bol kepçe planlı” günlere…
Biliyorsunuz; 1961, dahası, 1982 Anayasasında şu kurallara yer verilmiştir:
✓ 1961 Anayasasının 129. Maddesi:
“İktisadî, sosyal ve kültürel kalkınma plâna bağlanır. Kalkınma bu plâna göre gerçekleştirilir.”
✓ 1981 Anayasasının 166. Maddesi:
“Ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı, özellikle sanayiin ve tarımın yurt düzeyinde dengeli ve uyumlu biçimde hızla gelişmesini, ülke kaynaklarının döküm ve değerlendirilmesini yaparak verimli şekilde kullanılmasını planlamak, bu amaçla gerekli teşkilatı kurmak Devletin görevidir.
Ne var ki, bu kuralların gereğini yapacak DPT de (Devlet Planlama Teşkilatı), 2011 yılındaki “KHK’lı günlerde kapatılmıştır. Görevleri ise önce yeni oluşturulan Kalkınma Bakanlığı’na, daha sonraysa Bakanlığın 2018 yılında Maliye Bakanlığı’nın Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü birleştirilmesiyle Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’na devredilmiştir.
Bu bağlamda, sabrınızı zorlama pahasına da olsa böyle bir süreçte oluşturulan “planlama” düzeninin şimdilerdeki başlıca “aktörleri” ile bu “aktörlerin” üstlendikleri genel olarak “afetler”, özel olarak da “depremlerle” ilgili işlevlerini çok kısa olarak anımsatacağım:
(i) T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı:
T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı Teşkilatı Görev Yönergesi’nin 5. Maddesine göre Başkanlığın görev ve yetkileri şunlardır:
a) Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen temel hedef, ilke ve amaçlar çerçevesinde* kalkınma planı, Cumhurbaşkanlığı programı, orta vadeli program, orta vadeli mali plan, Cumhurbaşkanlığı yıllık programı ile sektörel plan ve programları, ilgili kamu idareleri ile Cumhurbaşkanlığı bünyesinde bulunan Politika Kurullarının görüşlerini de almak suretiyle hazırlamak ve makro dengelerini oluşturmak,
b) Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen temel hedef, ilke ve amaçlar çerçevesinde kalkınma planı, orta vadeli program, orta vadeli mali plan, Cumhurbaşkanlığı programı, Cumhurbaşkanı yıllık programı ile sektörel plan ve programların uygulanmasını izlemek, değerlendirmek, gerektiğinde (a) bendinde belirtilen usule uygun olarak değişiklik yapmak veya teklif etmek,
c) Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen temel hedef, ilke ve amaçlar çerçevesinde stratejik planların hazırlanması, uygulanması ve izlenmesine ilişkin genel ilke, esas ve usulleri tespit etmek; kamu idarelerinin stratejik planlarının kalkınma planı, Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen politikalar ve orta vadeli programda belirlenen hedef ve amaçlara uygun olarak hazırlanmasını sağlamak, uygulamasını izlemek ve sonuçlarını değerlendirmek.
Öte yandan, bildiğiniz gibi, 2001-2023 dönemini kapsayan tam dört “kalkınma planı” hazırlanmıştır:
✓ Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (2001-2005)
✓ Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013),
✓ Onuncu Kalkınma Planı (2014-2018),
✓ On Birinci Kalkınma Planı (2019-2023).
Anımsatmaya SBYKP’yle (“…Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı…”) başlayayım: SBYKP’nin “VII. DOĞAL AFETLER” başlığı altında yer verilen şu saptama, bu bağlamda da son derece anlamlı bence:
“Marmara Depremi sonucunda 7269 sayılı Afetler Kanununda bazı düzenlemeler yapılmış olmakla birlikte, afet öncesi, afet anı ve afet sonrası yapılması gerekenlere ilişkin planlama-uygulama-denetim bütünlüğünü¸ sağlayacak, kamu sorumluluğunu bozulan teknik ve sosyal altyapı ile sınırlandıracak ilave yasal düzenlemelere ihtiyaç bulunmaktadır.” (Sayfa 203).
SBYKP’de yirmiiki yıl önce yapılan şu saptama ise şimdilerde size de bir şeyler anımsatıyordur sanırım:
“Mevzuatta yapı denetim mekanizmaları bulunmasına rağmen bu mekanizmalar gerektiği gibi işletilmemektedir.”
“Afetler konusunda merkezi koordinasyonu etkin hale getirmek üzere Türkiye Acil Durum Yönetim Kurumunun” kurulduğunun da belirtildiği SBYKP’de “b) Amaçlar, İlkeler ve Politikalar” (Sayfa 206) ile “c) Hukuki ve Kurumsal Düzenlemeler” (Sayfa 205) başlıklı altında çeşitli çözümlere de yer verilmiştir.
Öte yandan; bu bağlamda ondokuz yıl sonra hazırlanan OBKP’de (On Birinci Kalkınma Planı (2019-2023) yer verilen birkaç saptamayı aktarmayı düşünmüştüm. Ancak OBKP’de
1. Giriş
2. Küresel Gelişmeler ve Eğilimler
2.1. Küresel Eğilimler ve Türkiye Etkileşimi
2.2. Dünya Ekonomisinde Makroekonomik Gelişmeler ve Beklentiler…
3. Plan Öncesi Dönemde Türkiye’de Ekonomik ve Sosyal Gelişmeler
başlıkları altında “durum saptaması” içeriğinde yalnızca “makro-ekonomik” değerlendirmelere yer verilmiştir. Başka bir söyleyişle; OBKP’de önceki plan döneminde “kentsel dönüşüm” ile “afet yönetimi” alanlarında nelerin gerçekleştiğine, yanı sıra, gerçekleşmediğine, yaşanan sorunların neler olduğuna ilişkin herhangi bir değerlendirme yapılmamıştır. Neden acaba? Buna karşılık, “2. PLANIN HEDEFLERİ VE POLİTİKALARI” başlıklı “İKİNCİ BÖLÜM” kapsamında “2.4.4. Kentsel Dönüşüm” ile “2.4.8. Afet Yönetimi” başlıkları altında çok sayıda çözüme yer verilmiştir. Bunları Ek 1’de bilginize sundum. Ne var ki, bu “çözümlerin” hangilerinin ne denli yerine getirildiğine ilişkin herhangi bir resmi açıklamaya ulaşamadım. Ama son büyük depremlerde yaşadıklarımız, tanıklıklar bu soruyu açıklıkla ve son derece hüzün verici biçimde yanıtlamıştır.
Sanırım, bu aktarmalardan sonra şimdi sormamın yeridir:
✓ Siyasal iktidarın, yanı sıra, kamusalcı (!) – ve de muhalif!- kuruluş ile kişilerin, özellikle 2000’li yıllarda uygulamaya konulan ve yirmiiki yılı kapsayan bu dört “kalkınma planında” yer verilen sap- tamalar ile getirilen çözümleri gerektiğince “dert edindikleri” söylenebilir mi?
✓ Bu dört “kalkınma planında” yer verilen çözümleri kimlerin yaşama geçirmesi gerekiyordu?
✓ Yaşama geçirilmemesinin en az bir sorumlusunun olması gerekmez mi; kimdir bu sorumlu ya da sorumlular; ben mi, siz mi; kim?
✓ Dört “kalkınma planında” yer verilen çözümler gerçekleştirilseydi, gerçekleştirilmesinin sağlanmasına yönelik demokratik çabalara gerektiğince girilseydi eğer bugün bu boyutlarda yıkımlar yaşanır mıydı? Yaşanabildiğine göre kimilerinin “görev savsaklama suçu” işledikleri, kimilerinin ise aymazlıklar içinde oldukları söylenemez mi?
✓ Bu “siyasetüstü” bir durum mudur?
TV’lerdeki tartışmalara, gazetelerde yazılanlara, “sosyal medyada” dolaşanlara bakıyorum da, henüz böylesi sorgulamaların da yapılabileceği aşamaya gelinmemiş; umarım bir gün o da olur (!) Olur mu dersiniz?
(ii) AFAD:
AFAD’ı (TC İçişleri Bakanlığı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) artık bilmeyen, duymayan, kim-bilir belki de “görmeyen” kalmamıştır: Anımsayacaksınız: Ülkemizde 1999 yılında yaşanan büyük depremlerden sonra girilen çabalar kapsamında çeşitli hukuksal ve kurumsal düzenlemeler yapılmıştı. AFAD da, bu süreçte 2009 yılında çıkarılan 5902 sayılı yasa ile Başbakanlık’a bağlı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı olarak kurulmuş, yılında yayımlanan 4 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle İçişleri Bakanlığı’na bağlanmıştır. Belirtildiğine göre AFAD*;
“… afetlerin önlenmesi ve zararlarının azaltılması, afetlere müdahale edilmesi ve afet sonrasındaki iyileştirme çalışmalarının süratle tamamlanması amacıyla gereken faaliyetlerin planlanması, yönlendirilmesi, desteklenmesi, koordine edilmesi ve etkin uygulanması için ülkenin tüm kurum ve kuruluşları arasında işbirliğini sağlayan, çok yönlü, çok aktörlü, bu alanda kaynakların rasyonel kullanılmasını gözeten, faaliyetlerinde disiplinler arası çalışmayı esas alan iş odaklı, esnek ve dinamik yapıda teşkil edilmiş bir kurumdur.”
Aynı yerde bir de şu bilgi verilmiştir, ki bu bence hem çok önemli hem de anlamlı:
“…ülkemizde yeni bir afet yönetim modeli uygulamaya konulmuş olup, getirilen bu model ile öncelik ‘‘Kriz Yönetimi’’nden ‘‘Risk Yönetimi’’ne verilmiştir.
Günümüzde ‘‘Bütünleşik Afet Yönetimi Sistemi’’ olarak adlandırılan bu model, afet ve acil durumların sebep olduğu zararların önlenmesi için tehlike ve risklerin önceden tespitini, afet olmadan önce meydana gelebilecek zararları önleyecek veya en aza indirecek önlemlerin alınmasını, etkin müdahale ve koordinasyonun sağlanmasını ve afet sonrasında iyileştirme çalışmalarının bir bütünlük içerisinde yürütülmesini öngörmektedir.”
Nasıl son derece umut verici değil mi? Peki, sonuç? Ancak bu soruyu yanıtlamadan AFAD’ın eşgüdümünde hazırlanan “planları” anımsayalım. Bilmiyorum, sizin bu belgelerden haberiniz var mıydı; doğrusu benim yoktu.
Üç belgenin de oldukça geniş bir katılımla son derece kapsamlı biçimde hazırlandığı söylenebilir. Kanım şu ki, üç belgede getirilen düzenekler, yapılar ile eylemeler görüldüğü gibi yaşama geçirilebilseydi eğer depremlerin, yanı sıra, afet” sayılabilecek boyuttaki oluşumları yol açabileceği yıkımlar gerçekten de en aza indirilebilirdi.
Yazının tamamına PDF formatında ulaşmak için lütfen bu linki tıklayınız