Sermayenin eğilimi sınırsız büyümedir. Ekonomistlerin neredeyse üzerinde hem fikir oldukları bu olgunun bir de tekil insan boyutu var. Her ne kadar kurulu bir sistemin işleyişinin ana dürtüsü bu olsa da. İnsandan bağımsız değil bu olgu. Bu yazı işin bu boyutunu ele almayı deneyecek.
İhtiyacından fazla, daha fazla, daha daha fazla para peşinde olmanın insani bir nedeni de olmalı. Sıradan insan için fazla paranın tek bir anlamı var. Çalışma zorunluluğu olmadan, gelecek korkusu olmadan, istediğini yapma özgürlüğünü sağlamak. Bol paranın ve hayalinin insana sunduğu budur.
Bol paraya ulaşabilmek için yapılması gerekenleri ise, Kapitalizmin kurucu teorisyenlerinden Locke şöyle anlatır; ‘Bireylerin biriktirecekleri servet miktarında bir sınır koymak’ yanlıştır. Amerikan yerlilerini, servetlerini arttırmayı aptalca reddeden, dünyanın en zengin arazilerinden birisinde yaşayan bir avuç ilkel diye aşağılar. Zaten ilkel, parayı tanımaz ve ihtiyacından fazla mal edinmeye kalkarsa, bunları çürütür. Paranın değişim aracı olduğu, akla dayanan bir ulusta mülkiyet sınırsızca birikebilir. Çünkü para çürümez, istediğiniz kadar istif yapabilirsiniz. Bazılarının diğerlerinden fazla mülk edinmesi de doğaldır. Dünya ‘çalışkanların ve akıllıların kullanımına verilmiştir’. Aklını en iyi kullanan en fazla kara ve servete sahip olur.
Yine Locke’a göre, ürünlerin mülkiyetinin edinilmesi tek başına yetmez. Aynı zamanda servetin sürekli olarak çoğaltılması da lazımdır. ‘Tümüyle doğaya bırakılan toprak, …israf adını alır’. Locke, devlet ve toplum işleyişinin, sınırsız büyüme ve sınırsız maddi servet biriktirmenin teorisyenidir.
Locke, insanların özünde kötü olmadıkları fikrindedir. Sadece kıtlık ve yokluk zamanlarında kötülük ortaya çıkar. İnsanlar doğaları gereği ele geçirmeyi isterler, bu çatışmalara yol açar, ama toplumsal zenginliğin ve giderek sosyal uyumun artması ile daha düzenli hale gelirler. Doğa da ‘yeterli ve iyi’ durumdadır. İhtiyaç sahiplerinin kullanabileceğinden daha fazlasına sahiptir.
‘Emeğiyle bir araziyi mülkiyetine geçiren kişi, insanlığın ortak hazinesini azaltmaz, aksine bilakis arttırır. Zira, insan hayatını sürdürmek amacına hizmet eden kaynaklardan bir dönümlük çevresi çitlenmiş ve işlenmiş topraktan elde edilen ürün… aynı zenginlikteki sahip çıkılmamış bir dönüm topraktan elde edilen üründen on kat fazladır. Ve bu nedenle, işlemek üzere toprak edinen kişi, işlediği on dönüm topraktan, doğaya terk edilmiş yüz dönüm toprağın vereceğinden çok daha fazla ürün alır ve bu kişinin insanlığa doksan dönüm toprak kazandırdığı söylense yeridir.’
Birey, altın, gümüş vb dayanıklı şeylerden canının istediği kadar edinmelidir. Zira sorun malların çokluğunda değil, boş yere atıl kalan şeylerin heba olmamasındadır. Yani bireyin yaşamının esası, hem sınırsız üreten hem de sınırsız tüketen bir süreçten ibarettir. Özetle, Locke Doğadan sınırsız bir şekilde azami faydalanabileceğimizi, İnsanların öz çıkarları peşinde koşmaları gerektiğini, ne kadar bol üretim yapılırsa, sorun kalmayacağını söylemektedir.
Kapitalizm sistemi oturtma işini, çalışmayı zorunlu kılarak yaptı. Sürecin başında, alışageldikleri yaşam tarzlarından kopartılan insanlar, yığınlar halinde dilenir, serserilik yapar hale geldiler. 16.yy da bütün Avrupa’da serseriliğin önlenmesine yönelik kanlı yasalar çıkartıldı. 1530’da İngiltere’de yaşlı ve çalışamayacak olanlara dilencilik belgesi verildi. Sağlamlara ise dayak ve hapis cezaları geldi. Serserilik nedeniyle ikinci kez tutuklananlara kamçılanma yenileniyor ve bir kulağının yarısı kesiliyordu. Üçüncü tutuklamada ise azılı bir cani ve kamu düşmanı olarak idam ediliyordu. 6.Edward döneminde, çalışmak istemeyen bir kişinin, kendisini tembel ve aylak biri olarak ihbar eden kişiye köle olması kabul edildi. Kaçarsa ömür boyu köleliğe mahkûm olurdu. Alnına ya da sırtına S (slave: köle) damgası vurulurdu. Üçüncü kez de ise idam edilirdi. Bu kanlı süreç epeyce süre, sistem yerine oturuncaya kadar böyle devam etti.
Sürecin başından itibaren inisiyatif Kapitalistlerde idi. Servet birikimi planlarının uygulamaları, devlet eliyle kanlı bir şekilde gerçekleşti. Sonunda, Kapitalist sistem, geniş kitleler için değil ama kapitalist sınıf için çalışmadan yaşamayı, dilediğince boş vakti, sağlayan bir sistem yarattı. Ve bu sistemde ancak sermaye sahipleri bu olanaklara sahiptirler. Sistemin kendi kuruluş felsefesi daha çok çalışma üzerine kuruludur. Çalışmada herkes eşit, dilediğince boş zamana sahip olma ise sadece kapitalistlere aittir.
Ayrıca, Boş zamanın sadece yönetici sınıflara ait olma durumu, kapitalizmle başlayan bir süreçte değildir.
Sınıfların oluşmaya başladığı dönemde başlamıştır bu süreç. Örneğin, neredeyse devlet aşamasına gelmiş Hawai’i toplumunun şefleri, “Cemaat şefi, cemaatten geçinen şef anlamına gelen ali’i ‘ai ahupua’a adını taşıyordu”.
Boş zamana sahip olma hakkı daha sonrasında ise hep Büyük adamlara, Rahiplere, Krallara, üst düzey bürokratlara ait olagelmiştir. Örneğin Yunanlılar ve Romalılarda, zengin ve eğitimli sınıflar, elle yapılan işleri hor görürlerdi. Onlara göre, tanrıların gücüyle yönetilen doğa kutsaldı. Ve insanların keyfi müdahalelerine kapalı bir alandı. Tabi insanlardan söz edilirken köleler işin içine dâhil değillerdi.
Düşü kurulan, tüm insanlığa ait bir toplumsal sistemin, sınıfların oluşması ile kaybedilen en önemli şeyin, boş zamanı dilediğince kullanma hakkının, salt bir avuç yöneticinin kullana geldiği bir hak olmaktan çıkarmakla işe başlamasını söylememek için hiçbir neden yok bence.
Saffet Bilen