Search
Close this search box.

Cumhurbaşkanı Seçimi Üzerine Bir Değerlendirme

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Bu topraklarda Meşrutiyetin ilanından (1876) bu yana seçim olur. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın üyeleri, Genç Osmanlılarla başlayan ve Jön Türklerle devam eden aydınlanma hareketinin yarattığı, Prens Sabahattin’in başını çektiği Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti ile Ahmet Rıza Bey’in başında bulunduğu İttihat Terakki Cemiyetinin yarıştığı seçimle belirlenir. Tek seçimsiz olan, Osmanlı hanedanından, İslam’ın halifesi,  devletinin ve tebaanın başı olan Padişahtır.

İlk kez başkan seçimi, işgaline karşı sürdürülen direniş sürecinde olur. Direnişin ve kurtuluşun lideri Mustafa Kemal,  Erzurum ve Sivas Kongrelerinde (1919)  Heyet-i Temsiliye başkanlığına, Ankara’da Büyük Millet Meclisi(1920) başkanlığına seçimle gelir.

1923’de ilan edilen cumhuriyet, parlamenter sistemi hedeflediği için olsa gerek, direniş ve kurtuluş sürecinin devamı olan kuruluşta, cumhuriyetin ve cumhurun (milletin/halkın) başkanının Meclisçe seçilmesi yöntemini benimser.

Prens Sabahattin’in Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’nin iz düşümü olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka, Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan, DYP ile İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin izdüşümü olan Cumhuriyet Halk Partisi arasında, tarihi kökleri olan düşünsel ve eylemsel ayrılıkları olmasına karşın, cumhurbaşkanının Meclisçe seçilmesinde ciddi bir sorun yaşanmaz, halkı derinden etkileyen, sarsan ciddi bir kriz de olmaz.

Cumhurbaşkanı seçimindeki sürtüşmenin asıl nedeni laikliktir. Prens Sabahattin’in fikri takipçisi liberal partiler ile Derviş Vahdeti ile Said-i Nursi’nin kurduğu İttihad-ı Muhammedi Fırkası’nın izdüşümü olan Milli Nizam, Refah, Fazilet, Saadet gibi partiler,  halkın dini değerlerini istismar etmeyi iktidar olmanın aracı olarak görürler. İstismarı iş edindikleri için, sürekli olarak cumhurbaşkanını halkın seçmesini isterler; halkın dini değerlerini kullanarak aldatmak bunların çok kolayına gelir.
Bu isteme karşı çıkanlar, laik cumhuriyeti kollayan ve değerlerini savunan, emekten, eşitlikten, özgürlükten yana olan bir kişinin cumhurbaşkanı olması arzu eder. Aydınların, yurtseverlerin, ilericilerin, devrimcilerin duyarlılığı buradan kaynaklanır. Bu duyarlılık nedeniyle ordu, laik olmayan, Atatürk ilke ve devrimlerini sahiplenmeyen birisinin cumhurbaşkanı olmasını, devletin, milletin, ordunun başına geçmesini pek istemez.
Orduya ilişkin bu algı 12 Eylül faşist darbesiyle(1980) yıkıldı. 12 Eylül darbecileri, yurtseverleri, devrimcileri kurşuna dizdi, aydınları içeri tıktı, bilimsel laik eğitim birliğini bozdu, din dersini zorunlu yaptı, imam hatip okullarının temel eğitim kurumlarına dönüşmesine neden oldu, AP ve CHP dâhil tüm siyasi partileri kapattı, tarikat ve cemaatlerin serbestçe faaliyette bulunmalarına, siyaset yapmalarına olanak yarattı, ANAP’ın, Refah’ın, AKP’nin iktidar olmalarının yolunu açarak,  milletin başına bela etti.

12 Eylülden sonra iktidara gelen dinci liberaller, önce kamusal alanı dağıttı, özel girişimciliği teşvik etti, özelleştirme adı altında ülkenin, cumhuriyetin birikimlerini, stratejik kuruluşlarını, yok pahasına yabancı kuruluşlara (tekellere) sattı, eğitimi eğitim olmaktan çıkardı; sorun çıkarması muhtemel silahlı kuvvetlere kumpaslar kurdu, operasyonlar yaptı, saygınlığını, güvenirliğini iyice bitirdi, yönetimini teslim aldı; sonra cumhurbaşkanını halkın seçmesi yolunu açarak, iktidarları süresince dini kullanan Menderes’in, Demirel’in, Özal’ın emellerini gerçekleştirdi,  parlamenter sistemin adını koruyup özünü yok etti.

Parlamenter sistemde ülkeyi, devleti, orduyu cumhurbaşkanı yönetmez, ancak temsil eder. Devleti, ülkeyi, siyasi iktidarın kurduğu ve parlamentonun uygun bulduğu hükümetler, bağımsız ve özerk kuruluşlar yönetir. Ordunun yönetimi, genelkurmayın ve kuvvet komutanlıklarının elindedir. Anayasaya göre başkomutan cumhurbaşkanı olsa da fiili başkomutan genelkurmay başkanıdır.

Bir devlete üç kuvvetin bulunduğu sıkça vurgulanır. Bunlar, yasama (meclis), yürütme (hükümet), yargı (mahkemeler) kuvvetidir. Bu kuvvetlerin görev ve yetkilerini Anayasa belirler.

Anayasaya göre Türkiye Büyük Millet Meclisi, yasama organıdır, genel oyla seçilen beşyüzelli (550) milletvekilinden oluşur (Anayasa md.75). Görev ve Yetkileri, kanun koymak, değiştirmek, kaldırmak, hükümeti denetlemek, bütçe ve kesin hesap tasarılarını görüşmek, para basılmasına, savaş ilanına, milletlerarası antlaşmaların onaylanmasına, genel af çıkarılmasına karar vermektir. (Anayasa 87) md.

Siyasi Partiler Yasası’na göre kurulan partiler, yasama organında çoğunluğu elde ederek hükümet olmak için yarışırlar. Genel seçimlerde en çok milletvekili kazanan siyasi parti,  iktidar partisi olarak hükümeti kurar, ülke yönetmeni üslenir, çıkardıkları milletvekili sayısına göre diğer partiler anamuhalefet ve muhalefet partisi olurlar. Meclise temsilci sokamayan siyasi partilere de parlamento dışı muhalefet denir.

Bunların dışında dernek, sendika, oda, meslek grupları ile düşünce topluluklarının oluşturduğu toplumsal muhalefet grupları vardır ki bunlar, gelişmiş bir toplumun hem ölçüsü hem de haksızlık ve hukuksuzluklara karşı mücadele aracıdır.

Siyasi partiler, gruplar, esas olarak emek ve sermaye çelişkisinden doğan sınıflara (burjuvazi/proletarya) dayanır. Esası bu olmakla birlikte, belirli dinsel, mezhepsel, etniksel (ırksal) temele, toplumsal çevrelere dayanan siyasi oluşumlarda vardır. Gelişmiş toplumlarda dinsel, mezhepsel, etniksel (ırksal) partiler marjinaldir, sıra dışıdır, toplumda karşılığı pek yoktur. Bizim ülkemizde bunların maşallahı var, laf anlamazlar, hukuk da tanımazlar.

Bu saptamadan sonra cumhurbaşkanı seçimini değerlendirebiliriz.

Adaylar yönünden:  

Üç aday yarıştı. Birinci aday Recep Tayip Erdoğan’dı; başbakanlıktan ayrılmadı, tek adam olarak konuştukça konuştu, bolca eski iş ortağı Fetullah hoca ile muhalefete, adaylara çattı; devletin tüm olanaklarını kullandı, 55.260.778,00TL bağış topladı, havuz medyası, dinci kanallar, TRT sürekli ve sınırsız propagandasını yaptı; belediyeler, yandaş şirketler yiyecek, giyecek, eşya dağıttı; ülkenin bakanı, valisi, kaymakamı, belediye başkanı, cemaati, tarikatı, imamı, hacısı, hocası sefere kalktı; taşıma katılımlı mitingler düzenledi, iftar yemeklerinde konuştu, ayaklar altına aldığı milliyetçiliği yüceltti, kimine sövdü, suçmuş gibi kimine Zaza kimine Alevi dedi, Sünni olduğunu açıkladı, etnik kimliğinde durdu, Gürcü, Rum hâşâ Ermeni diyorlar açıklamasında bulundu, 20.669.955 oy aldı. Bu, oyların % 51,65’iydi. AKP’nin 30 Mart yerel seçimde aldığı oy kadar oy almasına karşın, oy oranı 7/8 puan arttı.

İkinci aday Selahattin Demirtaş,  HDP’nin eş genel başkanı, 1.213.000,00 TL bağış toplayabildi,  anakentlerde,   yönetimlerinde olan belediyelerin bulunduğu illerde mitingler yaptı, PKK’nın TC’ye karşı sürdürdüğü silahlı mücadelenin Kürt kimlikli yurttaşlar üzerinde yarattığı etnik etkiye dayanarak,  Alevilere, solculara, emekçilere sempatik gelen slogan sözleri kullanarak, ulus devlet ve millet kavramını tartışarak, etnik, inançsal kimliklere vurgu yaparak, 3.914.427 oy aldı, bu oyların % 9,78’iydi.  Bu oy, HDP’nin 30 Mart yerel seçimde aldığı oydan bir milyon fazlası oluyordu.

Üçüncü çatı aday Ekmeleddin İhsanoğlu, liberal, milliyetçi, ulusal, sosyal demokrat, sosyalist, ırkçı/dinci olarak tanımlanan 12 partinin ortak adayı oldu, 8.500.000,00 TL bağış toplayabildi, mitingler yapmadı, salon toplantılarıyla idare etti, kimseye hakarette bulunmadı, suçlamadı, kendisine yapılan hakaretleri cahilce bulup kınadı, Menderes’i, Özal’ı hatta başbakanı övdü; pek anlaşılamadı, ne İsa’ya ne Musa’ya yaradı, çelebi, nazik, kibar duruşuyla bir sempati oluşturduysa da bir heyecan yaratamadı; tanınmıyordu tam da tanınmadı, 15.432.166 oy alabildi, bu oyların % 38,56’sıydı. Aldığı bu oy, kendisini destekleyen partilerin 30 Mart yerel seçimde aldığı toplam oydan beş milyon daha azdı.  Başarılıyım dedi,  başarısız diyenler oldu.

Siyasi Partiler Yönünden:

AKP, teşkilatıyla, belediyeleriyle, devlet olanaklarıyla, devlet görevlileriyle birlik olup başkanları Tayyip’i destekledi, mitinglerine adam taşıdı, ramazanı fırsat bilip iftar sofralarını siyasi şova dönüştürdü, ne hak, ne hukuk tanıdı,

HDP, çalıştı, Selahattin Demirtaş’ın yumuşak söyleminden, solcular, sosyalistler üzerinde yarattığı etkiden, ulusalcıların, Kemalistlerin, sosyalistlerin aday çıkaramamasından yararlanarak, etnik milliyetçiliğe oy artışı sağladı. Herkesin adayının olduğu bir seçimde, bu başarı yakalanır mı bilinmez, pek ümitli konuşulmaz, konuşulsa da yaşanmadan anlaşılmaz.

MHP, çatı adaya çalıştı, Devlet Bahçeli Ramazan ayında durdu, bayramdan sonra hızlandı, Recep Tayyip, AKP ve HDP’yi hedef aldı.  Ülkücülerden CHP ile işbirliğine tavır alanlar oldu, partili AKP yandaşları türedi, çalışmaları çatı adayı seçmeye yetmedi, çekilecek misin diyene “niye bu kadar meraklısın” dedi.

DSP, DP, BBP gibi partilerin çatı aday için çalıştığına ilişkin bir gözlemim yok, ya derinden çalıştılar, ya da etki alanları sınırlı kaldı.

ÖDP, TKP, İP gibi sosyalist partilerden yalnızca işçi partisi çatı adaya karşı açıktan cephe aldı, ayrı bir aday çıkarılması için uğraştı, olmayınca da  “yıkıcıya, bölücüye oy yok” deyip, kuzu kuzu gidin “çatı adaya oy verin” dedi. TKP ikiye bölündü, üç TKP oldu, oy yok dediler, sandığa gitmediler. ÖDP, üyelerini zımnen serbest bıraktı, eş başkanları Selahattin dedi. Kimi sol çevreler boykot yaptı, kimisi iki dinciye oy yok diye Selahattin’i gösterdi, kimileri de Selahattin dedi.

Bu seçimde en çok tartışılan CHP oldu, hala tartışılıyor.  Çatı aday belirlenirken bize, örgüte, tabana danışılmadı diyenler ayağa kalktı, ayrı aday öneren milletvekilleri oldu, yeterli sayıyı bulamadıkları için sonuçsuz kaldı, çatı aday için genel başkandan başka pek çalışan görülmedi, örgüt kerhen destek verdi, bir heyecan dalgası yaratılamadı. Çatı adaya oy veren partililer, sorumluluk duygusuyla sandığa gitti, istemeden de oyunu verdi. Çatı adayı sindirmeyenlerin bir kısmının Selahattin’e yöneldiği söylenir oldu.

Kanımca CHP’nin başına gelenler, genel olarak solun başına gelenlerdir. Hatırlanırsa, sosyalist solun en büyük devrimci hareketine, solu derleyip toparla baskısı sıkça yapılırdı.  Ülke 12 Eylül sarmalından kurtulup biraz nefes alınca, hareketin fikri takipçileri “geleceği birlikte kuralım” şiarıyla harekete geçti, diğer grup ve çevrelerle bir platformda buluşarak,  yaklaşık 17 grup ve çevrenin oluşturduğu partiyi kurdular. Birliktelik bir süre yürüdü, sonra çeşitli konularda çıkan iç tartışmalar nedeniyle partiden ayrılmalar oldu, birlik yeniden ayrılığa dönüştü, grup ve çevreler partiden birer birer koptu, bir kısmı yeni partiler kurdu, bir kısmı gidip Kürt hareketine yandaş oldu.

Herkesin bildiği gibi sol grupla ya da hareketler, her seçimde bir bildiri yayınlıyorlar, ya kendilerine yakın gördükleri adayları destekliyorlar, ya boykotçu oluyorlar, ya da çeşitli etkinliklerde bulunup kenarda duruyorlar.

Aynı durum CHP’ye bulaştı. CHP içinde bir grup CHP’yi büyütmek için elinden geleni kendince yapıyor, bir kısmı küçültmek için uğraşıyor. Parti içi çatışma ideolojik mi, yoksa sen-ben kavgası mı pek anlaşılamıyor. Bilindiği gibi Baykal DSP’yle ittifak yaptı, umduğu sonucu alamadı, toplumla kucaklaşıyoruz diye çarşafa rozet taktı; Kılıçdaroğlu,  meclise türbanla giren milletvekillerine sessiz kaldı, üniversitelerdeki türban yasağını biz kaldırdık diye meydanlarda konuştu, cumhuriyetin ilk yıllarını hedef aldı, Kemalizm’den söz etmez oldu, eleştiriler üzerine sahipleniyor gibi göründü, son olarak Rabıta bağlantılı İslam teşkilatında sekreterlik yapmış bir İslamcıyı çatı aday yaptı; Erdoğan’dan kurtulmak için tıpış tıpış gidip oy vereceksiniz dedi, ama beklediği olmadı, demek ki olmuyor.

CHP’ye kızan kızana.  İslamcılar laikliğin savunucusu din düşmanı olarak damgalıyor,  sosyalistler emeğe sahip çıkmadığını söylüyor, Aleviler bizi oy deposu olarak görüyor diyor,  Kürtler tek dilci, tek bayrakçı, asimilasyoncu, baskıcı savında bulunuyor. İslamcılar dışında kalanlar, kendileri bir şey yapabiliyorlarmış gibi akıl veriyor. Akıl veren partiler, örgütler, Aleviler, Kürtler anlaşılmaz biçimde CHP ile ittifak kurmak için can atıyor, kişiler ise CHP’den aday olup milletvekili, belediye başkanı, meclis üyesi olmayı hayal ediyor.

CHP’nin işi bence çok zor, 40-50 yıldır legal illegal partiler kurup bir milletvekili bile çıkaramayan bir parti, CHP’den 20 milletvekili ayartmaya kalkıyor. Bunlar siyaset yapıyorlar desek bile,  buna tav olanlara, aday olana, aday çıkarana ne demeli?  Parti başkanı bunları ben meclise taşıdım, kusur varsa benimdir açıklamasında bulunuyor, bunlarda biz seni taşıdık havasına giriyor, kıyasıya bir atışma, tartışma sürüyor. Genel başkan olağanüstü kongre kararı aldığına göre, bu tartışmaların daha da süreceği anlaşılıyor.

   Seçmen Yönünden:

Ülkenin nüfusu 77.000, seçmen sayısı 52.920.985, kullanılan oy 40.750.815, geçerli oy 40.016.548, iptal edilen oy 722.547, seçime katılma oranı %73, sandığa gitmeyen seçmen sayısı 15.141.339

Katılımdaki düşüklüğün birinci nedeni mevsimseldir. Seçim,  Yaz yerine Baharda (Mart, Nisan, Mayıs) veya Sonbaharda (Eylül, Ekim, Kasım) yapılsaydı, katılım bu kadar düşük olmazdı. Çünkü Yaz ayları, okulların tatil olmasıyla birlikte, doğduğu ya da ailensin bulunduğu köye, kasabaya, kente gitme ya da tatile çıkma artıyor.  Bir duyarlılıkla bu insanların ağırlıkla oy kullanacakları yere gelmesini beklemek boş bir hayaldir, taşınmaları yapmak hem ekonomik hem de zaman olarak zordur.

İkincisi seçmenin, cumhuriyet kurulduğundan bu yana eğilimleri farklılaşmış ve kemikleşmiştir. Bir yanda dinci politikaların etkisi altında olanlar, bir yanda aydınlanmanın ışığında yürüyerek laik cumhuriyet safında yer alanlar. Genel olarak seçim sonuçlarını, bu kemikleşmenin dışında kalan yüzen ve gezen oylar belirler. Bir partiyi destekleyen kemikleşmemiş seçmeni etkilemek de ancak seçmeni etkileyecek ekonomik, toplumsal, siyasal değişimlerle olanaklıdır. Bakar mısınız, onca yolsuzluk, hırsızlık,  rüşvet ithamlarına karşı AKP seçmeni genel olarak tavır değiştirmiyor. Bu anlaşılabilir bir durum mudur?  Bu ithamları herkes duyuyor da bunlar mı duymuyor, Ay’da mı yaşıyorlar?  Bence “Çalıyorlar ama hem çalışıyorlar hem bize de veriyorlar” düşüncesi etkileyici olmalı. Bu düşünce tarzı değişmedikçe, gerici iktidarlardan, adaylardan kurtuluş yok gibi.

Üçüncü olarak, seçmen güçlüden yana tavır alır ki bu gelenekseldir. Tüm imkânları elinde bulunduran, harcamada sınır tanımayan, hesap vermeyen, yargıdan kaçan bir aday karşısında, seçmenin diğer adayları benimsemesi zor gibi.  Hele çatı aday hem tanınmamakta, hem de siyaset deneyimi yok. Meydanlara çıkıp konuşması da olmuyor, yinede destekçi partilerin çabasıyla olmalı ki azımsanmayacak oy alıyor.

Sonuç olarak, seçimin galibi, emperyalizm, işbirlikçi sermaye, neoliberal solcular, çağdaşlaşma karşıtı dinciler, ayrılıkçı/özerklikçi/ırkçılar olmuştur. Kaybedenlere gelince, Türkiye ve halkı ile birlikte sosyal demokratlar, sosyalistler, yurtseverler, milliciler, devrimciler denilebilinir.

Bütün bu olumsuzluklara karşı yapabileceğimiz, moral bozucu olmamak, gelecekten umudu kesmemek, halka güvenmek, güne ve geleceğe dair hayalleri güncelleyerek diktatörlüğe, açlığa, yoksulluğa, zulme ve hukuksuzluğa karşı durmak, eşitlik, özgürlük, kardeşlik temelinde mücadeleyi sürdürmek, görme olasılığı olmasa bile ülkemize bir gün işçi tulumuyla özgürlüğün,  eşitliğin,  kardeşliğin geleceğine inanmak olmalıdır. 15.08.2014

 Av. Mehdi BEKTAŞ

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir