Search
Close this search box.

Demokrasi, Demagoji ve Mücadele-Av. Mehdi Bektaş

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

 

Ülkemizde en çok söylenen kavramların başında Demokrasi gelir, dinci siyasetçilerde demagojiyi çok kullanır.

 

Demokrasi halk yönetimi demektir. Doğrudan demokrasi, temsili demokrasi gibi ayrımı vardır. Doğrudan demokrasi, halkın, yasama, yürütme, yargı yetkisinin kullanımıyla ortaya çıkan egemenlik hakkını doğrudan, temsili demokrasi ise seçtiği ve görevlendirdiği organlar eliyle kullanmasıdır. Bu organlar, yasama yetkisini kullanan parlamento (meclis), yürütme (icra) görevini yapan hükümet, yargı yetkisini üstlenen mahkemelerdir.

 

Halkın egemenliği kullanması için oluşturulan organların ve bağlı kuruluşların görev ve yetkileri Anayasada ve yasalarda ayrıntılı olarak yer almıştır. Halkın doğrudan veya organlar eliyle egemenlik hakkını kullandığı yönetim biçimine, halkın yönetimi anlamında, cumhuriyet denir.

 

Halk, yasama yetkisini kullanmak üzere Meclise gönderdiği vekillerini seçimle belirler. Milletvekillerinin oluşturduğu meclis, hem devletin başı olan cumhurbaşkanını hem de cumhurbaşkanının atadığı başbakanın kurduğu hükümete güvenoyu vererek göreve başlatır, gerekli görülen yasaları çıkarır, kanun hükmünde kararnamelerle hükümete yetki verir, ülkenin yıllık bütçesini oluşturur, gelir ve giderin kesin hesabını görür, para basılmasına, savaş ilanına, yurtdışına asker gönderilmesine karar verir, vatana ihanetle suçlanması halinde cumhurbaşkanını yüce divana gönderir, uluslararası sözleşmeleri, anlaşmaları onaylar, hükümeti, bakanları, harcamalarını ve faaliyetlerini denetler.

 

Başbakan ve bakanlardan oluşan hükümet, bakanlıklar, bakanlıklara bağlı genel, yerel ve özerk kuruluşlarla ülkeyi yönetir, bakanlıklar, bağlı kuruluşlar ve özerk yapılar yaptıkları harcamalar konusunda Meclisin ve Sayıştay’ın denetimindedir, Meclise ve halka hesap verir.

 

Yargı yetkisi ise, HSK’nın gözetim ve denetiminde bağımsız tarafsız hâkim ve savcılardan oluşan mahkemeler eliyle kullanılır.

 

Cumhurbaşkanı devletin başıdır, devletin ve milletin birliğini temsil eder, Anayasanın uygulanmasını, devlet organlarının düzen ve uyumlu çalışmasını gözetir, anayasa ve yasayla verilen görevleri yapar, yönetim ve siyasette hakemdir taraf olmaz.

 

Yasama, yürütme ve yargı, bir denge ve uyum içinde görevlerini yaparsa, devlet ve toplum yaşamında ciddi sorunlar çıkmaz, çıkarsa da organlar kendi içlerinde sorunları çözer.

 

Devleti siyasiler yönetir. O nedenle de siyasilerin yetiştiği, yönetme yönetilme alışkanlıklarını edindiği, listelerinden aday gösterilip milletvekili, belediye başkanı, yerel  yönetici seçildiği  Siyasi partiler, “….demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır, Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini yürütürler, siyasi faaliyetleri ve parti içi çalışmaları  demokrasi ilkelerine uygun” yapmak durumundadırlar. (Anayasa Md. 68,69)

 

Seçime katılan siyasi partiler, mecliste güvenoyu alacak milletvekili çoğunluğunu elde ettikleri zaman tek başlarına, sağlayamadıkları zaman parlamentoda temsilcisi bulunan bir veya bir kaç partiyle bir araya gelerek, güvenoyu alacak çoğunluğu sağlayarak koalisyon hükümeti kurarak iktidar olurlar.  Bazı durumlarda, çoğunluğu olmayan bir partinin kurduğu hükümetin mecliste temsilcisi bulunan başka partilerin desteği ile güvenoyu aldığı olur, bu hükümetlere azınlık hükümeti denir. Güvenoyu alan hükümetler, hükümetin yıkılmasına veya yeni seçim dönemine kadar devleti ve ülkeyi yönetir.

 

Hükümet kuruluşunda çoğunluğu sağlayamayan ya da başka partilerle anlaşarak hükümet kuramayan, iktidar olamayan siyasi partiler, muhalefeti oluşturur. Parlamentoda muhalefete oluşturan en çok temsilcisi bulunan partiye ana muhalefet partisi denir, mecliste temsilcisi bulunmayan partiler ise parlamento dışı partileridir, iktidara muhalefet edeni de olur yanında duranı da.  Şu anda ülkede kurulu 83 siyasi parti bulunmakta, 8-10’u dışında çoğu bilinmemekte, adı var sanı yok denilmekte.

 

Toplum içinde siyaseti yalnızca siyasi partiler yapmaz, siyaset yapan hareketler, topluluklar, çevrelerde vardır.  Bunlar, iktidar yanlısı ya da karşıtı dernekler, sendikalar, odalar ve birlikler gibi meslek kuruluşları, vakıflar gibi örgütlü kesimlerle, ülkenin,  halkın ve de kendi sorunları çerçevesinde harekete geçerek iktidarın yanında ya da karşısında tavır koyarlar, kendi anlayışları doğrultusunda iktidarı etkilemeye, yönlendirmeye, baskı kurmaya çalışırlar.

 

İktidar karşıtı olan hareketlerin, örgütlerin ve çevrelerin oluşturduğu muhalefete toplumsal muhalefet de denir.

 

İster siyasi partiler olsun ister örgütlü kişi ve çevreler olsun, Anayasa’nın ve yasaların belirlediği sınırlar içinde faaliyette bulunur. Yasaların çizdiği sınırların dışına çıktıkları an idari, hukuki, cezai, siyasi yaptırımla karşı karşıya kalınır. Fiilen görev yapan milletvekilleri hakkında meclisin aldığı kararlara,  siyasi partilerin kapatılması istemli açtığı davalara, cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların görevleriyle ilgili işledikleri savlanan suçlara Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesi bakar, karar verir, aldığı kararlar herkesi bağlar, savcılık ve ilgili kurumlarca yerine getirilir.

 

Her siyasi partinin bir tüzüğü ve bir programı vardır. Tüzük partinin yasalar çerçevesinde kuruluşunu, üyelerini, kurullarını, iç işleyişini, disiplinini belirtirken, programı iktidara gelince ülkeyi ve toplumu hangi ilkeler çerçevesinde yöneteceğini, plan ve projelerini, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel konulardaki düşüncelerini, faaliyet ve hedeflerini açıklar.

 

Devlet organlarının, siyasi partilerin, hareketlerin, dernek, sendika, meslek örgütlerinin oluşumunda ve faaliyetlerinde temel ilke yasallık ve demokratik kural ve ilkelere bağlılıktır. Bu kurallar ise, bilimsel eğitilmeyi, temel haklara, ifade, örgütlenme ve faaliyet özgürlüğüne sahip olmayı, hakları ve engelsiz çekincesiz kullanmayı, haklarda ve borçlarda eşit davranılmayı, seçme ve seçilme hakkı ile açık, dürüst ve adil seçimlerle kurulları ve yöneticileri belirlemeyi içerir.

 

Bu anlatılan siyasi, hukuki ve sosyal düzen, 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanından sonra 1924’te değiştirilmesi, TBMM’nin Mustafa Kemal’i ilk Cumhurbaşkanı seçmesi, Mustafa Kemal’in İsmet Paşa’yı ilk cumhuriyet hükümetini kurmakla görevlendirmesi, hükümetin TBMM’nden güvenoyu alması ile başlar,  27 Mayıs 1961 Anayasası ile insan hakları, örgütlenme ve ifade özgürlüğü, bağımsız yargı yönünde gelişir, 12 Mart 1971 muhtırası ve 12 Eylül 1980 darbesiyle sarsılır,  12 Eylül 2010 tarihli referandumla cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin kabulüyle bozulur, 17 Nisan 2017 tarihli referandumla, kuvvetler ayrılığı ilkesini işlemez kılan, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı verilen tek adam yönetimine geçmekle sona erer.

 

Devlet yönetimi, hem parti, hem hükümet hem de devletin başı olan,  devletin ve milletin birliğini tarafsızca temsil edeceğine yemin eden, hazineyi kişisel malı gibi kullanıp hesap vermeyen, nereye ne harcadığı bilinmeyen, denetlenemeyen bir kişiye teslim edilir. Bu kişi, üniversite rektörlerini, Hakim ve Savcılar Kurulu’nu, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay üyelerini doğrudan ve dolaylı olarak belirler, keyfince bütçeyi oluşturur, örtülü ödenekten dilediği gibi harcama yapar, kararnamelerle ülke yönetir.

 

Ülkede kuvvetler ayrılığından, hukukun üstünlüğünden, dengeli bütçeden, harcamaların açık ve dürüst olmasından, mahkeme kararlarına uyulmasından, Anayasanın ve Anayasa Mahkemesi kararlarının herkesi bağladığını görmek masal olur, adalete güven yerlerde sürünür.

 

Bu gün bu ülkeyi yönetenler, 1299’da Oğuzların kayı boyundan Ertuğrul Gazi Oğlu Osman’ın Söğüt’te kurduğu Beyliğin, Orhan Gazi’nin 1326’da Bursa’yı fethetmesiyle devlete dönüştüğünü,  süreç içerisinde çağın bilim ve tekniğini kullandığı fetihlerle genişleyerek üç kıtada hüküm süren bir imparatorluk olduğunu muhtemelen biliyorlardır.

 

Bunlar, Fatih Sultan Mehmet döneminde toplanan ulemanın, “Vahyinin akıldan üstün olduğu, felsefe ve mantık yürütmenin her koşulda dine küfür sayılacağı” kararına varmasıyla, İslam’ın adaletli olma, eşit davranma, hazineyi, kamu malını, doğayı, canlıları, yoksulları koruma ilkesini yok sayılarak, eline, diline, beline sahip olmayı öğütleyen, üretimci, eşitlikçi, kadını yücelten Türk’ün göçebe kır inancını, kadını aşağılayan, köleciliği meşru kılan Arap’ın çöl inancına feda edildiğini;

 

İmanla ve kaba kuvvetle büyüme ve ayakta kalma sürecinin, II. Viyana kuşatmasının bozgunuyla sonuçlanmasıyla durduğunu, Osmanlıyı Avrupa’dan atmak için Papalık, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, Lehistan-Litvanya, Rus Çarlığı, Venedik Cumhuriyeti, Malta Krallığı tarafından kurulan Kutsal İttifakla 1683-1698 tarihleri arasında yapılan savaşlarda yenildiğini,  savaş sonrası imzalanan 26 Ocak 1699 tarihli Karlofça Anlaşması’yla ilk kez toprak kaybettiklerini, 1718’de imzalanan Pasarofça Anlaşmasıyla kayıpların sürdüğünü, 1730 Patrona Halil İsyanı sonrası başlatılan Lale devrinin, devlet otoritesini güçlendiren ayanlara bazı imtiyazlar tanıyan 1808 tarihli Sened-i İttifakın, batılılaşmanın ilk adımı olan 1839 tarihli Tanzimat Fermanının, devleti yıkılmaktan kurtarmak için siyasi haklar, kişi hürriyetleri ilgili yeni kurumlar kurulmasını amaçlayan 1856 tarihli Islahat Fermanının, mutlak monarşiden Anayasal meşruti monarşiye geçişi sağlayan 1876 tarihli Kanun-i Esasinin (I. Meşrutiyet’in ilanı), II. Abdülhamit’in 30 yıl süren istibdadına son veren 1908 tarihli İttihat Terakkinin gerçekleştirdiği hürriyet devriminin (II. Meşrutiyet) derde deva olmadığını,  1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rusların doğuda Erzurum’a, batıda Yeşilköy’e kadar girdiğini, Yeşilköy Antlaşmasıyla (3 Mart 1878) batıda Sırbistan, Karadağ, Romanya’nın bağımsız olduğunu, Bulgaristan krallığının kurulduğunu, doğuda Ardahan, Batum, Doğu Beyazıt, Kars’ın Ruslara verildiğini, 1911-1912 Balkan Savaşları ile Osmanlı’nın Ege denizindeki hakimiyetinin bittiğini, Sırpların, Yunanlıların, Karadağlıların Makedonya’yı ele geçirdiğini, Arnavutların bağımsızlığını ilan ettiğini, Bulgarların Çatalca’ya kadar geldiğini,  Osmanlının Midye-Enez hattına çekildiğini, Trakya’nın elden çıktığını; kaybedilen toprakları geri alırız düşüncesiyle 1914-1918 tarihleri arasında yaşanan I. Paylaşım Savaşı’na katılan Osmanlının, Çanakkale’de, Galiçya’da, Kut’ül-Amare’de destanlar yazsa da Balkanlarda, Kafkaslarda, Arabistan, Suriye, Irak ve İran topraklarında kaybettiğini ve tükendiğini, biliyorlar mı?

 

Osmanlıyı anlata anlata bitiremeyenler, savaşın galiplerinin payitaht İstanbul’u, boğazları, Çanakkale, İzmir, Antalya, Adana, Mersin, Aydın, Bursa, Antep, Maraş, Samsun gibi illeri işgal ettiklerini, orduyu dağıtarak silahlarına el koyduklarını, tersaneleri kapattıklarını, doğuda Ermenilere, Kürtlere, batıda ve kuzeyde Rumlara toprak vaat ettiklerini, Osmanlıyı Ankara, Sivas, Yozgat, Konya, Kayseri, Afyon, Eskişehir, Zonguldak gibi illerin kapsayan bir alana sıkıştırdıklarını, 1920 Sevr Antlaşmasıyla İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlıların Anadolu’yu paylaştığını, doğu ve güney doğuda Kürtleri de içine alacak biçimde Ermenilere, doğu Karadeniz’de Rumlara toprak verdiklerini, boğazları emperyalist galiplerin insafına bıraktıklarını, Osmanlıyı bir Emirliğe dönüştürdüklerini anımsıyorlar mı?

 

Yine bunlar,  Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, hareket-i milliyi büyüterek, Kuvay-ı Milliye’yi düzenli orduya dönüştürerek, 1918-1922 yıllarında vatan evlatlarının kanını akıtarak canını vererek, dişe diş mücadele ile işbirlikçi iç düşmanı ezerek, işgalci dış düşmanı sürerek,  dosta ve düşmana kabul ettirdikleri Lozan Antlaşması ile bağımız, laik, devrimci cumhuriyeti kurmayı başarmasalardı, doğacaklar mıydı, emirlik gibi kalan Osmanlı’da yaşayacaklar mıydı, yaşasalar bile adam yerine konacaklar mıydı, afrayla tafrayla yönetecekleri bir devlet ve ülke bulabilecekler miydi?

 

Bugün ülkeyi yöneten iktidar kadroları, bu gerçekleri bilmezden gelerek, kendi ikbal ve istikballeri için emperyalizmle işbirliği yaparak ülke yönetmeyi, ülkenin kurucularına saldırmayı, özgür yurttaşı kula, laik toplumu ümmete, laik cumhuriyeti din devletine dönüştürmeye pek hevesliler, ülkeyi ve halkı soymada pek becerikliler, Türk Devrimine ihanette sınır tanımıyorlar.

 

Bunları yaparken kullandıkları yöntem çok basit ve ilkeldir. Yaptıkları iş, dini, ırkı, toplumsal değerleri kullanarak demagoji yaparak yalan söylemektir.

 

Yalan, insanı ya da insanları aldatmak için gerçeğe aykırı söylenen sözdür.

 

Demagoji ise, yalan söyleyerek, laf cambazlığı yaparak kafa karıştırma, gerçeği çarpıtarak halkın duygularını okşama, ön yargılarını kışkırtarak yaşamdan ve gelecekten korkutarak kandırma, düşüncelerine ve çalışmalarına destek sağlayacak yandaş yaratmadır.

 

Söyledikleri yalanların yaptıkları demagojinin hedefinde genellikle devrimci laik cumhuriyet ve ilkeleri vardır. Ülkenin bağımsızlığı,  laiklik devlet, laik eğitim, laik hukuk, dil ve harf devrimleri, yurttaşlar yasası, ekonomik ve sosyal kalkınma, sanayileşme, Kamu İktisadi Devlet Teşekkülleri, şeker, un, yem, dokuma, çimento fabrikaları, Sümerbank, Etibank, İller Bankası,  sosyal güvenlik kurumları gibi cumhuriyetin yarattığı değerler tartışma konusudur.

 

 

Bunlara göre, Mustafa Kemal ve Mustafa İsmet iki ayyaştır, Mustafa Kemal’i Anadolu’ya ülkeyi işgalden kurtar diye Padişah Vahdettin göndermiştir, ama kandırmışlardır. Devleti laikleştirerek, Kuran’ı Türkçeye çevirttirerek, Ezanı Türkçe okutarak ve dini inancı insanların özeline bırakarak, kadın ve erkek eşitliğini sağlayan Medeni Kanunu yürürlüğe koyarak, aile ve miras hukukunu çağın gereklerine uygun yaparak, dini nikahı eşlerin isteğine bırakarak, aile yapısını bozmuşlardır. Yeni harfleri kabul ederek, tekke ve zaviyeleri, medreseleri kapatıp üniversiteler açarak, halkın geçmişle olan bağını koparmışlar, tarihi ve kültürel yapısını yok etmişlerdir, öyle ki mezar taşlarındaki yazıları okuyamamaktadırlar.  Lozan hezimettir, adaları Osmanlı yönetimi değil İsmet Paşa vermiştir gibi gerçeğe aykırı zırvalarla, söylem ve eylemlerle cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana kinlerini kusmaktadırlar.

 

Cumhuriyetin yarattığı değerleri satarak, ülkenin yer altı ve yer üstü kaynaklarını tüketerek, sanayileşmeyi önleyerek, tarımı ve hayvancılığı bitirerek, 4 + 4 + 4 eğitim programıyla toplumun geleceğini karartarak, çalarak, çırparak, ırkçılık ve dincilik yaparak işin sonuna gelmişlerdir. Hazine tam takır,  olmuştur, köyler kente akmış, işsizlik zirve yapmış, “yurtta barış dünyada barış” ilkesi yok edilerek konuyla komşuyla kanlı bıçaklı olunmuştur. Ülke saygınlığını, inandırıcılığını, güvenirliğini, caydırıcılığını kaybetmiştir.

 

Her şeye karşın halkı teslim alamamışlar, iktidarları sallanıyor. İktidarlarını sürdürmek için her yola başvurmaya hazırmış gibi görüntü vermeye çalışıyorlar, ancak bu ülkenin namuslu insanları, yurtseverleri, demokratları, devrimcileri, zalim, sömürücü, soyguncu iktidara son vermek ve bunların güvendikleri dağlara kar yağdırmak için kararlı duruyor.

 

Yapılması gereken, düşünsel, inançsal, etniksel ayrışmalara yer vermeyerek halkın birliğini sağlamak, parlamenter sistemi, kuvvetler ayrılığını, sosyal devleti, eşitliği, özgürlüğü ve hukukun üstünlüğünü esas alan toplumsal bir uzlaşma ortamını yaratmak adına, partilerin, hareketlerinin, sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin, derneklerin, çevrelerin bir araya gelerek ortak bir çalışmayı gerçekleştirmek, seçim yoluyla bu dinci, bölücü, yıkıcı iktidardan kurtulmak tek çare olarak gözüküyor.

 

“Hepimiz birimiz birimiz hepimiz için” şiarıyla, yalan ve demagojiye yer vermeyen bir mücadele için kolay gelsin…

 

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir