Search
Close this search box.

“Felsefenin Tesellisi” Üzerine-Mehmet Uysal

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Büyük düşünür Boethius’un Kabalcı Yayınevi tarafından yayınlanmış olan “Felsefenin Tesellisi” adlı kitabından değil, Alain de Botton’ın Sel Yayıncılık tarafından yayınlanmış olan aynı adlı kitabından söz ediyoruz. Boethius’un felsefe kitabını, felsefeciler ve felsefe meraklıları dışında pek kimse bilmez. Ancak Botton’ın “felsefe” kitabını felsefe ile uğraşanlar da dahil pek çok kişi bilir. Çünkü bu kitap 2004’te Türkiye’de yayınlandıktan hemen sonra popüler olarak birçok baskı yapmış ve uzun süre en çok satan kitaplar listelerinin üst sıralarında yer almıştır. Biz Botton’ın kitabını okumadık, ancak üzerinde yazılmış pek çok yazıyı inceledik, bu nedenle okumuş kadar bilgi sahibi olduk. Botton, kitabında, toplumca kabul görmediklerini düşünenleri Sokrates ile, yeterince paraları olmayanları Epiküros ile, düş kırıklığı içinde olanları Seneca ile, kendini yetersiz hissedenleri Montaigne ile, kırık kalpleri Schophenhauer ile ve zorluklar yaşayanları da Neitzsche ile teselli etmeye çalışıyor. Bize göre Botton’ın kitabı, adında “felsefe” sözcüğü geçmekle ve içinde filozoflardan bahsetmekle birlikte, bir felsefe kitabı olmaktan ziyade, “üzüntüyü bırak şen olmaya bak” kabilesinden, “kişisel gelişim kitapları” olarak adlandırılan türden bir kitaptır. Çünkü felsefe, insanların kendilerini bunaltan birtakım ruhsal sorunlarla başedebilmek için, büyük düşünürlerin “hikmet” dolu yaşamlarından ibret ve “hikmet” dolu sözlerinden ilham alıp -basit ve kolay teselliler arayacakları bir alan değildir.

Öyleyse nedir felsefe ve felsefenin nasıl bir işlevi vardır?

Felsefe her şeyden önce, insan aklının bir etkinliğidir. İnsan aklının bilimsel, sanatsal, teknolojik, tasarımsal vs. birçok etkinliği vardır. Acaba felsefi etkinliğin bunlardan farkı nedir?

Bu soruyu cevaplayabilmek için felsefenin ilgilendiği konulara bakmak gerekir. Felsefenin “var olan nedir?” ve “var olanı nasıl biliyoruz?” olmak üzere iki temel sorusu vardır: Bunlardan birincisine verilen cevaplar ontolojiyi (evrenbilim), ikincisine verilen cevaplar da epistomolojiyi (akılbilim) oluşturur. Ontoloji ve epistomoloji, felsefenin iki ana alanıdır. Ontoloji ve epistomoloji, birbirinden bağımsız değil, tam tersine birbirine sıkı sıkıya bağlı iki felsefe alanıdır. İki ana felsefe alanı arasındaki sıkı bağlılığı, bu alanları doğuran soruları incelemekle görebiliriz.

İncelemeye, ontolojinin oluşumuna yol açan “var olan nedir?” sorusundan başlayalım. Bu soruyu sorabilmemiz için, her şeyden önce “var olan” diye bir şeyi görmüş olmamız gerekir. Öyle ya, “var olan” diye bir şeyi görmeden onun neliğini araştırmaya nasıl başlayabilir, “var olan nedir?” biçiminde bir soruyu nasıl sorabiliriz ki? Öte yandan, “var olan” diye bir şeyi görebilmek için, her şeyden önce görebiliyor olmamız gerekir. Öyle ya biz görebilme, diye bir yetimiz olmaksızın var olanı nasıl görebiliriz ki? O halde, biz bir şeyi görmekle, sadece o şeyi görmüş olmayız, bununla birlikte “görebilme”, “bilebilme”  diye bir yetimiz olduğunu, bu yetimizin kaynağının “aklımız” olduğunu da biliriz.

Şimdi şöyle bir soru akla geliyor. Acaba akıl her şeyden önce var olanı mı yoksa bilme yetisini mi bilmiştir? Soruyu bir de şöyle soralım. Düşünün ki, bedenimizin bir sistemi olarak aklımız canlı yaşamın evrimi sürecindeki gelişimini tamamlamış ve “akıl” olarak evrene gözlerini açmış. Bu durumda aklın farkettiği ilk şey acaba “gördüğü şey” midir, yoksa “görüyor olmak” mıdır? Bu sorunun akla ilk olarak gelen cevabı; “bir şeyi görmeden ‘görme işi’ yaptığımızı bilemeyeceğimize göre, aklın ilk farkettiği şey, gördüğü şeydir” biçiminde olacaktır. Ancak akla ilk gelen bu cevap doğru değildir. Aklın “gözlerini açınca” ilk farkettiği şey “gördüğü şey” değil, “görüyor olmak”tır. Açıklayalım.

Gözlerimizin bir şeyi görmesi, bir fotoğraf makinasının, bir video kamerasının bir şeyi “görmesinden” farklıdır. Gözü, bir optik aletten ayıran esaslı şey “bakmak”tır. Bakmak, görmekten çok farklıdır. “Bakmak” eyleminin arkasında bir “bilinç” ve bu bilincin yönlendirmesiyle yapılan bir “seçim” vardır. Bakmak, gözün “görebilme” yeteneğinin bilincin ışığında “seçilmiş nesnelere” yönlendirilmesidir. Gözün görebilme yeteneğinin seçilmiş nesnelere yönlendirilebilmesi için, aklımızın her şeyden önce gözlerimiz olduğunu, gözlerimizin de görebilme diye bir yeteneği olduğunu farketmesi, bilmesi gerekir. Öyle ya, bir aleti kullanabilmek için, her şeyden önce bir aletinizin olduğunu ve onun ne işe yaradığını bilmeniz gerekmez mi? Aksi takdirde gözlerimizle yaptığımız eylem amaçsız bir “boş bakış” olur. Boş bakış, iç alemine dalmış veya bilinci ya da görme yeteneği olmayanların gözlerinde gördüğümüz haldir. Oysa aklımız “gözlerini” açtığı andan itibaren boş değil, anlamlı bakar.  Bu nedenle, aklın gözlerini açar açmaz gördüğü (A) nesnesi, akılda, her şeyden önce “bir A nesnesi var” bilgisini değil, (A) nesnesini görüyor olması üzerinden “bir gözüm var ve gözümle görme eylemi yapabiliyorum” bilgisini oluşturur. Görme engellilerin gözleri açılınca ilk sözlerinin “(A)’yı görüyorum” değil,  “görebiliyorum”, işitme engellilerinin de kulakları açılınca ilk sözlerinin “işitiyorum” olması da, akıllarımızın “gözlerini” açınca, her şeyden önce görebilme yeteneğimiz olduğunu farketmesindendir. Bu açıklamadan sonra, yukarıdaki sorumuzun cevabına dönersek; aklın gözlerini açınca ilk farkettiği şey; “gördüğü şey” değil, “görüyor olmak”tır. Akıl görüyor olduğunu fark eder etmez de gördüğü şeye bakar.

 Farketmiş olacağınız üzere, “görmek” ve “bakmak” sözcüklerini, aklın etkinliğini, yani “düşünmeyi” sembolize etmek amacıyla kullandık. Aklın eylemlerinden bazılarını ifade eden ve “düşünmeyi” sembolize etmek için kullandığımız bu sözcükleri bir tarafa bırakarak ifade etmek gerekirse, aklın etkinliğine başlar başlamaz ilk farkettiği şey, şu veya bu nesne değil, bilme yetisi, yani düşünebilme olanağıdır. Başka bir deyişle, akıl harekete geçer geçmez ilk bildiği şey kendisidir. İşte felsefenin iki ana alanından birisi olan epistomolijinin oluşmasına yol açan “var olanı nasıl biliyorum?” sorusunun kökeninde de,  aklın harekete geçer geçmez her şeyden önce kendisini bilmesi vardır. Hegel felsefeyi “felsefe varlığın kendini düşünmesidir” biçiminde tanımlarken kastettiği şey de bu olsa gerektir. Bundan dolayıdır ki sevgili dostlarım, felsefenin temel işlevi aklın kendisini bilmesi, bu bağlamda felsefecilerin temel işlevi de, aklın neliğini araştırmak ve ulaştığı düşünceleri felsefeci-olmayanlara bildirmektir. Felsefe tarihi boyunca (Botton’ın “insanları teselli etmek” amacıyla seçip kitabına aldığı büyük düşünürler de dahil) bütün düşünürler, esas olarak insan aklının neliğini araştırmışlar ve ulaştıkları düşünceleri insanlarla paylaşmışlardır. Tarih boyunca “var olanı nasıl biliyorum?” sorusunun cevabını arama peşinde koşan düşünürler, aklı harekete geçiren etkenin sevgi (philo) olduğunu, sevginin gerisinde insanın doğasındaki yaşama, yaşamda kalma, sonsuz yaşam isteğinin olduğunu, sonsuz yaşam sevgisiyle harekete geçen aklın mantık ile hareket ederek doğru bilgiye (sophia) ulaştığını, aklın kapsama ve etkime yeteneğinin sınırsız, bu nedenle aklın mutlak olarak özgür olduğunu keşif yolunda, birbirlerini aça aşa, adım adım ilerlemişlerdir.

Bu açıklamalardan sonra, şimdi en baştaki; “İnsan aklının bilimsel, sanatsal, teknolojik, tasarımsal vs. birçok etkinliği vardır. Acaba felsefi etkinliğin bunlardan farkı nedir?” sorumuza dönelim. Sorumuzu hemen cevaplamak gerekirse; insan aklının felsefi etkinliği, diğer bütün etkinliklerinin anasıdır, çünkü felsefi etkinlikle insan, aklını ve aklının özgürlüğünü görür. Felsefe insanın aklının özgürlüğünü görmesi, diğer bütün etkinlikler de aklın özgürlüğünü yaşamasıdır. Örneğin bilim, tarih boyunca “var olan nedir” sorusunun cevabını aramakla meşgul olmuştur. Bilime baktığımız zaman, onun içine sinmiş olan aklın özgürlüğünü görebiliriz. Aklının özgürlüğünün farkında olmasaydı, mitolojik-dinsel dünya görüşünün egemen olduğu bir zamanda Thales, bu dünya görüşüne aykırı olarak, “evrenin ana maddesi nedir?” diye sorabilir miydi? Aklının özgürlüğünün farkında olmasaydı, Skolastiğin; “dünya sabit, güneş ve gezegenler dünya çevresinde dönüyor” diyen görüşüne rağmen, Kopernicus, “dünya ve gezegenler güneşin çevresinde dönüyor” diyebilir miydi? Akıllarının özgürlüğünün farkında olmasalardı Galileo, Newton, Einstein ve daha pek çok düşünce ve bilim adamı ortaya çıkabilir miydi? İnsanoğlu aklının özgürlüğünün farkında olmasaydı, şimdi hala Taş Devri’nin de gerisinde “insansı” olduğu zamanları yaşıyor ya da daha kötüsü, doğal seçmenin kurbanı olup canlı yaşamdan elenmiş olabilirdi.

İşte sevgili dostlarım, felsefede bir teselli arıyorsak, yapacağımız şey, felsefe tarihi boyunca düşünürlerin, aklın kendisini ve özgürlüğünü keşfedebilmek için sevgiyle, aşkla nasıl çabaladıklarını, bu bağlamda hangi soruları sorduklarını, bunları nasıl cevapladıklarını, verilen cevapların hangi soruları açtığını, böylece insan aklının kendini açarak ve aşarak özgürlüğünü keşif yolunda nasıl ilerlediğini inceleyip, buna bağlı ve paralel olarak, aklın bilimsel etkinliği ile, “var olan” üzerindeki kapsama alanını nasıl genişletip, etkinliğini nasıl derinleştirdiğini araştırmaktır. Tabii ki böyle bir teselli arayışı, Botton’ın yapmaya çalıştığı gibi; felsefe tarihinden cımbızla beş düşünür seçip, onların “hikmet” dolu yaşamlarından ve sözlerinden örnekler aktarmanın verebileceği kadar basit ve kolay bir teselli değildir.

Özetle ifade etmek gerekirse sevgili dostlarım; felsefenin asıl tesellisi, aklın sonsuz kapsama ve etkime yeteneğini ve bu yeteneğinden kaynaklanan özgürlüğünü görebilmektir. Bunun için önereceğimiz şey, felsefe, sanat, bilim ve teknoloji tarihi okumak, mantıkla, matematikle ilgilenmektir. Bireysel akıllarımızın ve bireysel akıllar sistemi olan toplumsal aklın sonsuz kapsama ve etkime olanağını ve bu olanağı binlerce yıl özgürce etkiyerek kullanmak suretiyle ne kadar bilgi birikimi elde edip insanlığın hizmetine sunduğunu, her alanda katlanarak artan bu bilgilerin yaşam sürelerimizi nasıl uzattığını, yaşamlarımızı nasıl kolaylaştırdığını görebilmenin vereceği özgüvene dayanacak teselli kadar güçlü ve sağlam bir teselli olabilir mi?

-Alkış Dergisi (K. Maraş), Ocak-Şubat 2009

-http://cerideimulkiye.com/

 

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir