Bu yazıya ve devamı olacak yazılara Lenin’in 1 Temmuz 1921’de III. Enternasyonal Kongresi’nde yaptığı konuşmada söylediği şu sözler kılavuzluk etti:
“Hatalarımızı düşmandan saklamamalıyız. Bundan korkan devrimci değildir. Tam tersine, işçilere açıkça ‘evet hata yaptık’ dersek, bu, bir dahaki sefere bu hataları tekrarlamayacağız, anı daha doğru seçeceğiz demektir.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt:10, s.316, İnter Yayınları, 1997)
“Yaşamı belirleyen bilinç değildir, ama bilinci belirleyen yaşamdır.” Marx
Ülkemizin ve halkımızın yaşamak zorunda bırakıldığı sömürü ve talanın, bütün büyük kötülüklerin yaratıcısı emperyalizme, içerdeki uzantılarına ve onların haince planlarına, uygulamalarına karşı duran gerçek aydınlar-demokratlar, devrimciler-sosyalistler, kısacası iyi insanlar yıllarca boş durmadılar. Kimisi konuşarak-yazarak, kimisi sokaklarda yürüyerek, kimisi toplanarak, örgütlenerek, kimisi de dövüşerek bu kötülüklerle savaştılar. Bu insanların iyi niyetli ve devrimci olduğuna hiç kuşku yok ama bir türlü devrimci iktidar hedefine doğru büyük halk yürüyüşüne geçilemedi; halk kitlelerini gerçek devrimci mücadeleye sürükleyecek, sonuç alıcı bir gelişme sağlamak mümkün olmadı-olamadı. Solda ortaya çıkan birçok sorunun kaynağında da aslında bu hedefe ulaşamama durumu ve bununla birlikte oluşan özgüven eksikliği yatıyor.
Halk kitleleriyle buluşmak isteyen devrimciler yıllarca çırpındılar. Kolay yoldan sonuç almak için politikalarını liberalleştirenler, sağa kayanlar, sol görünümlü büyük güç şovenizmi yapanların peşine takılıp devrim ırmağının ana yatağını terk edenler oldu. Yeni girdikleri yolu meşrulaştırmak uğruna olmadık yanlışlıklara alet olanlara, tutarsız fikirler savunanlara tanık olduk. Bu arkadaşlar oralarda rahatlar mı? En azından bir kısmının rahat olduğunu sanmıyorum. (Bilinçli sapkınlar ve solu bilerek, planlı olarak yanlışa sürükleyenler, etkisizleştirmeye çalışanlar, ideolojik ve politik çarpıtma yapanlar hariç.) Bir bölümü ise daha sola gitmek istedi ya da oldukları yerde durdular ama yine olmadı! Neden? Nasıl ve hangi yanlışlar yapılıyor da umulan başarı elde edilemiyor ya da kat edilmesi gereken mesafe alınamıyor? Hatalar, yanlışlar ve başarısızlıklar bize mi has, bizim insanlarımızdan mı kaynaklanıyor?
Lenin’in de sahiplendiği Hegel’in bir sözü vardır: “Hakikat her zaman somuttur”. Bu sözden hareketle yukarıda bahsettiğimiz sorunlarla ilgili çıkaracağımız ders; başarısızlığa yol açan yanlışların ne olduğunu da, doğrunun ne olması gerektiğini de somutta, gerçek hayatta aramamız gerektiğidir. Öncelikle yukarılarda, tepeden inme ya da dışarıdan enjekte edilen öneri ya da dayatmalarda, imaj operasyonlarında, modalaştırılan fikir akımlarında ve egemen çevrelerin beslediği politikalarda gerçeği bulamayacağımızı anlamalıyız. Gerçek hayattan ne kadar uzaklara gidersek ya da somuttan koparsak gerçeklerden-hakikattin politikasından da o kadar uzaklaşırız… Somutta bulup algıladığımız şeyi kavramlaştırarak mantığa vurduktan sonra tekrar pratikte sınamalıyız. Sınavda başarı yoksa gerçeği tekrar pratikte -o günkü gerçeklikte- aramalıyız, bulduğumuz yani algıladığımız şeyi aklımızda yoğurmalı ve tekrar hayatta deneye tabi tutmalıyız…
Diyalektik maddeci bilgi kuramının (epistemoloji) esası da budur. Yani gerçeği pratik içinde keşfedip yine pratik içinde kanıtlayarak geliştirmek. Bilme ile etmenin-yapmanın birliği diyalektik materyalist teori denilen şeyin esası budur.
Bu belirlemeden şu sonucu çıkarabiliriz: Pratikten hareket etmeyip salt düşüncede ya da soyutta yakaladığımız şeyi gerçek hayatta sınamaya kalkışırsak, pratik-teori birliği ilkesini en baştan çiğnemiş oluruz ki bu durumda başarı elde etme olasılığından söz edilemez (başarı olsa bile tesadüfen olur).
Ama solun birçok halde yaptığı en önemli yöntem hatası da budur. Çok bilenlerimiz pratikten değil, düşüne düşüne yeni bir “çare” buluyorlar ve “evreka evreka” diyerek sokağa fırlıyorlar… Her başarısızlıktan sonra etraflarına bakınıyorlar ve o gün geçer akçe olan siyasi akımların peşlerine takılıp oralardan bir şeyler kaparak ayrıntıları üzerinde takipçilerini oyalıyorlar. Gerisi malum. O toplantı senin bu toplantı benim son buluşlarını anlatıyorlar da anlatıyorlar. Topluyorlar, dağıtıyorlar, bir örgütten öbürüne hızla geçiyorlar, bu arada ne motor ne volan kayışı bırakıyorlar, işe yarar ne varsa parça parça ediyorlar ve sonuçta elde kalan; laçkalaşan ilişkiler, dağılıp giden insanlar, yok edilen kadrolar ve dikiş tutmayan bir topluluk…
Dünden Bugüne
Son yıllarda (belki de son on yıllarda demek daha doğru) “bizim cenah”ta ortaya çıkan gelişmeler geçmişle ilgili yeniden düşünmeyi ve tartışmayı gerekli hale getirdi. Bunu yaparken bütünü görmemek olmaz. Solun bütününe de bakmak ve o bütün içinde “bizi” ele almak gerekir.
Sorunlar büyük ve zor ama bunları duygusallığa kapılmadan tartışmak zorundayız. Dünden bugüne doğru bakınca son dönemlerdeki gelişmelerin nedenlerini anlamak biraz daha kolaylaşıyor.
12 Mart döneminde en önemli önderlerini kaybetmiş, geri kalanların büyük bir kısmının terk ettiği THKP-C ve Dev-Genç çizgisine karşı çeşitli suçlamalar ve eleştiriler yapılmaya başlanmıştı. 1973-75 döneminde en revaçta olan suçlamalar “maceracılık”, “goşistlik” ve “Kemalistlik-cuntacılık” şeklindeydi. Eleştiri olarak alınabilecekler; “gençliğe dayanmak”, “Latin Amerika devrimcilerini taklit etmek”, “işçi sınıfı devrimcisi olmamak”, “Kürt sorununda görüşün olmaması”… biçimindeydi.
O günlerdeki bu yoğun suçlama ve eleştirilere karşı, Türkiye devrimci hareketine damgasını vuran THKP-C’ye sempati duyan bir avuç insan direndi; suçlama ve karalamalara karşı tavizsiz duruş, eleştirilere karşı ideolojik mücadele yürüttü ve bir-kaç yıl içinde büyük bir hareketin temeli bu yoldan gidilerek atıldı.
Kısa sürede Türkiye sosyalist hareketinin ana akımlarından biri haline gelen THKP-C, Dev-Genç taraftarları, 1974’ten itibaren en somut konulardan hareket ederek yeni bir hareket yaratmaya başladılar. Büyük ve iddialı şovlarla, meşhur ve kocaman adamlara, namı büyük örgütlere yama olunmadı, işe öyle başlanılmadı. Aramızda imaj yapıcıları, yaratıcıları, reklamcılar da yoktu. Hatta tek bir akademisyen, kanaat önderi konumunda olan kimse de yoktu. Ne günlük gazetemiz vardı ne de TV… Çok basit ve somut işlerle başlandı, adım adım ama kararlı bir biçimde yol alındı… Elde olan mütevazı devrimcilerin fedakârlıkları, devrime olan inançları, dürüstlükleri ve cesaretleriydi. Sade insanların somut gerçeklikten doğan hakiki hareketi olarak var olundu. Her şey apaçık ve masumdu. Buz gibi havalarda okul önlerinde nöbet tutarak, sabaha yakın afişler yapıştırarak, tehlikeli bölgelerde bildiriler dağıtarak, duvarlara sloganlar yazarak, gerektiğinde dövüşerek ve giderek de çatışarak-vurularak yol alındı. Bu yol boyunca halkın huzurunu bozacak, onun değerlerini rencide edecek işlerin yapılmaması için ciddi çabalar harcandı. Devrimci Gençlik ve Devrimci Yol bu fedakâr mücadeleyle yaratıldı…
Bu süreçte, Mahir Çayan’ın düşüncesinin ve geçmişin devrimci mücadelesinin o günkü pratiğin gelişimi üzerinde oluşturduğu moral motivasyonun da altını ayrıca çizmek gerekir.
Kim ne derse desin biz, o günlerin somutluğu içinde var olduk ve o somutluğun mücadelesini örgütledik. Bu sebeple o dönemin koşullarını ve gelişmelerin nedenlerini görmezden gelerek sadece sonuca ve bugüne bakarak değerlendirme yapmak, çeşitli eleştiri ve ithamlarda bulunmak, 1970’lerin somut gerçekliğinden habersiz olanların ya da o koşulların gereği olan somut devrimci mücadelenin dışındakilerin sayıklamalarıdır.
1970’lerdeki mücadele, büyük hedefleriyle ama somuttan ve hatta en somuttan, en saf ve gösterişsiz, sade, basit haliyle başladı ve kavga içinde gelişti… Bu süreç içinde hatalarımız, yanlışlarımız olmadı mı? Tabii ki oldu. Özellikle son dönemlerde (1980’e doğru) sezmeye başladığımız tıkanmalar, hareketin kendinden kaynaklanan problemler, düşünceciliğin (buna teoricilik de diyebiliriz) pratiği zorlayacak şekilde süreç üzerinde etkin olmaya başlaması içeriden uç veren önemli bir yanlıştı. Giderek somuttan kopan, gerçekle bağı zayıflayan, düşünceci tarafı ağır basmaya başlayan eğilim politika üzerinde kısmen etkili olunca hareketin saf hali yavaş yavaş değişmeye ve bu gelişmeyle birlikte hareketin doğal seyri zorlamalarla bozulmaya, hedefte bulanıklık oluşmaya başladı. Bu gelişmenin meydana gelmesinin nedenlerinden biri de Devrimci Hareket içinde politika yapıcıları “bürokrasi”sinin oluşmaya başlaması, diğeri de hareketin vaktinden önce açan çiçek misali olması gerekenden daha evvel göze batacak şekilde öne çıkmaya zorlanmasıdır. (Bu zorlamanın önemli bir kısmı dış nedenlere bağlı olsa da bu yazıdaki konumuz iç nedenler.)
12 Eylül sonrasında yurtdışında ortaya çıkan ve sonuçları bugünlere de uzanan sivil toplumculuğun hareket içinde gelişme imkânı bulmasının altında yatan etkenlerden biri de bu düşünceci eğilimdir.
Sorunun Felsefi Temeli ve Siyasi Karşılığı
Yukarıda değinilen bu değişmenin felsefi temelinde pratik-teori birliği ilkesinin doğru anlaşılmaması ya da ele alınmaması yatıyordu. 1970’li yıllarda solda pratik-teori birliği ilkesiyle ilgili iki temel hata yapıldı. Bunlardan birisi “salt somutçuluk”tu ki bu anlayışta olanlar soyutlamanın önemini küçümsüyorlar ve her durumda basit pratikçi çözümler üretiyorlardı. Bu yanlış eğilim de o günün mücadelesinde iki şekilde kendini gösteriyordu. Bir eğilim mücadele yerine teslimiyetçiliğin koşullarını hazırlayan ertelemeci ve devletle sivil faşistleri karşı karşıya getirmeyi savunan tezlerdi. Bu görüşü savunanların başını çekenler Çin ve Sovyet yanlısı bazı gruplardı. Aşırı somutçuların ikinci grubu ise her sorunu vurarak-kırarak çözelim diyenlerdi ki bu ikinciler soyutlamadan daha da uzaktılar. Pratik-teori birlikteliği ilkesinin kavranmasında ikinci temel hatayı yapanlar ise “salt soyutlamacı”lardı. Bunlar siyasal değerlendirmeleri pratik hayattan kopuk olarak yapıyorlardı. Marksist diyalektik materyalizm felsefesinin önemli özgül niteliklerinden olan bir özelliğini görmezden gelmekteydiler. Bilindiği gibi bu niteliklerin ilki sınıfsal oluşudur, burada üzerinde durduğumuz ikinci özelliği ise uygulanabilir olmasıdır. Marksist diyalektik felsefede teori pratiğe dayanır ve uygulanabilirlik anlamında pratiğin hizmetine girmesi önemlidir. Bu soyutlamacı kesimlerin de farklı kanatları vardı, bir kanadı tam olarak Sovyetçiydi, diğer kanadı ise bizden ayrılan bir gruptu. Bizim içimizde de aslında bu son eğilimin etkilerini taşıyan bir damarın olduğu çok sonra anlaşılacaktı. 1970’lerin sonlarına doğru bize yöneltilen “Birikimcilik” eleştirisinin nedeni de bu son anlayışı taşıyanlardan kaynaklanıyordu. Yoksa hareketin kitleselleşen mücadele çizgisi, geleneğinden beslenen devrimciliği bu eğilimi benimsemeye uygun değildi ve 1970’lerde mücadelenin doğası gereği etkili de olamadı. Belirleyici yan devrimciydi çünkü ne de olsa hayatın kendisi gerçekti ve bu gerçeklik üzerine kurulan mücadele devrimciliği zorluyordu. Ama 1980’lerde yurtdışında ve 1990 sonrasında yurt içinde hareket adına ortaya çıkanların bir kısmının izlediği yol için aynı şey söylenemez. Geçmişte bu “düşüncecilik” yanlışını taşıyanlar Sovyetlerin dağılmasından sonra yaşanan süreçte öne çıkan liberal fikirlerin, post-modern akımların etkisi altına girerek yönlerini “AB solu”na doğru çevirdiler.
1990’lı yıllarda yukarıda sözünü ettiğimiz bu hatalı eğilimlere mensup olan çeşitli sol çevrelerin büyük bir bölümünün zaman zaman yan yana geldiklerini, devrimci fikirlerin ve muhtemel devrimci gelişmenin önünü kestiklerini gördük. Bu sürecin daha sonraki aşamalarında “AB solu” çizgisinde yürümeyi içselleştirenler bütün siyasal geleceklerini bu yeni liberal çizgiye bağlayarak sosyalizmi liberalizm ve etnikçiliğe yol veren eğilimlerle ikame etmeye başladılar. Bu gelişmeyi eleştiriyor görünenlerin önde gidenlerinin hareket noktalarının da ideolojik olmadığı, daha çok sen-ben meselesi ve siyasi alanda kimin sözünün geçeceği gibi kişisel çatışmalar olduğu bilinmektedir.
Günümüzde de siyaseti hala aynı mantalite ile yapmaya devam eden bu çevrelerin ve kişilerin solculuk-devrimcilik yapmak adına başka girişimlerle bu hesaplı yanlışları sürdürdüklerine tanık olmaktayız. Bunlardan kimisi Batı emperyalizminin politikalarıyla uyum içindeki HDP’ye açıkça eklemlenirken, kimisi de geleceğe umutla bakmamızın kapısını bir an da olsa aralayan son yılların en önemli kitlesel gelişmesinin (Haziran eylemleri) devrimci-yurtsever içeriğini görmezden gelerek bu direnişten kalan birikimleri deneyimli elleriyle öğüterek liberal veya AKP ile uzlaşmacı istikametlere yönlendirmeye çalıştılar. Böylece Mayıs-Haziran direnişinin prestijini bu hareketin öz amacı dışında kullanarak büyük kitlelerin gelecekte bu tür eylemlere katılma coşkusunun önünü kesmiş oldular.
Diğer yandan devrimci kesimler içinde yaygın şekilde ortaya çıkan kopuşu (sosyalist soldan HDP’ye bilinçli olarak destek olanların yarattığı durum) sağlayan politikaların altında Batı siyasasının etkisinin yanı sıra yukarıda açıklanmaya çalışılan yanlış eğilimlerin de yattığını söyleyebiliriz. Bu felsefi-ideolojik yanlışların da etkisiyle yaratılan politik ortamda etnik köklere ve mezhepsel geçmişe bağlılığın sosyalist ideolojinin önüne geçirilmesi kolaylaştı. Bu sonucun ortaya çıkmasında sosyalizmin dünyadaki yenilgisinin yarattığı olumsuz etkilerden söz edilebileceği gibi günümüzde ülkede güçlü bir devrimci hareketin var olmamasının da rolünün olduğu yadsınamaz.
Sonuç olarak sol, bu salt pratikçi ve düşünceci eğilimlerin tasallut ve hegemonyasından kurtulmadan Türkiye devrimcisi-bağımsız siyasi bir güç haline gelemez.
2 Responses
Yazinin baslangic ve devam eden ilk bölümünde icinize dogan umut yazinin sonunda hayal kirikligina dönüsüyor. Gercegin devrimciligi gecmisin degerlendirilmesinde yerine otururken, simdinin yani somutun degerlendirmesinde “düsüncecilige” kayiyor. Icinde bulundugumuz durumun problemini somutculuk ve soyutculugun günümüzdeki devaminda aramak cok akla yatkin görünmüyor.
Gercek devrimci bicimde ele alinrsa devrimcidir aksi taktirde sizi bogan bir duruma dönüsebilir. Gercegin devrimciliginin ilk devrimci yorumu devrimci olmaktir, yani devrimi isteyip onu yapmaya yola cikmaktir. Yani bir politik hedefin olmasi ve onun talep edilmesi gerekmektedir. Evet gecmiste üc kisi ile basladiginizda bile böyle bir hedefiniz,hedfimiz vardi. ve gercegin devrimciligini bu perspektiften okuyorduk. Günümüzün en önemli sorunu somut bir politik hedefin olmamasidir. Yani kapitalizme karsi mücadelenin sösyalizm mücadelesi oldugunu söyleyememk ve dogal olarak onu yaratacak politik örgütlülügü yaratamamaktir. O acidan, politk hedefi olmadan yaratilan hareketlerde protest hareketler olmayi öteye gecemiyor. Cokca elestiri yapanlerda bu gercekligin altini cizmiyor cünki, ‘hadi o zaman önden buyur’ denecegini biliyor. Iktidar mücadelesinden imtina edenler ister istemez ya onun pesine takilacak yada berikine karsi olacak. Bu arada güme giden gercegin devrimciligi olacaktir. Bunun somut yansimasida, iktidar mücadelesi perspektifi ile yaklasilmasi gereken maden facialari, cevre katliamlari, yikilip yakilan kentler, günlerce sokaklarda bekletilen cenazeler, aylara yayilan sokaga cikma yasaklari ve en sonunda sivil darbeyi askeri olana tercih edercesine suskunluk ve durumun iktidarin lehine dönmesi gibi meseleler istikrarli bir mücadelenin yaratilmasinin araclari olarak ele alinamiyor. Evet önce asil hedef ne o belirlenmelidir. Ancak ondan sonra o hedefin araclari ve mücadelesi yaratilabilinir. Bunun nasil olacagini tecrübesi artik var ve biz bunu yenilerek ögrendik. Gercegin devrimciligi ancak o zaman anlamli olur yada biz o anlamin icinde oluruz.
insanlık tarihinde yaşadığımız kesit özellikle son 40 yıl bir damla bile değildir.çelişkiler değişmemiş aksine derinleşerek çeşitlenmiştir.70 lerde pratik neyi gerektiriyorsa bu gün de aynen devam etmektedir.üstelik olanaklar daha da çeşitlenerek artmıştır.ama ne hikmetse 70 lerde yapılan ne afişleme ne yazılama ne de ciddi mitingler ve örgütlenmeler hala söz konusu bile değildir.ne oldu son 40 yıida ne değişti de bu durum gerçekleşti.yoksa tembelliğimizi göz ardı etmek için yaptığımız beyin jimnastiği ürünü teorik tartışmalara neden olan toplantılar mı bizi ele geçirdi.sosyolajik tarihte toplumların yaşam süreleri yüzlerce binlerce yıl sürdüğü göz önüne alınırsa yaşadığımız kapitalist toplum henüz ortaçağdadır.ilerleyen bilim günümüzde çok ilerlemiş görünse bile bırakın devasa adımlar atmayı hala emekleme aşamasındadır.türkçesi mücadele kaldığı yerden devam etmelidir