Bu kısa yazıda, yıl dönümü vesilesiyle Taksim Gezi Parkı’nda başlayarak ülkemizin geneline yayılan yaygın halk direnişi üzerine izlenimlerimi aktaracağım.
Artık olayın üzerinden üç yıl geçti. Bilimsel-akademik çok sayıda yazı yazıldı. Toplumsal hareket “ustası” duayen isimler başta olmak üzere herkes durduğu yerden bir Gezi anlatısı ortaya koydu. Hatta Gezi’ye sahip çıkma, onu “örgütleme” gibi büyük iddialarla “kolları sıvayanlar” oldu. Bazıları her işe “kollarını sıvayıp” netice alamayan kişiler olmakla birlikte, aralarında iyi niyetle uğraşan arkadaşlarımız da var. Onların emeğine saygımız sonsuz, umarım “başarırlar”.
Öncelikle, kimse “Gezi” olaylarını öngörmedi, öngöremedi. Öngördüm diyen yalan söyler. Buradan çıkacak sonuç, böyle bir toplumsal patlamayı öngörebilecek “yeterliliğe” sahip olunmadığıdır. Halkın geniş kesimlerindeki memnuniyetsizliği, birikimi fark edebilecek ne bir örgütlülüğe, ne de öngörüye sahip bir muhalif güç vardı, halen de yok. Bunu herkes önce kendisine itiraf etsin. Toplumun üzerine kara bir bulut gibi çöken gericilik heyulasının yarattığı basıncın, hele ki böyle bir durumda patlak vermesi, başta “profesyonel” geçinen pek çok arkadaşımızı “şoka soktu”.
Şoka soktu diyorum, bu ifadeyi bilerek kullanıyorum. Şaşırttı, afallattı gibi ifadeler de kullanabilirdim. Hayır, şoka soktu. Zira onlar “Türkiye’nin batısından” umudunu çoktan kesmişlerdi. 12 Eylül sonrasında halkın üzerine serpilen ölü toprağının, hele böyle bir anda silkelenip atılabileceğine inanmıyorlardı. Pek çok kişi, örgüt veya “özne”, gözü kapalı Kürt hareketinin peşine takılmış, ondan “devşirebileceği” (Kürt hareketinden kadro devşirmek, ne boş bir hayal!) güce odaklanmıştı. Bu nedenle insanların, dudak bükülen “laiklik, yaşam tarzı, demokrasi” gibi taleplerin arkasına takılabileceğini, diyelim ki 10 Mayıs tarihinde söyleseniz, herkes size gülerdi. Üstelik bu hareketin elinde Türk bayrağı gibi bir sembolle diktatörlüğe meydan okuması… havsalaların almayacağı bir şeydi bu. Ama gerçekler bambaşkaydı. Bkz. Şekil 1-A
Dikkati çeken bir diğer husus, orantısız polis şiddetine karşı her kesimden insanın, geniş bir meşruiyet zemininde hareket etmesi; din, dil, köken, inanç farkı gözetmeksizin birlik olabilmesiydi. Özellikle ülkemizin “kimlikler” temelinde bölündüğü, siyasetin “muhalif” cenahında da buna uygun bir söylemin tutturulduğu günümüzde, bu da ezber bozan bir başka gelişmeydi. Bir park etrafında koparılan fırtına, özellikle ülkeyi yöneten gerici iktidarın kendisi gibi düşünmeyenlere karşı giriştiği gözü kara, zalimane saldırıyla neleri göze alabildiğini herkese gösterdi. İktidarın ideolojik maskesi düştü, yaldızları döküldü ve meşruiyeti hızla eridi. Artık ortada her şeyiyle, kendinden olmayanı “düşman” olarak gören, siyasetini bu ayrım üzerinden kurduğu açıkça belli olan, demokrasiyle köprüleri çoktan atmış, tahammülsüz, kendisinden olmayana çıplak şiddeti ve zoru reva gören bir zorbalar yönetimi vardı.
Aşağıdaki fotoğrafa iyi bakın. Pek çoğumuz 30 Mayıs sabahına bu fotoğrafla uyandı ve isyan etti.
Haberi Hürriyet gazetesi internet sitesi “Gezi Parkı’na Şafak Baskını” başlığıyla veriyordu. İşte bir iktidarın, halkına karşı ancak savaşta kullanılabilecek yöntemlerle icra ettiği bu “şafak baskını”, Gezi’nin yalnızca bir park olmadığını bütün ülkeye kanıtlayarak olayların gelişiminde bir “dönüm noktası” oldu.
O gece herhangi bir facebook kullanıcısı, listesindeki bütün arkadaşlarının bir anda online olduğunu görebilirdi. Nitekim iktidarın havuç-sopa taktiğiyle biat ettirdiği medyanın sansür süzgeci sosyal medyanın da baskısıyla bir anda delindi. Tamamen toplumsal baskıyla, “gönülsüz” destek veren bir takım medya kuruluşları da direnişin büyümesiyle kalbura dönen sansür duvarını aşmakta beis görmediler. Nitekim 1 Haziran tarihinde artık Türkiye’de korku duvarı aşılmaktaydı.
Sürece gelinirken çoğunlukla unutmaya başladığımız birkaç gelişmeyi anımsatmakta yarar görürüm. Birincisi, öğrenci evleri başta olmak üzere genç ve bekâr insanların bir arada yaşamasına müdahale edilmesi konusunda alınan kararlardı. Nitekim dönemin başbakanı, kızlı erkekli kalınan evler konusunda kendisine soru soran bir gazeteciyi alenen azarladı ve aşağıladı. Kendisine hatta, hatırlayabildiğim kadarıyla, “eğer siz çocuğunuzun bu şekilde yaşamasına izin veriyorsanız, o zaman size hayırlı olsun” gibi, en hafif tabiriyle “ayıp” sözler söyledi. Bu fütursuzluk, evlerin içine kadar sokulan ve yaşamın bütün alanlarına müdahaleyi gündemine aldığını gizlemeyen “faşizan” düşünce yapısı, başta gençler olmak üzere, mahremiyete önem veren kimi muhafazakârlar dâhil olmak üzere toplumun büyün bölümünde açıkça “infial” yarattı. Bir diğer husus, Cumhuriyet’in kurucularına açıkça hakaret edilerek kendilerine “iki ayyaş” denilmesidir. Herhangi bir ülkede, devletin “kurucu babalarına” bu şekilde alenen hakaret edilmesi açık suçtur ve cezai müeyyideye tabidir. Ancak, devletin tepesinde bulunan yetkililerin sergilediği bu aleni fütursuzluk, AKP’nin gerici projesine destek vermeyen çok geniş bir çevrede büyük hoşnutsuzluk yarattı.
Aşağıda göreceğiniz fotoğraf, Gezi’yi halk direnişine çeviren gücü gösterir.
Esas fotoğraf budur. Ana gövde budur. Gerisi laf-ı güzaftır. İstanbul ve ülkenin daha pek çok yerinde gündelik yaşamın olağan akışını durduran, onu kesintiye uğrayan, alternatif direniş pratiklerini örgütleyen ve eylemi “şenliğe” çeviren güç budur. Bu güç, birkaç ay sonra, bütün direnişe enerjisini, ruhunu, dayanışmasını, rengini verdikten sonra alanlardan çekilmiştir. Çokbilmiş “teorisyen-örgütçü” vs. arkadaşlarımız “bildiklerini” unutarak bu kitlenin peşine takılmak durumunda kalmışlardır. Yakın zamanda yaptıkları yegâne doğru iş de esasen budur.
Gezi Direnişi Ankara’da ise daha çok örgütlü kesimlerin gece olduktan sonra polisle yaşadıkları sokak çatışmaları şeklinde cereyan etti. Bunu aşan yerler vardı; Kennedy Caddesi, Tunalı, Esat, ODTÜ, Batıkent gibi… Burada halk ve orta sınıf katılımı görece yüksekti. Zaten direnişin esas taşıyıcısı da buralar oldu. Geleneksel olarak sola açık Tuzluçayır ve Dikmen gibi yerlerin ise direnişe katılması artık deyim yerinde ise “Allah’ın emriydi…”. Onlar da katıldılar ve direnişe kendi soluklarını kattılar.
Bitirirken şunu ekleyeyim, o dönemde süregelen “çözüm süreci” nedeniyle Kürt hareketi direnişe örgütlü destek vermedi. Kürt arkadaşlarımız katıldılar. Ancak Kürt hareketinin önder kadrolarının çoğu, bunu bir “darbe süreci” olarak nitelediler. Tunceli gibi Alevî yurttaşlarımızın çoğunluğu teşkil ettiği yerler dışında Doğu Anadolu’da yaygın bir direniş göremedik. Her fırsatta Türk halkını pasifizmle, konformizmle, sağcılıkla, şovenizmle suçlayan arkadaşlarımız bugün bu gerçeği her zamankinden daha çok hatırlamalılar. Zira Gezi an’ı, AKP iktidarının en zayıf olduğu an’dı, günümüzde de bu durum geçerlidir. Bu iktidara dolaylı olarak destek olanların halkları suçlamaya hakkı yoktur. Hele bunu, emperyalizmin tezgâhında rol kapmaya çalışanların yapması etik olarak doğru değildir.
Yazımızın başlarında Gezi’nin “öngörülemediğini” söyledik. Bu, ülkemizde bu gibi hareketlerin taşıyıcısı olabilecek güçlerin örgütsüzlüğüyle iç içe geçen bir saptamadır. Büyük toplumsal patlamaları önceden sezebilmek için güçlü bir ideolojik-politik donanım ve berrak zihinler gerekir. Ayrıca ülkenin geçirdiği dönüşümleri, çelişkileri doğru ele almak lazım. Üstüne üstlük halkın içinde örgütlü olmak gerekir. Baktığımızda ne yazık ki bu üç olmazsa olmaz koşulun da o dönemde yokluğuna tanık olduk. Kimse hikâye anlatmasın. Öngöremediğiniz ve örgütleyemediğiniz şeyi tekrarlayamazsınız da… Bu durum bugün de aynen geçerlidir.
Gezi’de kaybettiğimiz, dünyanın en güzel insanlarını, büyük özlem ve saygıyla anıyorum.