Halka Güvenmek/Halkın Güvenmesi-Av. Mehdi Bektaş

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Toplumsal mücadelede “Halka güveniyoruz” sözü sıkça kullanılır, yürüyüşlerde sürekli “Halkımız saflara” diye çağrılar yapılır. ÖDP’de yöneticilik yapan, sonradan milletvekili olmak için başka partilere geçen üç dört kişilik partiliye, “Halka güveniyoruz demek samimi bir düşünce mi, samimi bir duygu mu, yoksa politik bir söylem mi” diye sormuştum. Birisi “samimi bir düşüncedir, duygudur” derken, diğeri “İşte en politik söz” budur demişti.

Ben ise, “Halka güvenmek samimi bir düşünce, duygu ise, halk doğruyu biliyorsa ve gereğini yapıyorsa, bozuk giden her şeyi düzeltiyorsa, o zaman parti kurmaya, şubeler açmaya, halkı örgütlemeye, düşünsel (ideolojik) ve politik olarak aydınlatmaya, sıradan yurttaşı sempatizan, sempatizanı militan, militanı partizan yapmaya ne gerek var” diye için için düşünüyor,  onca çabaya karşın solun marjinal kalmasına hayıflanıyordum.

Hepimiz biliyoruz ki halk kendi haline bırakılırsa, örgütlenmezse, aydınlatılmazsa harekete geçmez, bir şey yapmaz, politik anlamda kurda kuşa yem olur. O nedenle halkı harekete geçirecek kişilere, örgütlenmelere ihtiyaç vardır, “halka güveniyoruz” sözü de ağırlıkla politiktir. Bu durum sağda da solda da böyledir, solda sağda halkı kendi anlayışına göre harekete geçirmeye çalışır.

Yalnız sol ile sağ arasında önemli bir farkı vardır:

Sol, “ Gerçekleri açıklayarak, bilimin ışığında aydınlatmayı, bilinçlendirmeyi, ülkeyi bağımsız bireyi özgür kılmayı, laik, halkçı, ulusçu ve devrimci yetiştirmeyi, halkın ve toplumun çıkarlarını korumayı, toplumun ve devletin olanaklarını ülke ve emekçi halk yararına kullanmayı benimsetmeye” çalışırken;

Sağ, “Gerçekleri gizlemeyi, dinci, mezhepçi, ırkçı, gerici söylemlerle halkı uyutmayı, felsefe, sosyoloji, psikoloji gibi sosyal bilim dallarını dışlayarak halkın, gençlerin,  çocuklarının özgür, laik, halkçı, ulusçu yetişmesini engellemeyi, halkın olanaklarını kişisel çıkar ve sermaye sınıfı yararına kullanmayı” iş edinir.

Sol, bireysel çıkarlar önüne toplumsal çıkarı koyar, ekonomik, sosyal düzeni adaletli derler toparlar,  doğayla barışık, insani ve sağlıklı bir yaşam kurmaya çalışır; sağ ise toplum çıkarları önüne bireysel çıkarları koyar, hırsızlık, yolsuzluk zirve yapar, siyasiler ve yandaşları devletin ve kamunun mallarını har vurup harman savurarak Harun gelip Karun olurlar.

Çok uzağa gitmeye gerek yok cumhuriyetin ilanından bu yana ülkemizin yaşadığı ekonomik, sosyal, siyasal sıkıntıları, sorunları düşündüğümüzde, süreci iyi izlediğimizde bunu çok net görebiliriz.

Cumhuriyetin kurucuları, milli devrimcileri, yoksulluğa, çaresizliğe düşmüş feodal bir halkı Ulus nitelemesiyle ayağa kaldırırken, laik ve bilimsel eğitim, öğretim yapılanmasıyla, okuluyla, üniversitesiyle, kültürel, spor faaliyetleriyle dönüştürmeye, sanayi, tarım, hayvancılık alanlarında atılımlar yaparak kalkındırmaya, traktörünü, zirai aletlerini, tohumunu, gübresini, ilacını, uçağını, gemisini, silahını kendisi yaparak, örnek çiftlikler kurarak, dokuma, şeker, çimento fabrikaları açarak, ekonomik, sosyal, kültürel yönden çağdaş bir toplum ve ülke yaratmaya uğraşırken; 1950’de iktidara gelen sağ görüşlü Demokrat Parti, bilimsel çağdaş yürüyüşü durdurur, ülkeyi liberal ekonomi diyerek batı kapitalizmine bağlar, NATO’ya sokar, laik eğitim ve öğretimi baltalar, Türkçeleşmiş ezanı Arapça okutur, Halkevlerini kapatır, tarikatlara, cemaatlere yol verir, uçak, gemi, silah farikalarını çürütür, emekçilerin bilinçlenmesini, gelişmesini önler, toprak reformunu engeller, ülkeyi emperyalizmin kucağına atar, halk ve kamu yararını kişi yararına dönüştürür. 27 Mayıs ihtilaliyle tepetaklak olursa da 1961 Anayasası’nın yarattığı özgürlükçü ortamda DP’nin mirasçısıyım diyerek ortaya çıkan ve iktidar olan Adalet Partisi, 12 Eylül Faşist darbesinin yarattığı ortamdan yararlanarak kurulan ve iktidara gelen Anavatan Partisi, devrimci cumhuriyeti çürütürler. 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerin yarattığı iklimde yeşerip gelişen, serpilip büyüyen dinciliğin ve ırkçılığın yarattığı MHP ve MSP ile AKP iktidarı emperyalizme teslim olur, eğitimde laikliği ve bilimi dışlar, toplumda bağnazlığı geliştirir, laik cumhuriyeti dinci devlete dönüştürür. Bu dönüşümde bağnazlaştırılmış halkın oyu ve desteği yadsınamaz.

Halk ne düşünür, ne yapar? Halk öncelikle beslenme, barınma, güvenli yaşama derdindedir. Laik yaşamla ırkçılığın, etnikçiliğin, dinciliğin, mezhepçiliğin yönlendirmesi altında bu gereksinimlerini karşılayacağına inandığı kişilere, hareketlere, oluşumlara destek olur ve ardında durur. Genel olarak köklü dönüşümleri kolay kolay anlayamaz, kavrayamaz, kendi haline bırakılırsa egemen düşüncenin ve inancın peşinden gider.  Genel olarak halkı yönlendiren kanaat önderleridir. Geçmişte bu öncüleri ikna etmeden halka doğrudan ulaşmak zordu, hatta imkânsızdı. Bu nedenle olsa gerek İsmet Paşa, “her köyde bir halk partili olmalı” der. Günümüzde halkı yönlendirme işini, partililer, hareketler, kitle ve meslek örgütleri, yazılı, sesli, görüntülü medya yapıyor. Medyayı kim ele geçiriyorsa, kitle ve meslek örgütlerine, sendikaları kim etkiliyor ve kullanıyorsa, ağırlıkla toplumu o yönlendiriyor, o etkiliyor,  o yaptırıyor.

Günümüzde medyayı en çok devlet ve kamu kaynaklarını kullanan, gazete ve televizyonları, kitle ve meslek örgütlerini destekleyen, besleyen, yemleyen genellikle sağcı, dinci, liberal iktidarlar oluyor. İktidarlar, ele geçirdiği TRT ve beslediği yandaş yazılı, görsel medya aracılığı ile gün boyu halkın kafasını yıkıyor, içini boşaltıyor, algılarla toplumu yönlendiriyor, kötüyü iyi, iyiyi kötü gösteriyor. Bu yetmiyormuş gibi partizan valiler, kaymakamlar, müdürler, memurlar, imamlar, öğretmenler, polis, jandarma, hakim, savcı işin içine giriyor, laik devletin devletin altını oyuyor, içini boşaltıyor. Bunu gören ve yaşayan halkta iktidar yenilmez, yıkılmaz sanıyor…

Bu algıyı, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel bunalım, çöküş, hırsızlık, yolsuzluk sarstı, parlamento içi ve dışı siyaset, toplumsal muhalefet ve sosyal medya hareketlendi, iktidar genel anlamda inandırıcılığını yitirdi. Danıştay 10. Dairesi’nin, Mustafa Kemal ve Cumhuriyet Hükümetinin çok güzel düşünerek, Müslümanların Hristiyanların ibadet yeri kabul ettiği Ayasofya’yı müzeye dönüştürerek, yerlilerin yabancıların ziyaretine açarak tarihi eseri koruma kararını, ilgisi olmayan vakfın başvurusu üzerine iptal ederek Ayasofya’yı yeniden camiye çevirmesi ile Danıştay İdari Dava Daireler Kurulu’nun 1933 yılından bu yana ilkokullarda okutulan, “Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun ” sözlerini içeren “Öğrenci Andı”nın okullarda okutulmamasını uygun bulması, öncelikle Atatürk’e ve milli demokrasi mücadelesine karşıçıkış olarak kayda geçecektir. Bu arada Çanakkale zaferinin bütünlüğü içinde ele alınması gereken 18 Mart deniz zaferini öne çıkararak, Conkbayırı’nda Çanakkale direnişinin temelini atan, Arıburnu ve Anafartalar muharebeleri ile düşmanın ümidini kıran, zaferin gerçek lideri Mustafa Kemal’i anmamak için, adını, konumunu, yaptıklarını küçültmeye çalışan, sansür uygulayan iktidar ve TRT işi zıvanadan çıkardı.

Öğrenci Andını kimlik dayatması olarak niteleyen iktidar ve yandaşları, dini ve mezhebi, etnik dayatmalara karşı çıkmıyor, hatta bunu demokrasinin gereği sayıyor. Adsız millet ve halk olur mu? Türk Devleti’nin yurttaşı olup Türk Halkı, Türk Milleti tanımlarına karşı çıkanlar,  ırkçılık arayanlar, on kıtadan oluşan, ”Kahraman ırkıma bir gül; ne bu şiddet bu celal? Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…” diyen dini içerikli İstiklal Marşını kutsuyor. Aynı durum kimi sol kişi ve çevrelerde de var. Bunlar da tek tipleştirmeye karşı olduklarını söylüyorlar, ama Sosyalizm çağrısı yapan 1 Mayıs ve Avusturya İşçi Marşını,  Enternasyonali dillerinden düşürmüyorlar. Dünyada da ülkede de amorf (kimliksiz, kişiliksiz, şekilsiz, hedefsiz) bir yaşam olur mu? Burada sorun kimliklerin olup olmaması değil, toplumsal yaşamda hangi kimliğin önde tutulacağı, çatışmanın kaynağı olup olmayacağı sorunudur. Öğrenci Andı ayrıştırıcı değil birleştirici içeriğe sahiptir. Burada bir karmaşa yoktur, örneğin tebaa kimliği yerine yurttaş kimliği, etnik yapı yerine ulus (millet) kimliği, din, mezhep, kadın-erkek ayrımı yerine laik insan kimliği, düşünceye, inanca, emeğe, insana, canlılara, doğaya, çevreye saygı, küçükleri sevip, büyükleri saymak insanları dayanışmacı yapar, bir arada tutar. İnsanlarımızın bu tutumu benimsemesinde bir sıkıntı olacağı düşünülemez, nitekim olmamıştır, sorun ve sıkıntıları halk değil dinci, etnikçi, liberal politik ve ekonomik çevreler çıkarmaktadır. Dini, mezhebi, etnik yapıları kullanarak, sosyal ve ekonomik baskıyı yayarak iktidara gelmek ve iktidarda kalmak, devlet iktidarının gücünden yararlanarak kişisel, grupsal ekonomik, sosyal,  siyasal güç kazanmak derdinde ve hesabındadırlar.

Emperyalist egemenliklerini sürdürmek için ırkçı, dinci politikaların daniskasını ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, İspanya, Hollanda, Danimarka ve İsveç gibi kapitalist ülkeler yapmaktadır. Türk Ulusu, Türk Milleti sözünü ırkçı bulanların, Amerikalıya Amerikalı, İngiliz’e İngiliz, Fransız’a Fransız, Alman’a Alman, İtalyan’a İtalyan denilmesinde de ırkçılık görüyorlar mıdır, ülkeyi terk ettiklerinde bu ülkelere gitmeyi düşündüklerine göre kuşkusuz görmüyorlardır. Anlayamadığım Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan halkın ortak kimliği olan Türk sözünde niye ırkçılık ararlar? Bunlar bilmelidir: bu ülkede yaşayanların ortak dili Türkçe, ortak kimliği Türk yurttaşlığıdır. Bu kimliklerin içinde birçok dil ve kimlik olabilir, bunların olması ortak dili ve yurttaş kimliğini ortadan kaldırmaz. Ortak dil ve yurttaş kimliği olmazsa birlikte yaşamanın, anlaşmanın, çalışmanın, üretmenin, gönenç ve huzur içinde bulunmanın koşulları oluşmaz; emperyalizm içimizi oyar, dinsel ve etniksel farklılıkları kullanarak işbirlikçileriyle birlikte kanımızı emer, el emeğimize göz nurumuza, yeraltı yerüstü servetlerimize el koyar, coğrafyamızı kan deryasına çevirir, ülkemizin, halkımızın, ailemizin, insanlarımızın huzuru, bağımsızlığı ve geleceği yok olur. Bunu halk biliyor da kimi okumuşlar, dinciler, etnikçiler, liberaller bilmiyor mu? 

Aklımızı başımıza almamız, yararsız alınganlıklara, dargınlıklara, çekişme ve çatışmalara meydan vermememiz gerekir. Feodal bir imparatorluğun yıkıntıları arasından, ortak dil ve milli kimliğe sarılarak, halk egemenliğine dayalı bağımsız, devrimci, laik bir cumhuriyet kurmak için çok bedeller ödediğimizi düşünerek, bir arada yaşamamızın zorunlu sonucu olarak, emek, ulus, yurttaş, birey, laik toplum değer ve kimliklerine sahip çıkarak, halkı örgütleyip, doğruları ve gerçekleri anlatarak “dinci, kinci, baskıcı, zalim, asalak” iktidarlardan kurtulabiliriz.

Dinci siyasi iktidar, kendi ikbal ve istikballeri için gözünü karartmış, yargı önüne çıkmamak için işin önünü arkasını düşünmeden milletin ortak değerleriyle oynuyor, “Kanla ve İrfanla kurulmuş” cumhuriyeti dağıtmak için çalışıyor.  Bu girişimlere bireysel, etniksel, inançsal saiklerle destek olmaya kalkanlar unutmasın ki “Bu topraklarda yağlı mermer üzerinde yağlı güreş” yapılır, “hem yer yağlıdır hem de güreşenler”, üste çıktım derken alta düşmek, kazandım derken kaybetmek, huzuru, gönenci yitirmekte var, buna göre düşünmek ve davranmak gerekir.

Sorun, genel olarak halkın duygu ve düşüncelerine kimin sahip çıkacağı, derdine nasıl derman olacağı sorunudur.

Sağ, liberal, dinci, ırkçı geniş bir yapıdır, halkın duygu ve düşüncesine sahip çıkamadığı, derdine derman olamadığı 1950’den bu yana iktidara gelen liberal, dinci, ırkçı sağ partilerin izlediği ekonomik, sosyal ve siyasal politikalarla bellidir.

Sol ise, sağ kadar olmasa da parçalıdır: Halkçı, Kemalist, sosyalist, komünist, ilerici, devrimci gibi adlarla tanımlanır. Günümüz koşullarında Sosyalist ve Komünist partilerin iktidar olma olasılığı yok gibidir. Cumhuriyeti kuran, 1950’de iktidarı sağcı Demokrat Parti’ye devreden Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) de kısa aralıklar dışında 1950’den sonra pek iktidar yüzü görememiş ve tek başına iktidar olamamıştır; ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana ayakta kalan tek partidir; dostundan çok düşmanı vardır.

Sağ parti ve hareketler tarafından laikliği savunduğu için dinsizlikle, kamuculuğu, sosyal devleti savunduğu için komünistlikle suçlanır. Sosyalist ve komünist parti ve hareketler ise, sağdan çok CHP’yi eleştirir, anti-demokratik, ulusalcı, militarist, faşizan olmakla itham eder; ayrılıkçı hareket ise suçlamayı daha da ileri götürerek inkârcı, imhacı, asimilasyoncu yaftasını yapıştırır.

Her ne hikmetse bu parti ve hareketler, CHP’yi son sığınma noktası olarak görür, yakın durmaya özen gösterir, birlikte hareket etmek için çabalar durur, benimde anlamadığım tam da budur.

İşte halk, bu karmaşa içinde kime güveneceğini, kime inanacağını tam bilemez, kavrayamaz, dostunu düşmanını ayıramaz duruma gelmiştir; yine de halktan dostunu düşmanını ayırması, yanlışlıkları düzeltmesi, dinci ve gerici partileri iktidardan indirmesi beklenir.

Bilindiği gibi Millet (Ulus) denince, geçmişte yaşamış halen yaşayan ve gelecekte yaşayacak olan halkın tarihsel, kültürel, siyasal ortak duygu ve düşünce bütünlüğü anlaşılır; halk ise günceldir, çeşitli düşünce, köken, inanç, üretim ve tüketim etkinliği içinde yaşayan topluluktur. 

Ülkenin ve milletin geleceğine ilişkin düşünsel, ekonomik, sosyal, siyasal yolu, millet duygu ve düşüncesiyle halk tayin eder, çünkü o yaşayandır, toplumun çıkarını, yararını bilendir.  O nedenle halkı uyarmak, uyandırmak, yol göstermek, işini doğru ve düzgün yapmasını sağlamak partilerin, hareketlerin, üniversitelerin, basının, aydınların, meslek örgütlerinin, sendikaların,  başta gelen en önemli görevidir.

Bu ortamda halk içinde bilimsel ve laik düşünceli olanlar, düşünsel liberalizme, sosyal demokrasiye, sosyalizme, demokrasiye, parlamenter sisteme, kuvvetler ayrılığına, hukukun üstünlüğüne inananlar,  demokrasiyi içselleştirenler, sosyal demokrat ve sosyalist sol partilere yakın duranlar,  halkın kendine güven duyması ve doğru karar vermesi için elinden geleni yapmalıdır.

Halkın, bilinçlenmeden, partiye, harekete, hareketin liderine güven duymadan doğru yolu tutturması pek görülmez; o nedenle halka güven duymak yetmez halkın da güven duymasını sağlam gerekir.

Bunun ayırdında olanlara ve gereğini yapanlara kolay gelsin.

 

 

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir