HARAMİ SALTANATLARI YIKILIR
YAPILAN KÖTÜLÜKLERİN VE İŞLENEN SUÇLARIN
HESABI MUTLAKA SORULUR.
Av. Mehdi BEKTAŞ
1914’te başlayan Birinci Dünya Savaşı sonunda, ömrünü tamamlamış, yanmış, yıkılmış, parçalanmış Osmanlı’nın misak-ı milli ile belirlenen Anadolu topraklarında, Mustafa Kemal liderliğinde halkın ayağa kalkarak, canını dişine takarak, oluk oluk kanını akıtarak, yokluk, yoksulluk içinde, büyük özverilerle emperyalizmin ateş çemberini kırdığını, işgalcileri kovarak, işbirlikçilerini ezerek Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduğunu bilmeyenimiz yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda nüfusu 11 milyon kadardır. Bu nüfusun tahminen %25’i şehir ve kasabalarda, %75’i köy ve mezralarda yaşamaktadır. Okur-yazar oranı nüfusun %3-5 dolayındadır. Okuma yazma bilenler ise, hükümeti oluşturan vekiller, İttihat Terakki’nin okuttuğu ordunun subay kadrosu, görev yapan az sayıda muallim, tabip, baytar, eczacı, mühendis gibi meslek ile ticaretle uğraşanlar, valiler, kaymakamlar, nahiye müdürleri, vergi ve maliyeciler, dini eğitim ve öğretimle ilgili müderris, kadı, molla, cemaat lideri, azınlık okullarında okuyanlar ve kalem memurlardır. Ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan kaza, nahiye, köy ve mezralarda yaşayan halk, özellikle tarım ve hayvancılıkla uğraşan çiftçiler ve bunların çocukları okumamıştır.
Günümüzde, cumhuriyetin laik okullarından yetişmiş, taşra kökenli binlerce bilimci, öğretmen, doktor, hemşire, veteriner, mühendis, mimar, iktisatçı, maliyeci, muhasebeci, hukukçu, tacir, sanayici, işçi, siyasetçi ve kamu çalışanı vardır ve bu mutluluk verici bir durumdur.
Dinciler ve gericiler, Osmanlı’da tebaanın % 66 oranında okur-yazar olduğu yalanıyla (Akit), cumhuriyetin harf devrimi ile okur-yazar oranını düşürdüğünü ileri sürer, “Osmanlı Âlimlerinden” söz eder. Bunların “Âlim” dedikleri sosyal bilim ve fen dallarında yetişenler değil de molla, şeyh, şıh, derviş, hoca sıfatlarıyla andıkları ilahiyatçılardır.
623 yıl yaşamış Osmanlı’da yetişmiş, insanlığa yararı dokunmuş, bir tane Fizikçi, Kimyacı, Biyolog. Sosyolog, Matematikçi, Tabip, Veteriner sayamazlar. Medreselerde dini ilim yanında pozitif ilim yapıldığını da söylerler. Bunların Dini ilimler dedikleri Kuran- Hadis, Fıkıh, Arapça ve Kelam, Pozitif ilim ise Matematik, Kimya, Tıp, Fizik ve Astronomidir. Devlet ve toplum yaşamında dinsel (Şeri) kurallar etkin olunca dini ilimlere ağırlık verilmiş, pozitif ilimler savsaklanmış ve bu nedenle de sosyal ve fen alanında ilim adamı yetişmemiştir.
Osmanlı’da Âlim diye gösterilen, aralarında Ali Kuşçu(1400-1474), Takiyüddin (1521- 1585), Kâtip Çelebi (1609-1657). İbrahim Müteferrika (1674-1745), Hezarfen Ahmet Çelebi (1609-1640), Piri Reis (1465-1554), Ahmet Cevdet Paşa (1822-1895) ve Osman Hamdi Bey (1842-1910) gibi adların yer aldığı Âlimlerin sayısı 20’yi geçmez.
Bu Âlimler ise, ya başka ülkelerde/şehirlerde yetişerek kendiliğinden veya davet üzerine İstanbul’a gelmiş ya da her türlü zorluğa göğüs gererek kendi özgün çabalarıyla ortaya çıkmışlardır. Osmanlı’da, Osmanlının eğitim politikasıyla pozitif ilimler alanında yetişmiş veya ortaya çıkmış bir Âlim gösteremezler, çünkü yoktur.
Bu gün ülkemizde ve dünyada ulusumuzun yüzünü güldüren pozitif bilimcilerin, sanatçıların, edebiyatçıların, ressamların, müzisyenlerin, sporcuların, tabiplerin, veterinerlerin, ziraatçıların, mimarların, mühendislerin, iktisatçılarının, hukukçuların, tacirlerin, sanayicilerin cumhuriyetin “fikri hür vicdanı hür nesiller yetiştirme” idealinin ve ”bilimsel laik eğitim ve öğretim politikasının” sonucu olduğu yadsınamaz.
Ülkemizin, genel olarak 1950’den bu yana, cumhuriyet okullarında ve kurumlarında yetişmiş, devletin ve kamunun nimetlerinden yararlanmış, meslek, mevki, mal, mülk sahibi olmuş, ikbal ve istikbal görmüş dinci, gerici, liberal, Osmanlı hayranı, Atatürk ve cumhuriyet düşmanı nankör hainlerce yönetildiği ve soyulduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Bu savın doğru olduğu, cumhuriyete karşı işlenen suçlar, yapılan kötülükler düşünüldüğünde açıkça görülür.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde, emperyalist dış düşmana karşı Kurtuluş Savaşı verilirken gerici, tutucu, dinci kesimlerin, düşmanla işbirliği yaparak, hilafet orduları kurarak, “din elden gidiyor” diyerek halkı kışkırtarak isyan ettirdikleri, milli hareketi boğmaya kalktıkları, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu önlemeye çalıştıkları insanlarca bilinir, namuslularca dile getirilir. Bu hainler, kurtuluş savaşının kazanılmasından, 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından, 29 Ekim 1923’te cumhuriyetin ilanından sonra da ihanetlerine, kötülüklerine yani fesatlarına devam etmişler, cumhuriyet karşıtı iktidar sayesinde günümüzde de sürdürmektedirler.
Cumhuriyet ilanından önce 9 Eylül 1923’te Mustafa Kemal’in liderliğinde (Cumhuriyet) Halk Fırkası kurulur. Cumhuriyet Halk Fırkası, devrimci, millici, cumhuriyetçi, laik, halkçı ve devletçidir.
13 Ekim’de Ankara başkent olur, 29 Ekim’de cumhuriyet ilan edilir. Cumhuriyetin ilk siyasi partisi CHF’yi, 17 Kasım 1924’te Mustafa Kemal ile görüş ayrılığına düşen eski mücadele arkadaşları Kazım (Karabekir), Ali Fuat (Cebesoy), Rauf (Orbay), Refet (Bele) ve Adnan Adıvar tarafından kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) izler. Bu fırka kısa zamanda, liberalizmi savunan, dine riayetkâr olduğunu söyleyen liberallerin, laiklik ve cumhuriyet düşmanlarının yuvası olur. 1925’teki Şeyh Sait isyanına destek verenlerin sığınağı olduğu gerekçesiyle İstiklal Mahkemesi kararıyla kimi şubelerinin faaliyetleri durdurulur, sonunda fırka hükümet kararıyla kapatılır.
İktidarın muhalefetsiz ve denetimsiz olmayacağını düşünen Mustafa Kemal’in önerisiyle Ali Fethi Bey (Okyar) başkanlığında, 12 Ağustos 1930’da cumhuriyetin üçüncü partisi Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) kurulur. Atatürk bu fırkanın yaşaması için maddi destekte bile bulunur. Atatürk’ün yakın arkadaşları ve liberal eğilimli kişilerce kurulan bu fırka (parti), kısa sürede laiklik ve cumhuriyet karşıtların sığınağına dönüşür. Dinci ve gericilerin fırkaya yönelmesinden kaygı duyan ve ürken kurucuların kararıyla 17 Kasım 1930’da kapatılır. Fırka kapatıldıktan sonra korkulan olur, 23 Aralık 1930’da Menemen’de mürteciler Cumhuriyetin aydınlık yüzü genç teğmen Kubilay’ın başını keser, yardıma koşan bekçi Mustafa ve Şevki’yi öldürürler. Yaptıkları vahşetin bedelini ise suç işledikleri alanlarda asılarak canlarıyla öderler.
Cumhuriyet rejimiyle, 03.03.1924 tarihinde hilafet kaldırılır, eğitim birliği kabul edilir, 08.04.1924’ te Şerri mahkemeler kapatılır, Menemen vahşetinden sonra yeni düzenlemelere hız verilir, 25.11.1925’te Şapka Kanunu çıkarılır, 30.11.1925’te Tekke, Zaviye ve Türbelerin kapısına kilit vurulur. 01.03.1926’da Türk Ceza Kanunu’nu, 04.10.1926’da Türk Medeni Kanunu’nu, 26.12.1926’da yeni takvim ve rakamları kabul edilir. Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Cumhuriyet yönetimi, 01.11.1928’de Harf devrimini yürürlüğe koyar, 01.01.1929’da Millet Mekteplerini açar, 4.3.1930’da Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkını tanıyarak politik mücadeleye katar. Türk tarihinin ve dilinin araştırılması, incelenmesi, belgelenmesi için 12.04.1931’de Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’nu, kültürünün araştırılması, incelenmesi, belgelenmesi için 19 Şubat 1932’de Halkevlerini açar. 12.07.1932’te Dil Devrimi’ni başlatır, 21.06.1934’te Soyadı Kanunu’nu çıkarır ve 24.11.1934’te Mustafa Kemal’e Atatürk soyadı verilir. 26.11.1934’te Ağa, Hacı. Hafız. Hoca. Molla. Efendi, Bey. Beyfendi. Paşa. Hanım, Hanfendi, Hazret gibi Lakap ve Unvanların kullanımı yasaklanır ve böylece lakap, unvan kullanılarak ayrıcalık oluşturulması engellenmeye çalışılır.
Cumhuriyet, toplumsal yaşamda, eğitimde, orduda, ekonomide, saniyede, ticarette, tarımda, ticarette dinci feodal bir ülke ve toplum olmaktan kurtulmanın, bilimin yol göstericiliğinde laik ve demokratik bir ülke olmanın ilkelerini saptar, gelişmenin yolunu ve yönünü belirler.
Türkiye, 1939’da başlayıp 1945’te biten II. Dünya Savaşına, İsmet Paşa’nın politik dehasıyla tarafsızlık politikası izleyerek katılmaz. Tarafsızlığını korumak ve olası saldırılara karşı caydırıcı olabilmek için bir milyona yakın üretici genci silahaltına alır, bunun sonucu olarak ekonomide büyük sıkıntılar yaşar, yokluk, yoksulluk çeker.
Savaş koşullarını göz ardı ederek bu durumu istismar eden, hükümetin devletçi ve halkçı politikalarına karşı çıkan, liberal ekonomi diye vurguncuları savunan, laiklik düşmanı dinci, gerici ve muhafazakâr kitleyi temel alan Celal Bayar ve Adnan Menderes, toprak reformuna karşı çıkarak CHP’den istifa ederler. 7 Ocak 1946’da arkadaşlarıyla birlikte Demokrat Parti’yi (DP) kurar, kır atı amblem, “Yeter Söz Milletin” sözünü slogan yaparak siyasi faaliyete başlar. 14 Mayıs 1950 de yapılan seçimde oyların %52,7’ni alarak 408 milletvekili ile iktidar olur. CHP %39,4 oyla 69, Millet Partisi %3 oyla 1, bağımsızlarda 9 milletvekili çıkarır.
Bir ilde en çok oyu alan partinin o ildeki tüm milletvekillerini kazandığı seçim sistemi sayesinde çoğunluğu sağlayan DP, aşırı temsil yetkisi ile güç zehirlenmesine uğrar ve kısa sürede Türk devrimine ihanete başlar. Önce Türkçe okunan ezanı Arapça ’ya dönüştürür, Halkevlerini kapatır, ABD’nin gözüne girmek için Meclis kararı olmaksızın Kore’ye asker gönderir, petrol araştırmalarını, yer altı ve yer üstü servetlerin bulunması ve kullanılmasını yabancı şirketlerin yağmasına açar, ülkeyi NATO’ya sokar, her mahallede bir milyoner yaratacağız diyerek halkçılığı ve kamuculuğu dışlar, örtülü ödeneği kişisel çıkarları için kullanır, “İsterseniz hilafeti getirirsiniz” diyerek din sömürüsüne başlar, “odunu göstersem milletvekili yaparım“ diyerek milletvekilini kullaştırır, “orduyu çavuşlarla yönetirim” diyerek orduyu aşağılar, vatan cephesi kurarak toplumu böler, 27 Mayıs 1960 ihtilali ile iktidardan indirilir, yaptıklarının hesabını Yassıada’da verir, hapis yatanlar, asılanlar olur.
27 Mayıs ihtilalini yapanlar, üniversitelerin ve aydınların katkısıyla Türk tarihinin gördüğü en çağdaş, demokratik, toplumcu, laik 1961 Anayasasını halk oylamasıyla yürürlüğe koyar. Yeni Seçim Kanunu kabul edilir, Yüksek Seçim Kurulu’nun gözetim ve denetiminde 15 Ekim 1961’de seçim yapılır, CHP %36,7, Adalet Partisi %34,8 oy alır.
20 Kasım 1961’de İsmet İnönü başkanlığında CHP ve AP katılımıyla büyük koalisyon hükümeti kurulur. Af kanunu üzerine çıkan tartışmalar nedeniyle İsmet İnönü istifa eder, koalisyon bozulur. 10 Ekim 1965 seçimlerine kadar, 25.06.1962, 25.12.1963 İsmet İnönü, 20.02.1965’te Suat Hayri Ürgüplü koalisyon hükümetleriyle ülkeyi yönetir.
10 Ekim 1965’te yapılan seçimlere, ABD Morisson şirketinin Türkiye Temsilcisi iken AP’ne üye olan, 6 Haziran 1965’te Genel Başkan Ragıp Gümüşpala’nın ani ölümü üzerine 28 Kasım 1964’te Genel Başkan seçilen Süleyman Demirel’in liderliğinde seçime katılan, Demokrat Parti’nin siyasi mirası üzerine kurulan Adalet Partisi, oyların % 52,9 ‘nu alarak, 240 milletvekili çıkarır ve seçimin kazananı olur. CHP %28,7 oy oranıyla 134, TİP %2,9 oy oranıyla 15 milletvekili çıkarır.
27 Ekim 1965’te Süleyman Demirel başkanlığında AP hükümeti kurulur. Demirel hükümeti, Demokrat Parti’nin kamuyu, halkı dışlayan özel girişimci politikalarını sürdürür, Nurcu ve Süleymancı tarikatlara ve cemaatlere yaslanır, “Herkes korkmadan Müslümanım diyebilir” diyerek Müslümanlara baskı varmış gibi laikliği aşındırır, milliyetçi cephe hükümetleriyle toplumu böler, “Tespih çekenle silah çeken bir midir” diyerek dinci ve ırkçı saldırganlara kol kanat gerer, yakınların, yeğenlerin, partililerin devlet ve kamu malını yağmalamasına ses çıkarmaz, 24 Ocak kararlarıyla sermayeye dikensiz gül bahçesi sunar, emeği ezer, sermayedarı semirtir, 12 Mart 1971 muhtırasına, 12 Eylül 1980 darbesine ortam hazırlar, ikisi asker zoruyla olmak üzere 6 kez iktidardan iner, 7 kez seçilerek yeniden parlamentoya girer,.12 Eylül’de Hamzakoy’da yatar. 12 Eylül’den sonra AP yerine DYP’yi kurar, SHP ile koalisyon yapar, Erdal İnönü liderliğindeki SHP’nin desteği ile cumhurbaşkanı olur, 17 Haziran 2015’te 90 yaşında yaşama veda eder, cumhuriyete karşı sürdürülen ihanet ve kötülüklerin babası sayılır.
12 Mart Muhtıracıları 1961 Anayası’nı budar, 12 Eylül darbecileri yürürlükten kaldırır, halka oylattıkları 1982 Anayasası ile hak ve özgürlüklerin içini boşaltır, seçimli din derslerini zorunlu yapar, laikliği aşındırarak cumhuriyetin can damarlarını tıkar, eğitimin, sağlığın özelleşmesinin, kamu kuruluşlarının satılmasının yolunu açar, Türk devrimine ihanetin fiili ve hukuki alt yapısını hazırlarlar.
9 Kasım 1982’de yeni Anayasası yürürlüğe girer, 6 Kasım 1983’de seçim yapılır, seçimi 20 Mayıs 1983’te Turgut Özal ve arkadaşlarınca kurulan Anavatan Partisi kazanır. Partinin lideri Turgut Özal, Dünya Bankasında danışmanlık, DPT’nde müsteşarlık, Ulusu hükümetinde başbakan yardımcılığı yapmış, 24 Ocak kararlarının mimarıdır. Nakşi tarikatından olduğu söylenir ve “Takunyalı” olarak bilinir.
Turgut Özal liderliğindeki Anavatan iktidarı ilk iş olarak Türk Parasını Koruma Kanunu kaldırır, gümrük kontrolünü esnekleştirir, ülkeyi çok uluslu şirketlerin sömürüsüne açar, özelleştirmeyi hızlandırır, sağlık ve eğitim hizmetlerini özelleştirilmesinin alt yapısını kurarak hastayı ve öğrenciyi müşteri yapar; “Anayasayı bir kez ihlal etmekle bir şey olmaz”, “Benim memurum işini bilir” diyerek hukuksuzluğu ve rüşveti yaygınlaştırır: Turgut Özal, Kenan Evren’den sonra Cumhurbaşkanı olur, Yıldırım Akbulut’un başbakanlığı döneminde “bir koyup üç almak” düşüyle ABD’nin Irak’ı işgaline destek olmaya, 60 bin ABD askerini Türkiye’de bulundurmaya, Türk Ordusunu ABD’ye yardım için Irak topraklarına sokmaya kalkar. Genel Kurmay Başkanının karşı koyması ve TBMM’nin vetosuyla karşılaşır, aileleri ve çocuklarının yolsuzluğa bulaştıkları iddia edildi. Kalp krizi geçirerek 17 Nisan 1993’de yaşamını yitirdi, zehirlendiği de ileri sürüldü.
Turgut Özal yaşamını yitirmeden önce yapılan seçimde DYP ve SHP mecliste çoğunluğu sağlar, Süleyman Demirel başbakan olur, Özal yaşamını yitirdikten sonrada Erdal İnönü liderliğindeki SHP’nin desteği ile cumhurbaşkanı seçilir. Anavatan döneminde Yıldırım Akbulut’tun ardından Mesut Yılmaz, DYP ve SHP iktidarı döneminde Tansu Çiller başbakanlık yapar.
1995 seçimlerinde Refah Partisi %21,37 oyla 158 milletvekili çıkarıp birinci parti olunca, Tansu Çiller ve Necmettin Erbakan yolsuzluk dosyalarının üstünü örterek, 28 Haziran 1996’da REFAHYOL hükümetini kurarlar, Necmettin Erbakan başbakan olur.
Mesut Yılmaz Türk Ticaret Bankası’nın hileli satılmasından, Tansu Çiller ve eşi Özer Uçuran Çiller’in Genel Müdürü olduğu İstanbul Bankası’nın çökertilmesinden, Necmettin Erbakan’ın 1994’te Libya ve Suudi Arabistan’dan partisine yardım almasından, Bosna için toplanan yardım paralarına el koymasından, cemaat ve tarikat temsilcilerine devlet kesesinden başbakanlıkta ziyafet çekmesinden, grup toplantısında “Refah Partisi iktidara gelecek, adil düzen kurulacak. Sorun ne? Geçiş dönemi kanlı mı olacak kansız mı olacak?” demesinden, 3 Kasım 1996’da Susurluk kazasıyla aşiret, mafya, polis, ülkücü şeflerinin oluşturduğu suç çetesine karşı halkın gösterdiği tepkiyi “fasa fiso”, “aydınlık için bir dakika karanlık” eylemlerine “gulu gulu dansı yapıyorlar” demesinden, türbanı bayrak yaparak “rektörler türbana selam duracak” diye laikliğe savaş açmasından ve laik – anti laik çatışmasını tetikleyerek darbe riskini artırmasından, MGK’nın cumhuriyet ilkelerini ve laikliği korumak için aldığı 28 Şubat 1997 kararlarının uygulanmasını hükümet olarak savsaklamaları nedeniyle iktidardan düşerler.
Cumhuriyet Başsavcılığı, yöneticilerinin, milletvekillerinin, belediye başkanlarının cumhuriyetin değerlerine ve laikliğe karşı yürüttükleri çalışmaları, söz ve davranışları kanıt göstererek, Laikliğe aykırı eylemlere karışanlar ile Partiye yapılan trilyon hazine yardımını sahte belgelerle harcayanların cezalandırılmaları için ağır cezada dava açar. Abdullah Gül cumhurbaşkanı olduğu için yargılanamaz, Necmettin Erbakan sahtecilikten, 68 kurucu üye de yolsuzluk ve zimmete para geçirmekten mahkûm olur.
Maliye Bakanlığı, aralarında Necmettin Erbakan, Abdullah Gül, Abdulkadir Aksu’nun da bulunduğu 88 kişi hakkında sahte belgelerle harcanan hazine paralarının davalılardan alınması için dava açar. Mahkeme, sahte belgelerle harcanan hazine yardımının tamamından Necmettin Erbakan ile Rıza Ulucak’ı, diğerlerini çeşitli miktarlardan sorumlu tutar ve alınmasına karar verir.
Refah Partisi, “Laik cumhuriyet ilkelerin aykırı faaliyette” bulunmaktan 16 Ocak 1998’de kapatılmasına az bir süre kala 17 Aralık 1997 tarihinde Fazilet Partisi kurulur, Refah Partisinin milletvekilleri, belediye başkanları ve üyeleri bu partiye geçer.
Cumhuriyet Başsavcılığı, Fazilet Partisi’nin Refah Partisinin devamı olduğunu, laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiğini” belirtilerek kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne başvurur. Anayasa Mahkemesi aynı gerekçelerle 22 Haziran 2001’de Fazilet Partisi’ni kapatır, Merve Kavakçı, Nazlı Ilıcak ve üç kişinin 5 yıl süreyle siyaset yapmasını yasaklar.
20 Temmuz 2001’de yasağı biten Necmettin Erbakan liderliğinde Saadet Partisi kurulur. Bu partiye “Milli Görüş gömleğini çıkardık, değiştik” diyen Abdullah Gül, Recep Tayip Erdoğan, Bülent Arınç ve arkadaşları katılmaz, katılmayanlar 14 Ağustos 2001’de Adalet Kalkınma Partisi’ni (AKP) kurar. Recep Tayip Erdoğan hapis cezası nedeniyle kurucu olamazsa da üye olur.
2002 yılında ANAVATAN, MHP ve DSP koalisyon hükümeti işbaşındadır, Başbakan Bülent Ecevit’tir. Ülkede büyük bir ekonomik kriz yaşanmakta, Başbakanlık önünde yazar kasa kırılmaktadır. İMF mutemedi Kemal Derviş ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı olarak atanır. Kemal Derviş’in önerileri doğrultusunda hükümetin aldığı ekonomik tedbirlerin sonucu beklenmeden, MHP lideri Devlet Bahçeli, ortaklığı bozarım baskısıyla, erken seçim ister, Ecevit’in itirazına karşın 3 Kasım 2002’de erken seçim yapılması kararı alınır.
3 Kasım 2002’de yapılan erken genel seçimde AKP oyların %34,42 alarak 365, CHP %19,42 oy alarak 177, bağımsızlarda 8 milletvekili çıkarır, ANAVATAN, MHP, DSP ve diğer partiler baraj altında kalır.
İktidar olan AKP’nin başkanı Recep Tayip Erdoğan, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek” suçundan aldığı ceza nedeniyle milletvekili adayı gösterilemez ve de milletvekili olamaz.
Recep Tayip Erdoğan’ın aday olmasını ve milletvekili seçilmesini engelleyen suç ise, Siirt’te halka yaptığı konuşma sırasında okuduğu şiirde kullandığı sözlerdir. 27 Mart 1997 seçimlerinde Refah Partisi’nden İstanbul Belediye başkanı seçilen R. Tayyip Erdoğan, İstanbul’la ilgisi olmayan, üstüne vazifeymiş gibi, dinci, gerici, bölücü, laiklik ve cumhuriyet düşmanı Şeyh Sait isyanın yaşandığı Siirt’te, 6 Aralık 1997 tarihinde halka şöyle seslenir: “Referansımız İslamiyet. Bizi hiçbir zaman sindiremezler. Batıda insanın bile inanç hürriyet var. Türkiye’de buna neden saygı gösterilmiyor? Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz, camiler kışlamız, müminler askerimiz” der. Bu sözlerle “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve teşvik etmekten” suçlanır ve Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin kararıyla TCK’nin 312. maddesine göre 10 aya mahkûm olur, karar temyiz edilir, Yargıtay’ca onanarak kesinleşir ve infaz edilir. Alınan bu ceza Anayasa’nın 76. maddesine göre milletvekili adayı gösterilmesine ve seçilmesine engeldir.
Abdullah Gül başkanlığında kurulan AKP hükümetin ilk işi parti başkanı Recep Tayip Erdoğan’ın milletvekili seçilmesini engelleyen Anayasa maddesinin değiştirilmesi için harekete geçmek olur. Bunun için Recep Tayip Erdoğan’ın CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’la görüştüğü, “Anayasal engel kalkarsa ben başbakan sizde cumhurbaşkanı olursunuz” dediği ve ikna ettiği rivayet edilir. Bu arada Yüksek Seçim Kurulu, AKP’nin başvurusu üzerine 4 Aralık’ta Siirt Doğanköy’deki seçimde usulsüzlük yapıldığı gerekçesi ile Siirt seçiminin iptaline ve yenilenmesine karar verir.
AKP, Anayasa’nın 67, 76 ve 78. Maddelerinin değiştirilmesi teklifini Meclis’e sunar, Teklifte, 76. maddesinde yer alan “ideolojik veya anarşik eylemler” ifadesi ile “affa uğramış olsalar bile” tabirinin çıkarılması, “terör eylemi” tanımlamasının getirilmesi, Anayasa’nın 78. Maddesindeki “Ara seçim her seçim döneminde bir defa yapılır ve genel seçimden 30 ay geçmedikçe ara seçime gidilemez” hükmünün kaldırılması öngörülür.
13 Aralık 2002’de TBMM’de AKP ve CHP’nin oylarıyla anayasa değişikliği kabul edilir. 19 Aralık 2002’de Cumhurbaşkanı Sezer, düzenlemeyi veto ederek TBMM’ye iade eder. 20 Aralıkta CHP parti grubu, vetoya karşın Anayasa değişikliğine desteğini sonuna kadar sürdürme kararını alır, CHP’nin desteğiyle Anayasa’nın öngördüğü üçte iki çoğunluğun (367) üzerinde 437 oyla 26 Aralık’ta teklifi aynen kabul edilir, değişikliği 31 Aralık‘ta Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’de imzalamak zorunda kalır. Böylece Tayyip Erdoğan’ın milletvekili seçilme yolu açılır. Siirt’te seçim yenilenir, listede adı kesinleşmiş olan AKP adayı istifa ettirilir, Recep Tayip Erdoğan yasaya aykırı biçimde AKP’nin adayı olarak listeye eklenir ve seçilir.
Recep Tayip Erdoğan milletvekili olunca Başbakan Abdullah Gül hükümetin istifasını sunar. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Recep Tayip Erdoğan’ı başbakan olarak atar ve 14 Mart 2003’te yeniden AKP hükümeti kurulur.
Recep Tayyip Erdoğan, 1994-1999 yılları arası İstanbul Belediye Başkanlığı, 14 Mart 2003’ten 2014 yılına kadar Başbakanlık, 28 Ağustos 2014 tarihinden günümüze kadar 7 yıldır Cumhurbaşkanlığı görevini sürdürür, AKP ile birlikte 23 yıldır toplum ve devlet yaşamında belirleyici olur.
19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak milli mücadeleyi başlatan, emperyalizmi yenilmesine, işbirlikçilerinin ezilmesine, saltanatı kaldırılmasına, Anadolu’da doğan yeni Türk devletini Lozan Antlaşması ile dosta düşmana kabul ettirilmesine, bağımsız laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına önderlik eden Mustafa Kemal’in siyasi ömrü 19 yıldır.
Kimilerinin, AKP’li siyasetçilerin, Erdoğan’ı Atatürk’le kıyaslamaya kalktığını söyleyenler, Erdoğan’ın Atatürk’ü taklit etmeye çalıştığını dile getirenler olur.
Mustafa Kemal’in 19 yılda yaptıkları ile Recep Tayyip Erdoğan’ın 23 yılda yaptıklarını karşılaştırırsak gerçeği görür, aradaki nitelik ve nicelik farkını anlarız.
Önce şu bilinmelidir ki, Mustafa Kemal Atatürk kimseyle kıyaslanamaz; çünkü o devrimci bir parti kurarak (CHF), halkı örgütleyerek, Millet Meclisini açarak, orduyu dirilterek, bağımsız, halkçı, laik bir devletin oluşmasına önderlik etmiş, devleti ve toplumu ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel yönlerden geliştirmek ve kalkındırmak için gecesini gündüzüne katmış, doğrulukta, çalışmakta, aklı ve bilimi temel almada halkına yol gösterici olmuş, yaptığı her işi ulusun esenliği için yapmış, genç denilecek yaşta (57) Türkiye Cumhuriyetini gençliğin uyanık bekçiliğine bırakarak, halkın aklına, gönlüne yerleşerek, gözyaşları ve sevgi seli eşliğinde sonsuzluğa yürümüş bir dâhidir.
Dâhiler ölmez ve kıyaslanmaz. Biz Atatürk’e ölü diyemeyiz, çünkü o Türk ulusun aklında, gönlünde ve ruhunda yaşayan dirisidir.
Atatürk’ü taklit etmeye kalkan bir sürü âdemcik olmuştur, bunlar bırakın karikatürü olmayı tırnağı bile olamaz.
Erdoğan’ı Atatürk’le kıyaslamak, Erdoğan’ın Atatürk’ü taklit etmeye çalıştığını söylemek haddini bilmemezliktir, yanılsamadır. Erdoğan’ı Atatürk’le kıyaslamak mümkün değildir, eşyanın tabiatına aykırıdır.
Atatürk, okuduğu okulları, diploması bilinen harp okulu mezunu bir subaydır; Erdoğan, okuduğu okulu ve diploması tartışmalı bir şahıstır.
Atatürk, Ulus diyor; Erdoğan, Ümmet.
Atatürk, bağımsızlık benim karakterim diyor; Erdoğan, ABD’nin izni olmadan yerinden kalkamıyor ve ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi’nin eş başkanı oluyor.
Atatürk akıl, bilim, laiklik, halk diyor; Erdoğan ümmet, mezhep derdinde, laik cumhuriyetin değerlerini çürütmekle meşgul.
Atatürk “Aziz Türk Milleti, Yüce Türk Ulusu” diye başlayan tüm konuşmalarında Türk Milleti (Ulus) kavramını öne çıkararak halka ayrımız gayrımız yok biriz, bütünüz derken; Erdoğan, her konuşmasında çeşitli ırktan, inançtan, renkten oluşan Türk Ulusu (milleti) tanımını ırkçılık ve baskıcılık gibi sunarak, ulusu oluşturan etnik yapıları (Türk-Kürt-Laz-Çerkez-Gürcü-Tatar-Boşnak vs.) ve inançları (Müslüman- Hristiyan- Musevi, Alevi-Sünni- Şii-Süryani vs.) diye sayarak ayrıyız, gayrıyız görüntüsü veriyor.
Atatürk, insanların özgürce yaşadığı, kimsenin kimseyi ayıplamadığı, aşağılamadığı, karışmadığı bir ortamı yaratmak için laikliği, devlet yönetiminde, hukukta, eğitimde, orduda, siyasette, diyanette etkin ve belirleyici kılarken, halk arasında ayrılık ve gayrılık yaratan tarikatları, cemaatleri yasaklarken, sıfat ve lakapları kaldırırken; Erdoğan, tarikat ve cemaatleri diriltmeye, devlet ve toplum yaşamına sokmaya, ticarette, sanayide, özellikle vakıflar aracılığı ile eğitim alanında var etmeye, siyasi iktidarın yanında yer almalarına, ekonomik, politik destekte bulunmalarına çalışıyor.
Atatürk, devletin ve kamunun hiçbir işinde dini ve dince kutsal sayılan değerleri öne çıkarmadığı ve kullanmadığı halde; Erdoğan, dini değerleri ve kutsalları istismar etmeden duramıyor, atadığı Başbakanlar, Bakanlar, Rektörler, Dekanlar, Müdürler, Savcı ve Hâkimler, Komutanlar eliyle devlet ve kamu kurumlarının açılışlarında, askeri öğrencilerin mezuniyet, komutanların görev devir ve teslimi törenlerinde dua gösterileri yapmayı ihmal etmiyor, dinsel söylem ve eylemlerle, cami açılışlarıyla Cumhuriyetin laikliği ilkesinin yok edilmesinin başını çekiyor.
Atatürk, bilime ve sanata önem verip, inanca saygı gösterirken; Erdoğan, Müslimlerin ve Gayrimüslimlerin ibadet yeri olmuş, cumhuriyet hükümeti tarafından tarihi eser olarak tescillenip müze olarak yerli ve yabancıların görseline açılmış Ayasofya’yı, ilgisiz bir vakfın başvurusu ve yandaş hâkimlerin kararıyla camiye çevirerek tarikat ve cemaatlere yaslanıyor
Atatürk, hakkı ve hukuku koruyan cumhuriyetçi yurtseverlerle, akıl ve bilimle ülke yönetirken; Erdoğan, cumhuriyet düşmanı, kendi çıkarını her şeyin üstünde tutan, dini ve dince kutsal sayılan değerleri istismar eden, hırsızlık, yolsuzluk, rüşvetle suçlanan âdemciklerle iş görüyor.
Atatürk, kurumuyla, okuluyla, fabrikasıyla ülkeyi yoktan var etmiş; Erdoğan, var edilenleri (Sümerbank, Şeker, Çimento, SEKA vs.) satarak yok etmiştir.
Atatürk, ulusçu, kamucu ve devrimcidir; Erdoğan, ümmetçi, özel sektörcü, istismarcıdır.
Atatürk tutumlu, hazineye el atmaz, halkın canını ve malını korur, gençliği geleceğin ışıklı yolunu gösterir ve yürütür; Erdoğan, vergi ve zamlarla halkı ezer, yokluk ve yoksulluk içinde süründürür, canını ve malını kurda kuşa, sele, yangına yem eder, hazineyi ve örtülü ödeneği babasının malı gibi har vurup harman savurur, “dindar ve kindar nesil” yetiştirmeyi düşleyerek ümidini kırar, geleceğini karartır.
Atatürk, adıyla ve her şeyi ile tertemizken; Erdoğan, ayakkabı kutularından, Halkbank rezaletinden, rüşvet, yolsuzluk savları altındadır.
Daha birçok örnek vermek mümkün, ama buna gerek yok yurttaş her şeyi biliyor, günü gelince sandıkta tek tek hesabını soracaktır, buna inanıyorum.
AKP iktidarının işlediği suçlar yalnızca iktidar ve mensuplarını bağlanamaz, aynı zamanda laik cumhuriyetin değerlerini koruması gerekip de korumayanları, sorumluğunun gereğini yapmayanları, suçların işlenmesini kolaylaştıranları, destekleyerek veya sessiz kalarak yardım edenleri de bağlar. Bu nedenle bakanlar, milletvekilleri, müsteşarlar, genel müdürler, valiler, kaymakamlar, müdürler, belediye başkanları, polis şefleri, komutanlar, savcı ve hâkimler, rektörler, dekanlar ve benzerleri sorumluluk altındadır. Yalnızca siyasi iktidardan hesap sormak bunları kurtarmaz, herkes sorumluluğu çerçevesinde yargı önünde hesap vermek durumundadır.
Siyasi İktidarın ve Yandaşlarının İşlediği Suçlar:
- Laik demokratik Parlamenter düzeni yıkıp diktatörlük kurmak,
- Yargı bağımsızlığını ve hâkim tarafsızlığını yok etmek,
- Halkı ırk, din, kültür ayrımına sokarak bölmek,
- Yeraltı yerüstü servetleri yabancıya, yandaşa peşkeş çekmek,
- Askeri liseleri, harp okullarını, askeri hastahaneleri kapatmak, jandarmayı, sahil güvenliği İçişleri Bakanlığı’na bağlayarak, kurumların içini boşaltarak iktidarın yedek gücü, yandaşı yapmak, hiyerarşiyi ve iç disiplini bozarak laik orduyu dinselleştirmeye çalışmak, ABD’nin isteği doğrultusunda Suriye’de, Irak’ta, Libya’da savaşa sürmek, para karşılığı ABD’nin kaçtığı Afganistan’da nöbet tutmaya kalkmak,
- Emperyalistlerin istekleri doğrultusunda ülkeyi mülteci kampına dönüştürmek, şeriatçı terör örgütlerini eğitip donatıp Irak’ın, Suriye’nin, Libya’nın içişlerine müdahale etmek,
- 17-25 Aralıkta ortalığa saçılan rezaletle hırsızlığı, rüşveti, yolsuzluğu devlet ve toplum yaşamına sokmak,
- TBMM’nin, Üniversitelerin, Adli Yılın açılışında, hâkim ve savcıların, öğretmenlerin göreve atanmasında, askeri öğrencilerin, polisin diploma törenlerinde Diyanet İşleri Başkanlığını kullanarak dualarla nutuk atmak. Cemaatçi ve Tarikatçı olduğu ortaya çıkan kişileri hâkim ve savcı olarak HSK’nın, YSK’nın, Yargıtay ve Danıştay’ın, Anayasa Mahkemesi’nin oluşumunda, üniversitelerin, kamu kurumlarının, TRT’nin yönetiminin, mahkemelerin kuruluşunu, hâkim ve savcıların atanmasını, özlük haklarının düzenlenmesini, disiplin işlemlerini iktidara bağımlı hale getirmek, laik cumhuriyetin temeline dinamit koymak,
- Kurban derilerinin bağışlanmasını engellemek, dinci vakıflara kaynak aktarmak için THK ’nu işlevsizleştirmek, yangın söndürme uçaklarını çürümeye terk etmek, ülkenin ormanlarının cayır cayır yanmasına/yakılmasına seyirci olmak,
- Programsız, plansız, denetimsiz yerleşim alanları oluşturulmasına, imara aykırı inşaat yapılmasına, imar aflarıyla üstünün örtülmesine, sel sularıyla onca insanımızın canından ve malından olmasına neden olmak.
- İhale yolsuzlukları, kamu malının yağmalanması, işsizlik, zam ve zulüm, haksız hukuksuz uygulamalar…
AKP iktidardan düşünce, kurulacak araştırma komisyonları ile işlenen suçları, yapılan hukuksuzlukları ortaya çıkarmak, sorumluları yargıya önüne çıkarmak mümkün olur, şimdilik bu örnekler yeterli.
Bir toplumsal yaşamda, “yapanın yaptığının yanına kar kaldığı” görülmez, eninde ve sonunda halkına, yargısına hesap verir. Yukarıda anlatılan siyasi liderlerin yaşamından anlaşılacağı gibi, yaptıklarının bedelini ya kendileri ya da yakınları maddi ve manevi olarak öder.
Bilinmeli ki hırsızlık, yolsuzluk, rüşvetle suçlananlar, adaletsizlik yapanlar, ülkesine, halkına ve geleceğine ihanet edenler, tarihin şaşmaz terazisinde tartılır, suçlu bulunanlar halkın vicdanında mahkûm edilir; bundan kurtuluşları yoktur, ne tarih önünde aklanırlar ne de halkın önüne çıkacak yüzleri olur.
Ülkenin bağımsızlığı ve gelişmesi, halkın mutluluğu ve kardeşliği için uğraş verenlere selam olsun.