Search
Close this search box.

Her Yerde Göz İzimiz Var- Mehmet Uysal

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

IŞIKLI EVREN İNSAN AKLININ DEV AYNASI

(HER YERDE GÖZ İZİMİZ VAR)

  Mehmet UYSAL

Cisimleri Yerinde ve Gerçek Boyutuyla Görüyoruz

 

Bildiğiniz gibi, görme olayını biyoloji kitaplarında şöyle okuduk: Görme için ışıklı ortam gerekir. Cisimlerden gelen ışık, saydam tabakadan girip göz merceğine çarpıp kırılarak geçtikten sonra, retina üzerindeki sarı lekede cismin ters görüntüsü oluşur. Buradaki görüntü, görme sinirleri ile beyine taşınır. Beynin görme merkezinde değerlendirildikten sonra, cismin net ve düz görüntüsü oluşur.

 

Görme olayının sarı lekede ters görüntü oluşmasına kadar olan safhasını, lise düzeyindeki optik bilgilerimizle anlayabiliyoruz. Olayın bundan sonraki sinir sistemi ve beyinde geçen safhasını ise tıp bilimi ile uğraşanlar anlayıp, bilip bize bildiriyorlar. Biz de olayın tıpçıların bildirdiği şekilde cereyan ettiğini öğrenip biliyoruz.

 

Ancak, “Holografik Evren (Michael Talbot) adlı kitaptan şu satırları okuduk: “… Pribram, bir kişiye baktığımızda o kişinin imgesinin gerçekte gözümüzdeki retina tabakasının yüzeyinde bulunduğuna işaret ediyor. Bununla birlikte biz o kişiyi retinamızın üzerindeymiş gibi algılamayız. Biz bütün bu imgelerin dışımızdaki dünya’nın içinde bulunduğunu algılıyoruz…[1]  Yazar, Michael Talbot’un, Prof. Karl H. Pribram’dan aktardığı bu tespit, bize, görme olayının, nasıl gerçekleştiği hususunda, henüz açıklanamamış bir safhası olduğunu düşündürdü. Tıp bilimi, olayın cisimden göze, oradan da beyine uzanan birinci safhasını açıklamaktadır. Oysa olayın bir de beyinden, gözden cisme uzanan ikinci safhası var. Görme olayını tıp bilimince açıklamasında, birincisinin tersine olan bu safhanın açıklaması yoktur. Başka bir deyişle, tıp biliminin, görme olayının nasıl gerçekleştiğine ilişkin açıklaması eksiktir. Öyle ya; görme olayı gözde ve beyinde, yani bedenimizin içinde olup bittiği halde, cismi biz gözümüzün ya da beynimizin, yani bedenimizin içinde değil, dışında gördüğümüze göre, tıp biliminin açıklaması çerçevesinde, örneğin bir ağacı önce ters ve küçülmüş olarak retina üzerinde, sonra düzelmiş olarak beynimizde görmemiz gerekmez mi? Oysa biz bu ağacı gözümüzün içinde ters, beynimizin içinde düz ve her ikisinde de küçülmüş olarak değil, dikili olduğu yerde, düz ve “gerçek” boyutlarıyla görüyoruz. Peki, bu nasıl oluyor?  İşte tıp biliminin açıklaması içinde bu sorunun cevabı yoktur. Ancak, bu durum hepimizin gözlediği bir vaka olduğuna göre, duyu izlenimleri beyinde işlendikten sonra neler olup bittiğinin; ağacı, gözümüzün içinde değil de dikili olduğu yerde nasıl gördüğümüzün açıklanabilmesi gerekir. Öyle ya; görme olayını gözün içinde olup bitenler ile sınırlı olarak açıklarsak, baktığımız şeyleri gözümüzün içinde ve küçük boyutlu değil de “yerinde ve gerçek boyutlu” görmemiz karşısında, bu açıklama eksik olmaz mı?

 

Acaba, görme olayının, beyinden ve gözden geçerek cismin olduğu yere uzanan ikinci safhası nasıl gerçekleşiyor olabilir?

 

Beyinden Işıklı Ortama (Ayna) Yansıtılan Görüntü

 

Olayı fiziğin optik kuralları ışığında ele alırsak; gözümüze çarpan ya da baktığımız cismi, bulunduğu yerde ve “gerçek” boyutuyla görebilmemiz için, karşımızda bir “ayna” olması ve önce retinada sonra beynimizde oluşan görüntüyü bu aynaya yansıtmamız gerekir.  Gözümüzü açtığımızda, en yakınımızdan en uzağımıza kadar, güneşi, ayı, yıldızları, galaksileri ve varsa daha uzaktakileri; “göz alabildiğince” her şeyi gördüğümüze göre, bu ayna, içinde, yakınlığı ya da uzaklığı, konumu ve hızı, büyüklüğü ya da küçüklüğü ne olursa olsun,  her şeyi gösterebiliyor olmalıdır. Bu, “akıl almaz” büyüklükte bir “dev aynası” olmalıdır. Ayrıca bu ayna, akıl almaz genişlikte olması yanında, en yakındakileri olduğu kadar en uzaktakileri de görebileceğimiz derinlikte de olmalıdır.

 

Öyleyse nedir bu ayna?

 

Görme olayı ışıklı ortamda gerçekleştiğine, baktığımız ya da gözümüze çarpan şeyleri ışıklı ortamdaki yerlerinde gördüğümüze göre, “ayna” dediğimiz şey de da bu “ışıklı ortam” olmalıdır. Başka bir deyişle, beynimiz, bu ışıklı ortamı, göz üzerinden bir ayna olarak kullanıyor; bu durumda görme olayı şöyle gerçekleşiyor olmalıdır:  Baktığımız ya da gözümüze çarpan şeylerden gözümüze gelen ışıklarla, retina üzerinde cismin ters görüntüsü oluştuktan sonra, bu görüntü görme sinirleri ile beyne iletilir. Cisimden ışık halinde alınan izlenimler, beyinde, renk ve ton ayrımı, büyüklük, küçüklük, konum (uzaklık, yakınlık), hız vs. bakımlardan işlendikten sonra, beynin yönetiminde, bilgi yüklenmiş ışıklar olarak, gözden ışıklı ortamdan oluşan aynanın içindeki cisme doğru yansıtılıyor olmalıdır. Bu tersine yansıtma sonucunda da ışıklar halinde taşınan bilgileri “yerinde, gerçek boyutu ve durumuyla cisim” olarak görüyor olmalıyız. Başka bir deyişle, bizim ışıklı ortamdan oluşan aynanın içinde yerinde, gerçek boyutu ve durumuyla gördüğümüz şey; beyinde işlenip ışıklar halinde yansıtılmış bilgilerden başka bir şey değildir. Büyük düşünür Platon, Timaios diyalogunda, olağanüstü sezgisiyle, görme olayının insanın içinde bulunan ve gözlerden çıkan ışığın güneş ışığı ile temas etmesi sonucunda gerçekleştiğini anlatır.[2]  Öte yandan, biyologlar, Platon’u doğrularcasına “biyofoton”dan bahsetmektedir. “… Biyologlar yirmi yıl kadar önce fare beyinin belli başlı koşullarda foton ürettiğini bulmuşlardı. Işık çok zayıf ve zor tespit edilebilir olmasına rağmen, sinirbilimciler için yine de sürpriz olmuştu. O zamandan bu yana yeni bilgiler edinildi. Anlaşıldığı üzere biyofotonlar, beyinde ve diğer organlarda elektronik olarak uyarılan belli başlı moleküler türlerin indirgenmesiyle oluşmakta. Memeli beyni biyofotonlarını 200 ila 1300 nanometrelik dalga boyuyla, yani yakın enfraruj-kızılötesi alan arasında üretiyor. Hücreler doğal olarak biyofoton üretiyorlarsa akla şu soru geliyor: Doğa aynı süreci bilgi aktarmak için de kullanıyor mu?”[3] Biyoloji biliminin içimizdeki ışığa ilişkin bulgularına rağmen, görme olayının, cisimden gelen ışıkların, göz üzerinden beyine geçip, bilgi yüklü ışıklar olarak yine göz üzerinden ışıklı ortama yansıtılmasıyla tamamlanması sürecinin nörofizyolojik işleyişini açıklamak bizim haddimizi aşar. Ancak, görme olayı, cisimleri “yerinde, gerçek boyutu ve durumuyla” görmek ile sonuçlandığına göre, bu olayı, birkaç santimetre küplük gözün, göz sinirlerinin ve beynin görme merkezinin içinde, tek yönlü ışık yansıması ile olup biten bir olay olarak açıklamak da eksik ve yetersizdir.  Görme olayında içimizdeki ışığın (biyofoton) rolünün olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak gözden cisme doğru “bilgi yüklü” bir ışık yansıması olmaksızın, cismin “yerinde ve gerçek boyutuyla” görülebilmesinin mümkün olamayacağını, gözden yansıyan ışığın kaynağının da dışarıdan gelen ışık olması gerektiğini düşünüyoruz. Bu durumda, bilimin, görme olayının gerçekleşmesini; hali hazırdaki “cisim-göz-beyin” süreci açıklamasına, “beyin-göz-cisim” süreci açıklamasını da ekleyerek tamamlaması gerektiğini düşünüyoruz.

 

Evrenin “Gerçek Durumu” Diye Bir Şey Yok Evren Bizim Gördüğümüz Gibidir

 

Görme olayının, cisimden gelen ışıkların, göz üzerinden beyine geçip, bilgi yüklü ışıklar olarak yine göz üzerinden ışıklı ortama yansıtılmasıyla gerçekleştiği düşüncemize karşı; “Biz orada cismin gerçek durumunu değil de beynimizden ışık halinde yansıtılmış bilgileri mi görüyoruz?” biçiminde bir soru akla gelebilir.  Sağduyumuz, bize, bir cismi görsek de görmesek de o cismin kendi kendine bir gerçek durumu olduğunu, bizim de bu gerçek durumu olduğu gibi gördüğümüzü söyler. Başka bir deyişle, sağduyumuza göre, bir cisim, bizim onu gördüğümüz durumuyla oradaydı ve hep oradadır. Bunun da nedeni, bizim, cisimleri, görme yetimizin gösterdiğinden başka türlü göremeyişimizdir. Ancak biliyoruz ki, tek ve geçerli görme yetisi, biz insanların görme yetisi olmayıp, birçok hayvan türü bizden farklı görme yetilerine sahiptir.  Farklı hayvan türleri, farklı görme yetileri taşımaktaysa, farklı hayvan türlerinin görme formları da farklı demektir. Görme formları farklı olunca, cisimlerden gözlere gelen ışıklar, farklı hayvan türlerinin beyinlerinde farklı işleniyor ve gözden ışıklı ortama yansıtılan ışıklar farklı görüş bilgileriyle yüklü oluyor; bunun sonucunda da cisimler farklı hayvan türleri tarafından farklı görülüyor demektir. Öyleyse sağduyumuzun bize bildirdiğinin aksine, cisimlerin kendi kendine bir gerçek durumundan değil; bizim görme yetimizin formlarına göre işlenmiş bilgiler çerçevesinde bir durumundan söz etmek gerekir. Yine öyleyse, cisimlerin “kendi kendine gerçek durumu” diye bir şeyden söz etmemek gerekir. Çünkü evren “başka gözler” tarafından “başka türlü” görülebilir. Ancak, “başka türlü görüşler” bize kapalı olduğu, bizim başka türlü görüşümüz olmadığı için, evren, bizim gördüğümüz gibidir.

 

Özne-Nesne Ayrımı Anlamlı mıdır?

 

Öte yandan, sağduyumuzun söylediği bir başka şey de şudur: Bizim dışımızda bir evren ya da “görme nesnesi” ya da bir “gerçeklik” var ve biz o gerçekliği görüyoruz. Başka bir deyişle, sağduyumuza göre, bizler görme eylemi yapan özneleriz, cisimler de görme eylemimizin nesneleridir. Yani, birbirinden bağımsız iki gerçeklik olarak; bir tarafta gören özne, onun karşısında da görülen nesne var. İlave edelim ki; Descartes ile başlayan modernist “düşünen özne-düşünülen nesne” ayırımı da sözünü ettiğimiz sağduyusal anlayışa dayanır. Peki, sağduyumuzun söylediği “gören özne-görülen nesne” ayırımı gerçekliğe uygun mudur?

 

İlk bakışta, sağduyumuzun söylediği; gören özne-görülen nesne ayırımı, gerçeğe uygun gibi görünüyor. Öyle ya;  birbirlerinden bağımsız iki gerçeklik olarak, bir tarafta görme eylemini yapan gözümüz ve beynimiz bir tarafta da görmek için baktığımız cisimler yok mudur? Göz-beyin, cisimleri gören; cisimler da göz-beyin tarafından görülen olduğuna göre, gören özne-görülen nesne ayırımı gerçekliğe tastamam uygun değil midir? Ancak, görme olayının, cisim-göz-beyin sürecine ilaveten, beyin-göz-cisim sürecinde olup bitenleri de dikkate aldığımızda, birbirinden bağımsız iki gerçeklik; gören özne-görülen nesne ayırımının ortadan kalktığını görürüz.

 

Görme olayında neler olup bittiğini hatırlayalım. Cisimden göze gelen ışık uyartısı, görme sinirleri tarafından beyne iletilir. Beyin, bu ışık uyartılarını görme formlarıyla işledikten sonra,  görme bilgisi yüklü ışıklar halinde, ayna işlevi gören ışıklı ortama, göz üzerinden yansıtır. Gözden gerisin geriye yansıyan bilgi yüklü ışıklar, geldiği yolu izleyerek cismin üzerine düşer. Böylece, biz cismi “yerinde, düz ve gerçek boyutuyla” görürüz. Bizim gördüğümüz şey; o cismin beynimizdeki kurgusundan başka bir şey değildir. Bu tespitimizi genele teşmil edecek olursak; gördüğümüz evren, aklımızdaki bilgilerin, ayna işlevi gören ışıklı ortama yansımasından başka bir şey değildir. Öyleyse, ışıklı evren, içinde insan aklının düşünme etkinliği ile ürettiği bilgilerin göründüğü devasa bir aynadır. Öyleyse, bizim evren diye gördüğümüz şey, aklımızın içindeki bilgilerden başka bir şey değildir. Öyleyse aklımız her yerdedir.

 

“Beynimizdeki kurgu” ya da “aklımızdaki bilgiler” sözümüz, dar anlamda ele alınarak, sadece tekil akılların ya da “biyo-akıllar”ın hafızalarında bulunan bilgiler olarak anlaşılmamalıdır. “Beynimizdeki kurgu” kuşkusuz tekil akıllar tarafından yapılır ve taşınır. Ancak, bilindiği gibi her bir tekil akıl, beyninde yaptığı kurguyu, diğer tekil akıllara söz halinde ileterek, “dil hazinesi”ne ekler. Her tekil akıl, bir dil hazinesinin içine doğar ve kendinden önceki tekil akılların beyinlerinde yaparak dile ekledikleri kurguları öğrenir. Her tekil akıl, içine doğarak hazır bulduğu dil hazinesi mirasına, kendi yaptığı ilave kurguları ekleyerek kendinden sonraki tekil akılara devreder. Bu sözlerimizle, dil ile birbirine bağlanmış olan bir tekil akıllar arası iletişim ve etkileşim sistemi olan ve yaşamı tekil akılların ötesine; sonsuza uzanan “toplumsal akıl”dan ve onun kendisi olan “dil”den bahsediyoruz. Bu bağlamda, “beynimizdeki kurgu” deyince, esas olarak, insanın “insan” oluşundan itibaren, milyarlarca tekil aklın, binlerce yıl boyunca sürdürdüğü düşünme/bilme etkinliği içinde elde edip, dil üzerinden toplumsallaştırılıp, dil hazinesine katılmış olan; kitaplar ve kütüphaneler dolusu, okullarda öğretilen, bilim adamlarınca yenileri, daha gelişmiş ve derinleri üretilip toplumsal aklın hafızasına (dile) eklenen bilgileri kast ediyoruz.

 

Bu bilgilerin formel yapılanmasını incelediğimizde, bunların mantıksal ve matematiksel bir örgü olduğunu görürüz. Bu mantıksal ve matematiksel örgü ile örülmüş bilgiler ile evrene baktığımızda, evrenin içinde, evreni düzenleyen bir mantık ve matematik olduğunu düşünürüz. Aslında bu “sağduyusal” bir düşüncedir.  Çünkü ilk bakışta “evrenin içinde” olduğunu sandığımız “mantıksal-matematiksel formlar” aslında aklımızın içindeki düşünme programından başka bir şey değildir. Biz evreni, aklımızın içindeki düşünme programı ile yani mantık-matematik ile kavradığımız için, bilgilerimizi bu program ile örerek oluşturmaktayız. İçine doğduğumuz toplumsal akılda bulunan ve dili öğrenirken içselleştirdiğimiz bu bilgiler ile evrene baktığımızda da bize, evrenin bizim dışımızda, kendi kendine mantıksal-matematiksel bir düzeni varmış da biz onu keşfediyormuşuz gibi gelmektedir. Metafizikçilerin, var olanların varoluş nedeni olarak gördükleri “metafizik alem” düşüncelerinin kaynağı da açıkladığımız sağduyusal düşüncedir. Halen mantıkçı ve matematikçilerin, mantık ve matematiği, “aşkın”, “kendinde şeyler” olarak düşünmeleri de söz konusu sağduyusal görünüşe dayanmaktadır.

 

Öyleyse, gözümüzü, beynimizi ya da aklımızı, hareketi bedenimizle sınırlı bir organ olarak görmemek gerekir. Aklımız her yerde olup, en küçük atomaltı parçacıktan en uzak galaksiye kadar, bizim gözümüz her yerdedir.  Tıpkı gözbebeğimizdeki görüntüleri kendi gözümüzle göremeyişimiz gibi, akıl kendi kendini göremez. Akıl, kendini, içindeki bilme formları ile işleyerek yaptığı bilgileri, evren aynasına yansıtmak suretiyle görür. Bu durumda “evren” dediğimiz şey aklımızın kendisiyse, bizim dışımızda, “bizden bağımsız gerçeklik” olarak “nesne”den ve onun karşısında ve ondan ayrı bir “özne”den bahsedilebilir mi?

 

[1] Michael Talbot, Holografik Evren, Çev. Güray Tekçe, Omega, 1. Baskı, İst. 2015, s. 49

[2] Platon, Timaios, Çev. Erdal Güney-Lütfi Ay, Sosyal Yayınlar, İst. 2001, s. 44-46

[3] Herkese Bilim Teknoloji, 06 Ekim 2017, Sayı 80

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir